10 Kasım 2010 Çarşamba

Marco Bakkal

Her şey on gün evvel, Galapera Sanat Evi'nin öykü atölyesi çalışmalarına katılan arkadaşımın "7 Kasım Pazar günü Galapera'nın düzenlediği Hasköy gezisine katılmak ister misiniz?" mailini okumamla başladı. Haliç'in, bu diğer yerlerine göre daha sessiz kalmış, tarihi, pek çok medeniyet barındırmış köşesine hayatımda kaç kez ayak basmıştım? Sadece iki... O da Koç Müzesi'ni gezmek için, o kadar... Ne kadar acıklı! "Bu kış yaşadığın bu şehri tanımak için zaman, emek ve bolca adım harcayacaksın Zeren" diye kendime verilmiş sözlerimi de hatırlayarak saniyesinde cevap yazdım: "Tabi ki katılırım!".

Pazar sabahı saat 11'de Tünel'de tramvay durağında mis gibi bir sonbahar havası temizliğinde başladı yolculuğumuz. 20-25 kişilik olan grubumuzun bindiği minibüs bizi Haliç kıyısına, eski Galata Köprüsü'nün ayaklarının dibine bırakınca karşımdaki görüntüyü hazmedebilmek için bir süre gruptan uzaklaştım, bedenen değilse bile ruhen.

Eski Galata Köprüsü'nü hiç görmeye gittiniz mi? Terkedilmiş, eli ayağı tutmakta zorlanan, gözleri eski gücünü kaybetmiş geçkin bir insan gibi... Terkedilmiş ama ruhunu kaybetmemiş. Bunu da, tırmanarak üzerine çıkıp fotolar çektirdikten sonra hepimizin inmesinin arkasından çıkardığı seslerden anladık en çok. Evet, inanılmaz ama gerçek... Üzerindeyken ses çıkarmayan ve hareket etmeyen köprü, bizler inip aşağıda bölgenin tarihi geçmişi üzerine konuşurken birden inlemelere, gıcırdamaya ve hareket etmeye başladı. Hatta konuşup gülüştük kendi aramızda "Acaba ziyaretimize sevindi de o yüzden mi çıkarıyor bu sesleri, yoksa sessiz ve ebedi uykumda beni böyle rahatsız edenler de kim mi diyor da çıkarıyor?" diye.


İstanbul üzerine bir gezi yaparken insanın içinin burkulmaması, hüzünden uzak kalması pek mümkün olmuyor ne yazık ki. Çünkü taşı toprağı altın denilen bu şehrin her taşında ve toprağında yitip gitmişlikler, hazin öyküler, kaybolmuş değerler, medeniyetler ve kültürler var. Çok güzel, mimarisi belli ki sadeliği oranında değerli olan bir sinegog, bugün nargile kafe olarak kullanılıyor. Sakın şaşırmayın! Yani öyle avlusu, bahçesi falan değil, bizzat içi... Eskiden insanların ibadet ettikleri ve hala bu ibadetin izleri duran bir sinegogda insanlar nargile dumanlarını üflüyorlar taş duvarlara. Şunu düşünmeden edemedim, özellikle Avrupa'da ya da Amerika'da eski tarihi bir cami bugün hamburgeciye dönüştürülse nasıl tepki verir bu ülkenin insanları? "Bize bunu nasıl yaparlar" hezeyanıyla muhtemelen youtube yasağında gerçekleşen mantığın bir devamı olarak söz konusu ülkeye Türk vatandaşlarının gitmesi YASAKLANIR mıydı dersiniz? Olabilir, şaşırmamak lazım!

Hasköy, özellikle İspanya'dan kaçan Musevilerin ve biraz da Rumların yaşadıkları bir semtmiş Osmanlı zamanlarında ve cumhuriyetin ilk 25 yılında. Sonra ne mi olmuş? Hep bildiğimiz ötekileştirmeler, tek tipleştirmeler, farklı olanlara tahammülsüzlükler, halkları korkutup yıldırıp kaçırmalar... Elbet bu politikalardan nasibini alan bir semt Hasköy de, tıpkı diğerleri gibi.

Haliç'i dikine kesen dar yokuşlu sokaklardan semtin içlerine doğru ilerliyoruz. Metruk, viraneye dönmüş, nargile kafe olarak bile kullanılmaya değer görülmemiş(!) birkaç sinagog daha çıkıyor karşımıza. Halen faaliyette olan ve biz gezerken yarım saat içinde iki çok sevimli ikiz bebeğin vaftizinin gerçekleşeceği bir Romen kilisesini geziyoruz; çok sıcak ve girerken dış atmosferi tamamen dışarda bıraktığınız bir avlusu var (bu duyguyu pek çok kilisenin avlusunda hissetmişimdir), hani bir söğüt agacının altındaki banka oturup ciltlerce kitap bitirmelik...

Sonra bölgede faal olan tek sinegogun bulunduğu sokağa geldiğimizde rehberimiz Jale Sancak "şimdi sizi hemen bir sokak arkada bulunan Marco Bakkal'ın olduğu yere götürmek istiyorum" diyor "buralarda kime sorsanız, tanınır bilinir bir şahsiyetmiş Marco Bakkal, adeta semtin bir sembolü gibi". Hemen adımlarımızı o yöne çeviriyoruz. Ve bahsedilen bakkalın önüne geliyoruz.

Marco Bakkal'ın, 'bakkal' kısmı duruyor ama 'Marco' kısmında yeller esiyor elbette. Şansımıza hemen karşı apartmanın girişinde duran tombulca, son derece tonton ve cana yakın bir amca kalabalığımızı görünce lafa karışıyor. Marco Bakkal'ın bakkalını görmeye geldiğimizi söyleyince de oooo bir sevinçle başlıyor "ben 8-9 yaşındaydım onun çıraklığını yaptım, çok severdim kendisini" diye anlatmaya. Belli ki amcam çok eski bir Hasköylü. Böyle ayaklı bir tarih kitabına rastlamış olma fırsatını kaçırmayan Jale Hanım, hemen "O zaman biraz anlatın Marco Bakkal'ı bize" deyip zaten konuşmaya meyilli amcamın iyice hevesle anlatmasına neden oluyor.

"Marco Bakkal, iyiliğiyle, dürüstlüğüyle, sevgisiyle buraların simgesiydi. Onu herkes tanır, çok severdi. Ama o zaman çok başkaydı buralarda her şey. Yıllarca yanında çıraklık yaptım, çok iyiliğini gördüm". Kimbilir neden (tahmin etmek de çok zor değil aslında, amcamın da pek söylemek istememesinden de anlaşılacağı gibi) yıllar önce terkedip ayrılmak zorunda kalmış Marco Bakkal çok sevdiği Hasköy'den ve Şişli'ye yerleşmiş. Beş yıl önce de orada vefat etmiş. "Beş yıl evveline kadar birkaç ayda bir sürekli elini öpmek için giderdim Marco Bakkal'a, onu hep çok aradık" diye de devam ediyor sözlerine. Şimdi Marco Bakkal hala bakkal ama başkaları tarafından işletiliyor.

Marco Bakkal'ın bulunduğu sokaktan ayrıldıktan sonra da pek çok yer dolaştık, eskiden Kadı Mahkemesi olan yani insanlar hakkında hükümler verilip idamların yapıldığı ama şimdi çay bahçesi olan - Hasköy'de bu durum çok ilginç, tarihe verilen değer, nargile kafe ya da çay bahçesi boyutunda dolanıyor - bir yerde soluklandık, daha 2 gün önce 9 yıllık bir restorasyondan sonra halka yeniden açılmış olan Aynalı Kavak Kasrı'nı dolaştık ama benim ruhum Marco Bakkal'ın orada kalıverdi. Ayaküstü on dakikada anlatılan o hikayede... Kimbilir söylenmemiş ne acılar, ne sevinçler, ne kopuşlar, ne sevdalar gizliydi o hikayenin içinde...

Ruhun şad olsun sevgili Marco Bakkal... Gittiğin yerde buralarda olduğundan daha az acı vardır umuyorum...

4 yorum:

laleninbahcesi dedi ki...

Geçen yıl, Eyüp İskelesi tamirde olduğu için mecburen eski Galata Köprüsünü yürüyerek karşı iskeleye geçmiştik sanırım Sütlüce İskelesine...İçim cızlamıştı benim de. Arkadaşımla Karaköy İskelesinde buluşmak için, sıkışan trafikte Sirkecide iner koşa koşa Galata köprüsünden geçerdim. Hafta da en az bir kere... Bir kez de sabaha karşı açıldığını görmüşlüğüm vardır.

Nzlı bir kaç yıl Musevi okulunda çalıştığı için Hasköy'de ki Sinagoglara çok giderlerid... Hasköy , Balat , Eyüp oraların beni cezbeden bir havası olmuştur hep. Marco Bakkal için yazdıklarını okurken aklıma Loksandra geldi...Okumadıysan okumalısın mutlaka seveceğinden eminim...

Sevgimle

Vladimir dedi ki...

Sayenizde atelyeden ve bu hoş geziden haberim oldu. Çok teşekkürler.

Leylak Dalı dedi ki...

Zerocum, hayallerimdeki geziyi yapmışsın ne mutlu sana. Sözü geçen Jale Sancak yazar Jale Sancak yanılmıyorsam değil mi? Bilen biriyle gezmek de harika olsa gerek.
Orada sinagogu nargile evi yapmışlar ki o da birşeydir, ben Fethiye Kayaköy'de eşek bağlanmış nice şapel gördüm. İçim acıdı.
Daha nice güzel gezilere diyor sevgiler yolluyorum...

zero dedi ki...

Sevgili Lale, Loksandra'yı okumadım, ama biraz inceledikten sonra kesinlikle okumam gerektiğini gördüm gerçekten. En kısa zamanda... O semtleri eski İstanbul'dan izler bulabildiiğimiz için seviyoruz bence. Ne kadar hırpalanmış olurlarsa olsunlar, hala izler bulmak mümkün çünkü.

Sevgili Vladimir, ne mutlu bana. Galapera'yı takip etmeni tavsiye ederim, her alanda çok keyifli sanat etkinlikleri oluyor, bu geziler de cabası...

Leylak Dalım, evet Jale Sancak o Jale Sancak. ve nasıl pırıl pırıl, enerjik, pozitif bir insan... İstanbul'a çok meraklı, onunla bu geziyi yapmak çok keyifli oldu:)