31 Temmuz 2009 Cuma

Nerdeyse Ay'a gidiyordum!

Efendim, bendenizin uyku dedeyle arasında bazı problemler vardır ezelden beri çözülemeyen. Uyku sırasında çeşitli vesilelerle yanımda bulunan şahsiyetler, her seferinde benim geceleri başkalaştığımdan, nefes almakta değil de nefes vermekte zorlandığımdan ve garip garip sesler çıkardığımdan bahsederlerdi. Ama bana sorarsanız, şimdiye kadar ne duydum, ne de gördüm:) Neyseki kurt kadına dönüşmüyorum, beterin beteri var dedim ve yıllarca bu durumu hiiiç önemsemedim.

Sonra geçenlerde bir vesileyle uyku apnesi denen bir hastalığın olduğunu, bunun uykuda nefessiz kalmakla ilgili bir problem olduğunu ve işin kötüsü de ölümcül sonuçları olan bir sorun olduğunu öğrenince paçalarımın nasıl tutuştuğunu anlatamam. Ya yıllardır amaaan nolcak deyip önemsemediğim bu uyku sorunum uyku apnesiyse ve ben 6 yıldır bu ölümcül sorunla koyun koyuna uyuyorsam?

İnternette uyku apnesiyle ilgili ne kadar yazı varsa okudum, ne kadar video varsa seyrettim, okudukça da izledikçe de evet evet ben uyku apnesiyim dedim ve sonunda kendimi bir uyku merkezinde buldum.

Doktor bey şikayetlerimi dinledikten sonra sorunumun apne olabileceğini, ama apne olmayıp da apneye benzeyen başka sorunlar da olduğunu, tam teşhis koyulabilmesi için bir gece merkezde yatmam gerektiğini ve gece boyunca vücuduma bağlanacak kablolarla beynimin uyku sırasında yaydığı dalgaların izlenmesi gerektiğini söyledi. Zaten işin komik yanı da bu noktada başladı.

Dün gece uyurken beni izlesinler diye uyku merkezindeydim. Hemşire hanım gelirken sadece pijamalarınız ve terliklerinizle gelin demişti ve ben de pijamalarım ve terliklerim kolumun altında kös kös kliniğe uyumaya gittim dün gece:) Güzel adam beni odama yerleştirip el sallaya sallaya mekanı terkettikten sonra kaldık hemşirelerle baş başa.

Aldılar beni her yanı bilgisayarlarla dolu olan izleme odasına. Tamam dedim operasyon başlıyor. Kafamın içine, saçlarımın diplerine garip aseton kokulu yapıştırıcılarla kablolar bağladılar, iki tane göğsüne, iki tane çeneme, iki tane de bacaklarıma. Öyle komik bir görüntüm vardı ki, kendimi aynada gördükçe tamam dedim bu gece çok eğlenceli geçecek. Bir yandan da "eheheh" diye gülüp "millet beni böyle görse amma da makara olurdu ha" demekten de kendimi alamadım. Saçlarımın içinde onlarca kablo, ayağa kalktığım zaman saçlarımdan sarkan kablolar, sanki saçıma beyaz ve mavi tonlarında bir postij yaptırmışım havası veriyordu. Sıklıkla gördüğümde pek şaşırıp bu ne saçmalık yahu dediğim şeyleri "aaa olur mu o şimdi çok moda" diye piyasaya süren modacılarımıza duyrulur. İlginç bir saç modası çıkarabilirler bence bu görüntüden.

Neyse ben vücuduma bağlanacak kablolar bunlarla sınırlı sanmıştım ki meğer çok yanılmışım. Uyku saatine kadar (24.00) kablolarım ve ben odamda oturmuş kitap okuduk. Hemşirenin sürekli gelip "sıkıldıysanız aşağıya inip televizyon izleyebilir ya da bahçeye çıkabilirsiniz" demelerine "hayır ben kitaplarımla mutluyum, teşekkür ederim" derken içimden de bir yandan "yahu böyle uzaylı kılığında, saçlarımdan kablolar sarkarken insan içine çıkar mıyım ben" deyip durdum.

Sonra hadi uyku vakti dendi ve girdik yatağa. Amanın işte o zaman başladı bu kablo çılgınlığı! Ben öncekileri kablo sanmışım, meğer onlar 'kablocuk'muş. Kollarımdan geçen borular mı istersiniz, orama burama takılan aparatlar, ipler, nabız ölçüm cihazları mı istersiniz. Aha dedim sanırım beni Ay'a göndermeye falan karar verdiler. Hani yani bir astronota da uzaya fırlatılırken daha fazla aparat takıldığını zannetmiyorum!

Neyse hemşire en son burnumun da içine bir hortum soktu ve gitmeye hazırlanırken ben o an için dünyanın en saçma sorusunu sordum kendisine. "Uyurken sağa sola dönmemde, hareket etmemde bir sakınca var mı hemşire hanım" dedim. Sanki elimde, kolumda, boynumda, başımda bacaklarımda takılı onca kablonun arasında hareket etmek, sağdan sola dönmek mümkünmüş gibi. "Hayır istediğiniz gibi hareket edebilirsiniz" dedi kadın ama içinden de "hehe dene de gör bakalım" diye gülmediyse ne olayım:) Bir yandan da ben içimden "bu halde hareket edersem kesin gece kendimi bu kablolarla boğarım" diye geçiriyordum:)

Hemşire hanım iyi geceler dileyip beni karanlığın içinde, sürekli yanan kırmızısıyla her hareketimin izlendiğimi hatırlatan kamerayla yalnız bıraktı. Garip bir duygu gerçekten uyurken izlendiğini bilmek.

Tam ne güzel dalmıştım, bir uyurum bir daha da ancak sabah uyanırım herhalde diyordum ki, resmen şeytan dürttü ve bir şey beni uyandırdı. Bir anda zınk diye açıverdim gözlerimi. O sırada ne kadar uyumuştum, saat kaçtı bilmiyorum çünkü odada ne saat, ne de cep telefonu gibi şeylere izin vardı. Sonra dön dön dön (gerçi bakmayın dön dediğime, dün gece yataktaki dönüşlerim 90 derecelik bir açı bile gösteremedi, biz en iyisi kıvranmak diyelim) bir türlü uyuyamadım. "Yahu" diyorum "Zeren uyuman lazım, kızım sen buraya uyumaya geldin, bak uyumazsan neyin olduğunu bulamazlar sonra!" Yok gelmiyor meret! En sonunda dayanamadım, kameraya doğru "hemşire hanım biraz bakar mısınız" diye seslendim, iki saniye sürmedi valla hemen yanımda bitti. Yahu dedim ben uyuyamıyorum, sabaha kadar böyle kıvranıp durucam sanırım, siz en iyisi bana bir uyku ilacı falan verin, yarın geceyi de burda geçirmek istemiyorum yani! "Sakin olun hanımefendi" dedi. Bunu düşünmeyin, rahatlayın, daha sabaha çok var, biraz rahatlayın hemen uyursunuz. İyi hadi peki dedik, yolladık kendisini. Kaldık gene kırmızı ışık kamera ve ben başbaşa. Sonra hakikaten dalmışım bir şekilde.

Velhasıl kelam dün geceyi böyle ilginç atraksiyonlu ve bol kablolu bir şekilde geçirdim. Sonuç mu? Kesin olarak pazartesi belli olacak ama şimdilik doktor bey apne olmadığını, hiç bir zararı olmayan bir nefes verme zorluğu gibi göründüğünü söyledi ama yine de pazartesi kesinleşecek sonuç.

E tabi sevindim ciddi bir şey olmadığına, ama hala diyorum ki madem o kadar bağlandım, e bari şöyle bir uzanıverseydim uzaya kadar yani. Bu kadar hazırlık boşa gitti, cart cart cart iki dakkada çıkarıverdiler bütün hepsini sabah olunca. Nereye gitti onca hazırlık? Çok içimde kaldı yani, o bakımdan:)

7 Temmuz 2009 Salı

Hayatım roman, ama çizgi roman

"Bir anlatsam hayatım roman olur" diyenlerden değilim. Başlıktan bunu anladıysanız hemen uyarayım ki hakkımda böyle yanlış şeyler düşünmeyin. Tam tersine, eğer biri size böyle bir cümleyle başlayan bir söylev çekmeye hazırlanıyorsa siz de benim gibi yapın ve köşe bucak o insandan kaçın. Zira hayatı değil roman, tek bir cümle bile etmeyecek insanlar çok fazla söyleye söyleye bu cümlenin de içi boşaltıldı.

Ama mesela hayatı roman olan değil de, çizgi roman olan biri daha çok ilgimi çekerdi ne yalan söylemeli. Arada bir kendi beynimden geçenleri de böyle 'plop' diye açılan bir baloncuğun içinde sıralanmış olarak görmek çok isterdim doğrusu. Ne biliyim, hayat daha renkli ve komik olurdu sanki:)


Yıllar evvel (2003 yılında) ünlü Amerikan çizgi romanı American Splendor'ın filminin çekileceğini duyduğumda nasıl mutlu olmuş ve heyecanlanmıştım. Ve filmi izleyince mutluğum ve keyfim daha da artmıştı çünkü filmin bir çizgi roman uyarlaması olduğu unutulmamış ve çizgi roman ruhu bütün filme yansımıştı.

Kağıt üzerine çizilmiş ne varsa toplamış, manyak derecesindeki çizgi roman koleksiyoncularından değilim ama olmayı kesinlikle çok isterdim. Ne yazık ki çizgi roman bilincim biraz ileri yaşlarda geliştiği için koleksiyonculuk boyutunda çok geri kaldım ama son derece iyi bir okuyucu olduğumu da söylemeden geçmeyeyim. Çizgiyle desteklenen bu hikaye anlatımının beni hep başka bir boyuta taşıdığını hissettim. Bu iki sanatın birleşimini daima muazzam ve heyecan verici buldum. Çok sevdiğim iki şeyi, okumayı ve izlemeyi birleştirdim ama hayalgücümü es geçmeden, üzerine basmadan, tam tersine onu daha da çok besleyerek, büyüterek.

Yıllar evvel hep gittiğim Kadıköy'deki şirin bir kitapçı dükkanındaki görevli çocuğun "en meraklı ve en heveslisine vereceğim" diye bir köşeye sakladığı "Hobbit" çizgi romanını bana verdiği gün hayatımdaki en mutlu anlar sıralamasında kesinlikle üst sıralarda yer alır. Benim sevgili koca ayaklı minik kahramanlarım Hobbitler yaşamlarının tüm renkliliğiyle çizgi roman olarak sayfaları süslemişlerdi ve o çizgi roman artık benimdi. İyi bir para bayılmıştım, hatırlıyorum ama ne gam! Bir, çizgi roman karakteri gibi topuklarım popoma değerek zıplamadığım, bir de adamın boynuna sarılmadığım kalmıştı.

Sonra yine Beyoğlu'nda bir akşamüstü en sevdiğim kitapçı Robinson Cruise'da arkadaşım Ayça'yla dolanırken onun, raflardan birinde, hayatımın yazarlarından Paul Auster'ın en sevdiğim kitaplarından Cam Kent'in çizgi romanına rastlaması ve bana göstermeden çaktırmadan alıp kitapçı çıkışı bir kafede bana armağan etmesi, benim için inanılmaz mutlu bir andı. Yine topuklarımı popoma deydirecek kadar zıpla(ya)mamış ama bu sefer Ayçacığım'ın boynuna kocaman sarılmıştım:)


Daha böyle o kadar çok an ve beni benden geçiren çizgi roman sayabilirim ki size, keyif veren sahaf ve kitapçı keşiflerinde bulunup çantaya atılmış ve günlerce satırlarında ve çizgilerinde kaybolunmuş... Anneannemin yeşillikler altındaki balkonunda iki sandalyeyi birleştirerek kendime keyifli bir oturma yeri hazırlayıp serin serin az mı keyfini çıkardım o güzelim Corto Maltese'lerin. Aşık olduğum ilk çizgi roman karakteri de o değil miydi ki? Vallahi de billahi de, ne Teksas ne Tommiks, hiç birine vermedim gönlümü ama bir gün denizci kasketi, upuzun boyu ve hülyalı bakışlarıyla Maltalı bu denizciye kaptırıverdim gönlümü.

Ve bugün de beni böylesine mutlu eden bir haber okudum Sevin Okyay'ın yazısında. Aslında haber çok yeni değil, birkaç haftadır kitap eklerini takip etmeyi ihmal etmemin sonucu ben yeni öğreniyorum belli ki ama olsun, geç olsun da güç olmasın diyelim ve bu muhteşem, müjdeli haberi paylaşalım: NTV Yayınları dünya klasiklerinin önde gelen eserlerinden bazılarını orjinal metinlerine sadık kalarak çizgi roman olarak basıyor!!! İlk eser Macbeth, Sevin Okyay'ın çevirisi ve Jon Haward'ın çizimleriyle kitapçılarda çoktan yerini aldı. Ama daha durun! Heyecan bununla da bitmiyor. Bundan sonra neleri basacaklarını duyduğumda, bu haberden sonra bugün hiç bir şeyin beni mutsuz edemeyeceğine çoktan karar vermiştim bile. Kafka'nın Dava'sı, Savaş ve Barış, Suç ve Ceza, Sefiller (çığlık atabilirim:)), Büyük Umutlar, Frankenstein, Dorian Gray'in Portresi, Drakula, Madame Bovary, Dr. Jekyll ve Mr. Hyde, Odysseia... İyi, bu haber beni bayıltmadı:) (Vallahi abartmıyorum, öyle böyle değil, çok sevindim).


Bugün mutlu bir gün! Tarafımdan tarihe not düşülmüştür. Daha geçen gün arkadaşlarla Türkiye'deki çizgi roman kültürünün zayıflığı ve çeşitsizliği üzerine bir konuşma yaparken böyle bir haber almak beni o kadar mutlu etti ki. Artık çizgi romanın sadece Teksas, Tommiks, Örümcek Adam, Batman vs.'den ibaret olmadığı (bunları yermek için söylemiyorum, tam tersine kendi türleri içinde muhteşemdirler, ama işte kendi türleri içinde), her konunun ve hatta bu örnekte olduğu gibi klasiklerin bile çizgi romanının olabileceği, çeşitsizlikten kurtulmamız gerektiği kabul edilmelidir. NTV Yayınları'nı da böyle başarılı bir girişimde bulundukları için tebrik etmek gerek.

Şimdi akşam Beyoğlu'na gidilecek, en sevdiğim kitapçılardan birinden Macbeth alınacak, sonra ayaklarım beni nereye götürürse bir kafede mola verilecek ve çizgilerin dünyasında bir 'göz' olunacak!

Pakize Barışta'nın dediği gibi "artık Macbeth'in elindeki kanı görüyoruz".

2 Temmuz 2009 Perşembe

Kuruçeşme'den bir Arto geçti...

"Merhaba dostlar, size Onno'dan, Hrant'tan, Mevlana'dan, Michael Jackson'dan, Aşık Veysel'den selam getirdim" diye kollarını ve kocaman yüreğini sallaya sallaya sahneye dalan, kafasında ona çok yakışan kasketi ve turuncu t-shirt'üyle bir yürek adamını izledim geçen gün, Boğaz'ın ışıl ışıl parıltıları altında Kuruçeşme Arena'da. Yanımda bir güzel adam, sahnede bir güzel adam... Yüreğim arındı, beynim yıkandı. Gelirken ki benle, giderkenki ben arasındaki farkı bir ben biliyordum, bir de beni gökyüzünden izleyenler...

Arto Tunçboyacıyan, Kardeş Türküler'le birlikte 30 Haziran gecesi Kuruçeşme Arena'daydı. Bilirdim, duyardım, dinlerdim yıllardır ama hiç bu kadar yakın ve bu kadar canlı izlememiştim. Ama kesinlikle dinlemek gerekliymiş, bunu anladım.

Hani bazı insanlar vardır, büyük sanatçıdırlar, harika şarkıları, muhteşem bir sesleri vardır, sizi her dinleyişinizde alır götürürler bir yerlere, bir daha gelemezsiniz; ama konserlerine gidip canlı izlemekle CD'yi player'a koyup dinlemek arasında pek bir fark yoktur. Her ikisinde de iyi müzik dinlersiniz, ama bence sahnede muhakkak olması gerektiğini düşündüğüm o enerji, elektrik, büyü, ritm, tılsım yoktur.

Ama yine bazı insanlar vardır, onları da muhakkak ne yapıp edip sahnede izlemek gerekir. Duruşları, bakışları, hareketleri, mikrofon tutuşları, kelimeleri, adım atışları, ritm tutuşları, her ama her şeyleri sahne için yaratılmıştır. Bir yudum şarabın size yapabilecekleriyle denktir ruhunuza ettikleri. İşte Arto Tunçboyacıyan'ın, sahneye bu kadar çok yakışan, etrafında metrelerce uzağa yayılan bir enerjiyle dolaşan bir sanatçı olduğunu o gece anladım.

İsmen çok tanıdık gelmeyebilir pek çoğunuza. Ama yıllardır çok severek dinlediğiniz pek çok şarkının bestecisi olduğunu, bir de Onno Tunç'un kardeşi olduğunu söyleyebilirim tanıdık gelmesi için. Aysel Gürel'in sözlerini yazdığı Sezen Aksu'nun söylediği muhteşem şarkı İstanbul Hatırası'nın bestecisi, yine Sezen Aksu'nun Beni Al Onu Alma, Gülümse gibi şarkılarının bestecisi olduğunu söyliyeyim, ki benim için Kemal Burkay'ın olağanüstü dizelerini olabilecek en yakıcı melodiyle birleştirerek Gülümse gibi bir şarkıyı ortaya çıkarmış olması bile kendisine hayranlık beslemem için yeterlidir.

Ama onu sahnede izleyince, hayranlık beslemek için bunların çok daha ötesinde nedenler olduğunu da anlıyorsunuz. Her şarkıda başka bir müzik aletinin başına geçişi, bakalım şimdi ne yapacak dedirten muziplikleri en lanet izleyiciyi bile atmosfere sokabilir cinsten.

İnsan olmak, bazen dünyadaki bütün işlerin en zorudur. Koca bir vicdan ve cesur bir yürek gerektirir. Ama öyle boş laftan değil, harbiden! Acılara, kayıplara vicdanın aynasını tutarak aynı mesafeden, "sizden şu kadar gitti, ama bizden de şu kadar gitti" ya da "bizimkiler sizinkileri öldürmüş olabilir ama sizinkiler de bizimkilere şunları şunları yaptı" gibi matematik hesapları yapmadan bakmayı gerektirir. Kaç insan var bunu yapabilen?

Adı Arto olan Türkiyeli bir Ermeni olarak askerde adının zorla Arif dedirtilmesine itiraz ettiği için 8 ay boyunca dayak yemiş ve yaşamı boyunca karşısına çıkan böylesi benzer sorunlar nedeniyle bıktığı için Amerika'ya yerleşmiş ama kendi deyimiyle "Ben orada, burayı, buradakilerden daha fazla yaşıyorum" diyen bir müzisyen...

İyi bir müzisyen olmak zor, ama insan olmak ondan da zor zanaat!

Kuruçeşme'den bir Arto geçti, kulağımda hala

"Ah bu ne sevgi bu ne ıstırap
Bu şarkıyla gönlüm ne harap
Al al olmuş gül yanaklarınız
Bu mahçup nazlı bu eda bu hal
Bir mısra gibi ağzınız
Dillenmemiş dinlenmemiş bakire aşklarda"

dizeleri, yüreğimin bir yerinde koca bir sızı...