28 Ocak 2011 Cuma

İstanbul'da Kore günleri

Minik Koreli bir arkadaşım var artık benim. 2011'in en güzel kazançlar hanesinin başına şimdiden gelip kuruluverdi bile. Proje sunumumun sonrasında yağmur damlacıklarıyla ıslanmış bir pencere kenarına ödül niyetine can dost tarafından kurulmuş sıcacık bir çay sofrasının en güzel ikinci eşlikçisi olarak tavşan eldivenleriyle hayatıma giriverdi.

Bir insanın belli bir yerli olduğunu söyleyebilmesi için illa da orada doğup büyümüş olması gerektiğine inananlardan değilim ben. İnsanın bir yere ait hissedebilmesi için kendini oralı hissetmesi, kültürünü, dilini, hayat felsefesini, coğrafyasını, ruhunu anlamaya çalışması yeterlidir benim için. Hal böyle olunca iki cümlesinden biri Kore olan, Koreli çocuklardan hoşlanıp neredeyse sadece Kore filmleri ve dizileri izleyen, yavaş yavaş dilini anlamaya başlayan, Seul ruhunu belki bir Seullu'den bile daha derinden kavramış, kendine de Suchii diyen, üstelik de harbi bir Koreli gibi çekik gözlere sahip olan bir insan, İzmir'de doğup büyümüş olsa ne fark eder, benim için Koreli'dir, ötesi yoktur:)

Günlerdir projenin vücudumda yumurtladığı stres ve heyecan toplarını patlatabilmiş olmanın huzuruyla yeniden feraha kavuşan bünyemi Kadıköy Çarşısı'nda Hacıbekir'de yenen iki adet kaymaklı lokumla ödüllendirmek ve üşüyen bedenlerimizi eve attıktan sonra aldığımız on küsür filmden hangisini izleyeceğimizi düşünmek... Andan keyif almaksa hayattaki tüm mesele, keyif bu anlarda ve yanımda bana eşlik eden dostlarda toplanmıştı zaten. Hele de bir de bu dostların Koreli olanından kitapçıda dolaşırken gördüğü anda beni anlattığını düşündüğü için resimde görülen Aşk Yemekleri defterini "bu defteri en güzel aşk yemeklerinle doldurmanı ve en kısa zamanda da o yemekleri yapabileceğin aşkı bulabilmeni diliyorum" cümlesiyle hediye almak... Minik şeytanlarım seninle Kore'ye gelmemi söylemiyor değil Suchim, bilmem ne dersin?:)

İşte bunun için bir neden daha... Güney Koreli bir yazar ve onun romanından uyarlanan bir film...

2009'un Ekim ayında tanışmıştım Kazuo Ishiguro ile. Beni Asla Bırakma ile tanıtmıştı bana kendini. Çok sarsıcı bir tanışmaydı. Yıllar içinde beğenip etkilendiğiniz pek çok kitap olabiliyor ama her satırıyla köklerinize kazınan, derinden etkilediğiniz kitapların sizdeki yerini başkalaştırıyorsunuz. Beni Asla Bırakma benim için böyle bir roman olmuş ve o günlerde de benden böyle cümlelerin dökülmesine neden olmuştu.

Beni Asla Bırakma'yı bitirdiğim günlerde etrafımda bu romanı okumuş olan biri olmasını ve kitap hakkında konuşabilmeyi o kadar çok istemiştim ki, kitabı o zamanki erkek arkadaşıma vermiş, okuma sürecini heyecanla ve merakla izlemiş, beklemiştim. Benzer bir süreci Ecem'in okuma macerasında da yaşadım geçenlerde ve bu sürecin sonunda bir ödül daha bekliyordu bizi. Beni Asla Bırakma'nın (Never Let Me Go) Mark Romanek imzalı filmi de kitaptan sonra beyaz ekranda bizi bekliyordu. Günler öncesinde fragmanını izlediğimde sıradan bir kitap uyarlaması izlemeyeceğimi düşünmüş, Leylak Dalım'ın bu yazısı üzerine de neredeyse emin olmuştum.

Evet, Hacı Bekir sonrası gecenin filmi Beni Asla Bırakma'ydı. Bu film de, kitap da üzerine çok fazla şey söylenesi kitap ya da filmlerden değil. Bunu özellikle kitabı okumak isteyenler için yapmak haksızlık olur. Çünkü romanda konu ve kurgu her bölümle katman katman bir gizem perdesi olarak aralanıyor; tedirginlik ve merak artan bir gizemle üzerinize bulaşıyor. Filmde, kitapta çok yoğun bir şekilde hissedilen gizem ve merak duygularının olmadığını söylemeliyim. Konu, hemen filmin başlarında izleyiciye açıklanmış. Bu, kitabı okuyan biri olarak benim için eksiklikti ama yine de çok başarılı bulduğum bir uyarlama olduğunu söylemeliyim.

Kore sevdalısı bir arkadaş, Koreli bir yazar ve onun romanından uyarlama bir film... İstanbul'da Kore günleri diye buna denir sanırım:)

Not: Ezgi Hanım'ın uyarısıyla Kazuo Ishiguro'nun Koreli değil Japon olduğu gerçeğini öğrenmiş bulunuyorum. Nedense bünyem kendisini Koreli olarak kabul etmiş ve Japon olduğu gerçeğini kabul etmiyor. En azından bu yazıdan yanlış bilgi edinilmesin diye 'gerçeği' yine de buraya not ediyorum.

27 Ocak 2011 Perşembe

Mutfağın Okulu biter!

Haziran 2010... Canhıraş bir telaşla hayatına hangi yoldan giderek devam etmesi gerektiğine karar vermeye çalışan, hayatının mottosu olarak Şebnem Ferah'ın "Sil Baştan"ınını seçmiş bir Zeren... İtalya, İngiltere, hatta ve hatta Avustralyalar'a varana dek mutfak sanatları üzerine eğitim alabileceği yerleri araştırırken google dünyasında kaybolan, sonra gözlerine inanamayarak Türkçe bir sayfada "Mutfağın Okulu" başlığıyla okudukları üzerine yönünü belirleyen anneanne evinden yetişme bir mutfak cadısı... Bütün yazı, hayallerini düşleyerek, hayatının değişen yönüne alışmaya çalışarak ve Mutfağın Okulu'nun başlayacağı gün olan 20 Eylül tarihini sayıklarak geçiren bir ben...

Sanki hiç gelmeyecek gibi görünen o 20 Eylül geldi, sonra 20 Ekim oldu, 20 Kasım, 20 Aralık, 20 Ocak... Ve 26 Ocak'ta tarih, Mutfağın Okulu'nun bitiş gongunu çaldı. Eğer dün şu bitirme projesinin heyecanı ve stresi olmasaydı, her boş anımda gözümün önünden film şeridi gibi geçen bu zamanları hatırladıkça mutluluktan, hayatımı yoluna koyabilmiş olmanın gururundan, yaşadıklarımın güzelliğinden ve MSA'dan ayrılıyor olmanın hüznünden gözlerim yaşarabilirdi. Neyseki bitirme projesinin stresi tüm atmosferi kapladı da, bir hüzün topu olarak dolaşmaktan kurtuldum dün:)

7 Şubat'ta staj başlayana kadar 10 günlük bir mutfak molası girdi şimdi hayatıma. Son 10 günde ortalama 4 saatlik uykuyla duran bünyeyi normale döndürebilmek için uyku, MSA harici tüm saatlerimi ipotek altına alan proje ödevi sayesinde uzak kaldığım kitaplarım, filmler, arkadaşlar, özleyenler, özlenenler... Şimdi sıra biraz da bunlarda.

Dün sevdiğim bir sınıf arkadaşım sunumunu şu cümlelerle bitirdi: "Hepimiz buraya başladığımızda bir şef aday adayıydık, bu zorlu ve emek isteyen süreci başarıyla tamamladıktan sonra şimdi artık en azından bir şef adayı olabilmişizdir umuyorum".

Olduk be Efe Şef'im, inanması zor ama olduk galiba!

22 Ocak 2011 Cumartesi

Nurtopu gibi bir stajımız oldu!

"...iki avucumda tutmaya çalıştığım huzur..." diyor kitabın bir yerinde Nazlı Eray. İçimden kayıp geçiyor, bu anlamı kadar huzurlu cümle. Kalemim altını çiziyor, aklım üstünü... Hûşu içinde ilerliyorum Tozlu Altın Kafes'in sayfalarında. Kendini anlatıyor Nazlı Eray bu kitabında, her ne kadar "insan hayatı hiçbir zaman tam olarak karşıya aktarılamıyor. Bir nehir gibi insanın kollarından, parmaklarının arasından akıp gidiyor" diye düşünse de.

Kitabın başında hayatının 10 yıllarına damga vuran olayları yazdığı satırlar üzerine düşündüm bir süre. Sonra kendi 10 yıllarımı düşündüm. 3'üne de ayrı ayrı damga vuran olayları, bundan sonra olacakları, bilinmezliği, gizemi, artık kapımın sonuna kadar açık olduğu hayatın süprizlerini...

Ve ben hayatın akışına, gizemine olduğu gibi bırakmışken kendimi, hemen biri gelip çalıveriyor kapımı. Şimdi içinin süprizlerle dolu olduğunu bildiğim bir 'paket' bekliyor önümde. Perşembe günü "nurtopu gibi bir stajınız oldu" kabîlinden koyuverdiler kucağıma. Eşinin doğumunu heyecanla kapı önünde bekleyen babalar gibi bekledim onu tüm hafta boyunca. Heyecandan ve meraktan mideme giren sancılarla boğuştum, birkaç doz sakinleştirici dost muhabbeti almadan durulamadım.

İsimlere, markalara, kulağa fiyakalı gelen hiçbir şeye takılmadan, sadece benim için iyi olacak şeyleri dileyerek çıktım ben bu yola bundan tam dört ay önce. Bizim için neyin iyi olacağını çok iyi bildiğimizi sanmanın büyük bir yanılgı olduğunu öğrendiğimden bu yana, kendimi takıntılardan uzak tutarak olduğu gibi hayatın akışına bırakmaya çalışıyorum. Tercihlerimi ve eğilimlerimi belirledikten sonra bırakıyorum kendimi hayatın kollarına ve onun benim için iyi ve faydalı olacak şeyleri önüme getireceğime güveniyorum, inanıyorum.

Dört aydır her gün bu duygularla adım atıyorum MSA'ya. Büyük kariyer hedefleri içinde kendini yıpratarak ilerlemeyi seçen insanların ötesinde daha sakinim, hayatın asla tek bir seçenekten ibaret olmadığının farkındayım, sadece keyif almaya ve bu minvalde ilerlemeye çalışıyorum, kendimi kariyer/hırs/para üçgeninde mahfetmeden işimin keyfinin her daim farkında olarak mutfağa sokuyorum. Bu şekilde ilerledikçe de başkalarının elde etmek için kendilerini yıpratmayı tercih ettikleri o 'kariyer'e bir şekilde sahip olabileceğimi biliyorum. Etiketlerin, markaların sadece kendini kandırmaktan ibaret olduğunu öğreneli çok oldu. Her türlü etikete ve markaya sahip olduğum bundan önceki meslek yıllarımda her geçen gün avucumda bir mutsuzluk besledim, büyüttüm. Önceleri ufacık yaramaz bir oğlan çocuğuydu, sonraları semirdi, kocaman bir adam oldu. Ve o gün bugündür, mutluluğun peşine takıldığım andan beri, etiketleri ya da markaları dilemeyi bırakıp sadece "benim için iyi olan"ı diledim. Evrenin ihtiyacım olanı getireceğine olan inancımı hep korudum. Gelecek olan bir olumsuzluk bile barındırıyor olsa "demek bu konuda eğitilmeye ihtiyacım varmış" demeyi tercih ettim.

Perşembe gününden bu yana midemi kavuran merak dalgası yerini huzurlu bir sakinliğe bıraktı. Nazlı Eray'ın dediği gibi "iki avucumda tutmaya çalıştığım huzur"... Bilen bilir, başarılı bir şef ve işletmeci olan Mehmet Gürs'ün mekanlarından birinde ne kadar çalışmak, tecrübe kazanmak ve pişmek istediğimi ama bunca aydır ne özel hayatımda ne de okulda bir kişi bile ağzımdan "illa da onun mekanlarından birinde staj yapmak istiyorum" dediğimi duymamıştır. Diyorum ya, bizim için iyi olacak şeyler belki bizim öngörülerimizin çok ötesindedir, buna inancım sonsuz... Ama yine sonunda dönüp dolaşıp onun restoran zincirlerinden birine düşmesi stajımın, benim için çok hoş bir tesadüf oldu.

Staj mekanım olacak yerin adından, yerinden, markasından memnun olsam da, işin geri planını hala bilmiyorum. Dileğim bana çok şey katacak, güzel, önemli tecrübeler edineceğim, mesleğe dair pek çok bilgiyle pişeceğim bir ortamla ve insanlarla karşılaşmak... Amerikan ve İtalyan mutfağının karışımı olan bir mutfak bekliyor beni 7 Şubat'tan itibaren.

26 Ocak'ta, çok şey öğrendiğim, hayatımın akışını değiştiren, kapısından girdiğim ânı ve o anki duygularımı daha dün gibi hatırladığım, beni nasıl zor zamanların içinden çekip çıkaran, her anını yaşamaktan çok keyif aldığım MSA'dan ayrılıyorum. Ve 7 Şubat'ta yeni bir başlangıç, yeni bir adım, yeni bir kapı açılıyor yine önümde. Üç aylık stajımın bana getireceklerine de kapım sonuna kadar açık...

Üç ay boyunca Meydan'daki NumNum'dayım efendim, beklerim:)

19 Ocak 2011 Çarşamba

"Bedelin pahalıydı, ödedim"... Yeniden...

2009'un Sevgililer Günü'nde yazmışım aşağıdaki yazıyı. Bugün 19 Ocak... 4 yıl öncenin 19 Ocak'ı hayatımın en çok ağladığım günlerinden biriydi. Bugünse gözlerim değil ama içim kan ağlıyor. Sanki bu, daha da kötü. Gidilen bir gıdım yol yok. Tersine, eller, kollar daha bir kana bulanık...

Bu güzel insanın güzel kelimeleri okuduğum ilk günden beri benim için hep ayrı bir anlamda olmuştur. Çok içimde hissetmiş, sanki bu aşk hikayesinin kahramanlarından biriymişim gibi derinden yaşamışımdır her kelimeyi.

İki yıl evvel yazdığım bu yazıyı bugün yeniden paylaşmak, anmak istediğim bu güzel insanı kendi kelimeleriyle selamlamak istedim. Biliyor musun sevgili Hrant, bundan tam 10 ay önce yine bir ayın 19'unda bir rüya gördüm ben. Rüyamda gelip "Rakel'i de vurdular Zeren, inanabiliryor musun, Rakel'i de vurdular" diyorlardı. Senin Rakel'in değildi o gün vurulan, olmasın da, yaşam bu acıyı da göstermesin bizlere. Başka bir Rakel'di o, asla bir Hrant'a sahip olmamış bir Rakel...
----------
Ey sevgilim, ey birtanem, ey 'ben'tanem!
Aç gözlerimi hadi...
Ve anımsa.
Günlük ezberimizin bozulduğu, sıradan söylemlerimizin kekeleştiği ilk göz sevişmelerimizi anımsa.
Sınırlanmış yaşantımızı ilk yırtışımızı...
Dayatılanlara, sunulanlara yenik düşmüş bakışlarımızın ilk dirilişini, direnişini...
Tarih yaratıyordu artık o gözler... Anımsa.
Yüklüydük, gayrı insani yüklerin en ağırıyla...
Aşk bu, kolay mı öyle kapıp da kaçmak? Kolay mı öyle tarih yaratıp da zamanın insafına terketmek?
Sırtlayıp taşınması gerekirdi geleceğe... Beslenmesi gerekirdi.
Azalmanın değil çoğalmanın hücresiydi sırtladığımız... Bütün hallerimizin çekirdeğiydi.
Artık silahımız da oydu... Atom bombamız da.
Nice acılı ve zalim çalkantıların arasından hep onun sayesinde sıyrılacaktık.
Onu kaybetmemeliydik. O bizim tarihte ilk kurtarılacak ve hep kurtarılacak üretim aracımızdı. Zamanla hesaplaşmamızda, didişmemizde, cebelleşmemizde tek kalemizdi. "Büyük dünya"ya karşı verdiğimiz mücadelede "Küçük dünyamız"dı, savunma alanımızdı, sığınağımızdı.
Ey sevgilim, ey aşkım!
Sen var ya sen, hep uğruna mücadele ettiğim barıştın, huzurdun.
Farklı olma hakkımın, eşit yaşama arzumun ve özgürlük sevdamın köküydün. Sen benim sonradan kazandığım sosyal bir hak değil, insan olma temelimdin. Ta kendimdin, halimdin.
Sakındığımdın. Ödediğim bedellerin nimetiydin.
Hep yaşadığım ama hiç erişemediğimdin.
Sevgilim!
İnan ben seni onursuz hiçbir sevdayla aldatmadım.
Bedelin pahalıydı, ödedim... Ödeyeceğim.
Ve günün birinde sevgilim, gözlerim yorulanda...
Çağır çocukları yanına.
Aç gözlerimi son bir kez.
Onlara bebeklerimi göster ve de ki:
"Sizin babanız beni işte bunlarla sevdi."


Bu mektup yıllar evvel Hrant Dink tarafından eşi Rakel Dink'e yazılmış bir aşk mektubu. Hrant Dink, 19 Ocak 2007'de öldürülmeden bir hafta önce Rakel'le birlikte eski mektupları, fotoğrafları önlerine dökmüşler, okuyup okuyup gülüşmüşler.

Sonra bu mektup gelmiş ellerine. Sitem etmiş Hrant. "Ben sana neler yazmışım, bak sen bana hiç aşk mektubu yazmadın" demiş. "Niye yazayım ki" demiş Rakel de. "Sen hep yanımdaydın, söyleyeceklerimi sana söyledim". Hrant'ı yanından bu kadar erken bir şekilde alacaklarını bilseymiş böyle der miymiş? Nereden bilsin! Hepimiz hayatımızı bir gün hiç sona ermeyecekmiş gibi yaşamıyor muyuz?

Hrant bir hafta sonra ebediyen ayrılınca yanından Rakel'in, cenazede okuduğu o tüyler ürperten yazıyı kaleme almış Rakel de, hayatının ilk ve son aşk mektubu olarak atıfta bulunarak. Onu buraya yazmayacağım, merak eden olursa, nasılsa bulur okur. Sadece o yazıdan iki cümle:

"Ben de sana yazdım aşk mektubunu sevgilim.
Bana da ağır oldu bedeli sevgilim"

Benim bu güne, aşka, sevgiye, sevgililere dair söyleyecek daha başka bir sözüm yoktur!

17 Ocak 2011 Pazartesi

Masalım, masalsın, masal...

Yılbaşının geçtiğini kabul etmek istemeyen "zamansız bir çocuk" gizli içimde. Aslında bu aralar gizli değil. Baya ayan beyan ortada. Evde her yanımdaki yılbaşı süslerini kaldırmadığım bir tarafa, halen yenilerini almaya devam ediyorum. Bir sonraki yılbaşına kadar kardan adamlar, noel babalar ve ışıltılı süslerimle birlikte yaşayacağım sanırım.

"Zamansız çocuğum"a ek, bir de "kemirgen bir velet" peyda oldu bu aralar, çoğunlukla midemin içinde ve etrafında dolanıyor. Ana yemek olarak stres, aparatif olarak da heyecanla besleniyor. Staj yerim hala belli olmadı, umuyorum bu hafta belli olacak ve bu, bende biraz stres yaratmış durumda. Önümdeki üç ayı geçireceğim mekanı, insanları, her sabah hangi yolları teperek işe gideceğimi, hangi saat aralıklarında haftanın kaç günü çalışıcağımı, şefimin adını, sanını, geçmişini, profesyonelliğini merak ediyorum, hem de delicesine. Bir de proje sunumum haftaya. Onun yarattığı stresten hiç bahsetmiyim, yoksa bu yazı okunmaz olur. Zor bir iki hafta beni bekliyor kısacası. İçimdeki "Bayan Teselli", sen ne zor haftalar atlattın be Zero dese de, laftan anlamayangillerden bir meret bu heyecan.


İçinde "hareket karakterdir, hiç bir şey yapmazsak hiç kimse olamayız" diye bir cümle geçen bir film izledim bu haftasonu. Vurdu geçti film. Üstelik ilk izlemem de değil bu. İkinci izleyişimde film geldi içime oturdu. Adı An Education. Aşk Dersi diye çevirmişler Türkçe'ye. Kızsam mı, kızmasam mı bilemedim. Gerçek bir aşk dersi var ortada çünkü. Ama mevzu sanki sadece aşkmış gibi görünse de, aslında sadece aşk değil, daha topyekun, daha ağır top bir ders söz konusu. Kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenen, güçlü, iradeli, taş gibi bir genç kızın hikayesi An Education.

60'ların Londra'sına en çok yakışan mevsimin de kış olduğuna karar verdim filmi izlerken bu arada. Kendi şehrime de istedim bu beyaz örtüyü. Şöyle adam gibi bir beyazlık yaratmadan gidivermesin diye kışa da pek bir çemkirdim ama söz dinler mi bilinmez!

An itibariyle Floransa Büyücüsü'nü bitirmiş bulunuyorum. Masalsı, buram buram mistisizm kokan, bol büyülü, büyücülü, 21.yy'da yazılmış bir 15. yy masalıydı Floransa Büyücüsü. Bazı kitaplar sizden fazlasıyla emek ister okurken. Cümlenin başından girip de sonundan çıkana kadar geçen zamanda her kelime, üzerinde durmayı, düşünmeyi talep eder. İşte böylesi bir kitaptı Floransa Büyücüsü. Farklı bir Binbir Gece Masalı'ydı sanki. Ama bir bölüm kaldı ki bende, paylaşmadan edemeyeceğim:

Öpmek için hafifçe büzülen bir çift kadın dudağı hayal edin. İşte Floransa şehri de böyledir; kenarları dar, ortası şişkin dudaklarının arasından akan Arno Nehri, üst ve alt dudağı birbirinden ayırır. Bu şehir bir büyücü kadındır ve birini öptüğünde, ister sıradan biri olsun ister kral, mahveder onu.

Floransa bundan daha iyi tasvir edilmiş midir, hiç bilmiyorum ama bu, okuduğum harika bir şehir tasviri olarak bendeki yerini aldı.

Bir büyücü kadın da İstanbul ki, öpücüğü çoktan almış biz sevgili kullarının mahvoluşu, en şaire masallara yakışır cinsten kanımca. Gidene de hayat yok, kalana da. Her birimiz kör aşık...

13 Ocak 2011 Perşembe

"Yolunuz açık olsun!"

"Bundan sonra sizin için söyleyebileceğim tek şey, yolunuz açık olsun arkadaşlar!" Mehmet Şef'in bu cümlesiyle sonlandı bugünkü ders. Henüz daha 2 haftamız var MSA'yla vedalaşmak için ama her geçen gün yeni finaller yapıyoruz. Bir şef "bugün sizinle son dersimiz" diyor, diğeri "yolunuz açık olsun." Ve ben geçen zamana hâla büyük bir şaşkınlıkla bakıyorum. Nasıl yani dört buçuk ay geçti mi gerçekten? Ama ben daha dün mutfağa girdiğimin ikinci gününde gürül gürül yanan koca ocakların üzerinde tencereyi yakıp şeften ilk azarımı işitmemiş miydim?

Şubat başında başlayacak olan stajımda bakalım hayat yolumu şehrin hangi bölgesine, hangi mekanlarına düşürecek, kimlerle ve nasıl insanlarla mutfakta omuz omuza yemek yapmayı nasip edecek? Kendimi bu bilinmezliğin heyecanına bıraktım, bekliyorum, umuyorum, diliyorum.

Şef yolunuz açık olsun dedi, ben de açık olmasını ümit ettiğim yolumu bugün Kadıköy'e çevirdim. Özlenen bir dostla içilmesi gereken bir fincan kahve, edilmesi gereken sohbetler, alınması gereken bir kitap vardı.



Ta yaz aylarından kurulmuştu bugünlerin hayali. "Kış gelsin, yağmur yağsın, soğuklar bastırsın, Kadıköy Çarşısı'nda üşümüş iki kafadar ısınmak için çini karolu o nostaljik mekana Hacı Bekir'e koşsun, bir iki kaymaklı lokum, birer fincan da kahve söylesin". Benzer cümleleri kaç yüz kez kurmuş olmalıyız ki yolumuz sık sık bu sevimli mekana düşer oldu. Geçer mi denen zaman geçti, mevsimler döndü. Bizeyse fincanlarımızın başında oturmuş geçen zamanın hayatımıza getirdiklerinin sohbetini yapmak düştü.

Geçen yılın son çeyreğinde hayatıma giren ve kesinlikle damgasını vuran ışıltılı, güneş gibi bir kadın var ki, bugün onun armağanı da günümü anlamlandırdı. 319 sayfalık bir kitap yazmış, sayısız biz okuyucu dostlarına armağan etmişti. Evet, Nazlı Eray'dan ve son anı kitabı Tozlu Altın Kafes'ten bahsediyorum.

Kelimeler bazı bünyelerden daha bir ihtişamlı dökülüyor satırlara. Kağıt üzerinde duruşları daha bir havalı oluyor. Okuduğunuz ilk satırlardan hissediyorsunuz yazanın yazıyla, hayatla, hikayelerle ilişkisini. Nazlı Eray böyle bir kadın, böyle bir yazar. Başka bir insanın onu anlatmak için seçeceği kelimelerden ziyade yine onun satırlarıyla onu okumak en iyisi. Tozlu Altın Kafes, bunun için yazılmış, bir anı roman...

"İstanbul'un en güzel, en ince minareleri kalbime saplanmıştı sanki, avucumda kırılan nardan üzerime kan akıyordu. Kaçtım şehirden. 18 yaşındaydım, hayat önümde upuzun bir yol..."

Arka kapaktan iki satır... Diyorum ya, bırakmalı kendi, kendini anlatsın.

Uzunca bir süredir Salman Rushdie'nin Floransa Büyücüsü'nü okuyorum. Onu bitirmeden başlamayacağım Nazlı Eray'a. Ama ne ilginçtir ki, bir süre daha beklemesi gereken kitabı karıştırırken fotoğrafların arasında Nazlı Eray'ın Salman Rushdie ile çekilmiş fotoğraflarını görüyorum. Bu aralar kalbime dokunan iki yazar, birden bire aynı sayfada karşıma çıkıveriyor. Bana bakan ve gülümseyen bir fotoğrafta... Gıyaplarında teşekkür ettim, çok şeye, bende dokundukları hikayelere...

Floransa Büyücüsü'nün tek talihsizliği hayatımın fazla yoğun bir dönemine gelmiş olması. Sadece MSA değil, bastıran ödevler ve proje sunumunun yaklaşması da zamanı benden ziyadesiyle çalıyor. Halbuki bir masalda gibiyim Floransa Büyücüsü'nün satırlarında. Sanki Binbir Gece Masalları'nın yeni bir versiyonunu okuyorum. Mistik hikayelerden beslenen Doğu'nun kalbinin attığı noktaları yakalayabilmesi ve aktarış şekli hoşuma gidiyor Rushdie'nin. Hayatlarımızın sert gerçekliğinden böylesi bir roman sayesinde çıkabiliyor olmak, bilmediğim pencereleri açıp bilmediğim nefesleri almak keyif veriyor.

Şimdi bir roman elimde, diğeri başucumda gecenin geri kalanına yollanıyoruz. Zira masalım yarım kaldı. Şimdi Kara Gözlü kayıp prensesin gizemli hikayesine devam etme zamanı...

9 Ocak 2011 Pazar

Şeflerin Eminönü çıkarması, kestane ve dostlar...

İstanbul'da yaşadığını Boğaz'ın Haliç yakasına geçtiğinde hissedenlerdenim ben. Hayata dair saf gerçekliğin biraz olsun kırıldığı yerlerdir benim için Haliç bölgesi, Eminönü, Karaköy, Eyüp civarları. Büyü vardır, sihir vardır, nostaljiyle harmanlanmış bir 'an' vardır o sokaklarda, çarşılarda. Çay sadece çay değil, ruha ve bedene enerji veren bir şuruptur sanki; kahve sadece kahve değil, bedene şifa veren bir ilaçtır. Mısır Çarşısı'ndan yapılan baharat alışverişi sadece bir alışveriş değil, bir tutam ondan bir tutam bundan bir büyücülük sırrıdır. Gizli saklı labirent sokaklarıyla keşfedilmeyi bekleyen bir mahzen gibidir her yan. Rutubet kokulu, daracık bir dükkanın tahta raflarının üzerinde aklınıza hayalinize gelmeyecek mucizevi bir eşyaya rastlayabilir, o gün kendinizi hazine bulmuş gibi şanslı hissedebilirsiniz.

Cuma günü okuldan iki şef arkadaşımla birlikte kendimizi Eminönü mahzeninde keşfe çıkardık. Serin ama güneşli bir hava, girilip çıkılmayı bekleyen yüzlerce dükkan, şef adayı olmaktan mukabil nerde bir züccaciyeci, bıçakçı, meslek kıyafeti satan dükkan görse dalmadan duramayan ve bir dükkanda rastladıkları şef bıçaklarını görünce ağızlarının suyu akan biz üç yeniyetme aşçı, aç karınlar, arka sokaklardaki saklı mekanlarda doyurulan karınlar, mutfağa dair bitmeyen sohbetler, sorduğumuz sorulardan profesyonel olduğumuzu anlayan dükkan sahiplerinin "hanginiz aşçısınız" sorusuna "üçümüz deeeeeeeeeee" diye verilen coşkulu, gururlu cevaplar, gülüşler, kahkahalar, fotoğraflar ve elbette olmazsa olmaz vapur keyfi... İşte mis kokulu, pırıl pırıl cumanın kısa özeti. Üç arkadaş ayrılırken kendimize güzel bir İstanbul günü hediye etmiş olmanın teşekkürünü ettik birbirimize.

Üstelik çok istediğim makarna makineme de kavuşarak döndüm evime, dün gelmiş olan arkadaşlarıma ilk ürünlerini verecek olmanın sevincini de yaşayarak. İki hafta önceki makarna dersimizde bir kere daha gördüm ki hamurla aramdaki ilişki tarif edilemez boyutta keyifli. Ekmek hamuru, kurabiye hamuru, makarna hamuru, şeker hamuru vs hiç farketmiyor, ellerimin altında şekillenmeye hazır bir hamur olsun yeter.

Eminönü'nün ara sokaklarından birinde duvar kenarına tezgah açmış yaşlı bir amcanın sattığı ceviz büyüklüğündeki koca kestanelerde de aklımız kalmadı değil. Amcanın kestanelerine bakıp "amcacım ne kadar güzel kestane bunlar maşallah" deyince kendisinden "size de maşallah" diye cevap almak da ayrı bir komediydi tabi.

Yaratıcı, cesaretlendirici, yergiden çok şevk veren şeflerimizden Osman Bahadır Şef'in Food&Travel dergisindeki bu ayki yazısının kestane üzerine olduğunu bugün okumuş olmam şanssızlık, yoksa ben o kestaneleri hayatta kaçırmazdım. Kestanenin az bilinen üç kullanım şekline yer verdiği yazısını, kış aylarının vazgeçilmezi bu sebzeye sevdalı olanlar kaçırmasın derim.

Tüm cumartesi mutfaktan hiç çıkmadığım (hatta cuma gecesini de sayarsak 24 saati aşan bir süre) mucizevi bir gün yaşadım. Çok sevdiğim, çok özel konuklarım vardı. Eski dostlar... Bana son altı yıldır yaşadıklarımın ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatan, 'biten şeyler'in içinde 'bitmeyen şeyler' de olabileceğini kanıtlayan özel dostlar... Ne kadar farkındalar bilmiyorum ama benim için çok kıymetliler. Aralarından birkaçının bu satırları okuduğunu biliyorum, o nedenle bu satırlar bunu söylemenin bir vesilesi olsun.

Konukların maneviyatı böyle 'ağır' olunca hafta boyu o ağırlığa yaraşır bir menü hazırlama telaşı vardı bende de. Gece sonunda kaç kilo almış olabileceklerini tartıştıklarını düşününce sanırım hedefime ulaştım:) Aralarında kilo alması gerekenler olduğunu belirtiyim ki kötü bir arkadaş olduğumu düşünmeyin sakın:)

Tiramisu tadında giriş yaptığım haftasonu tatilimi, Yunanistan fatihi arkadaşımın hediyesi güzel bir Yunan şarabı ve yine çok sevgili bir diğer arkadaşımın [bu ikisi sevgili olur:)] şarabı tamamlayıcı 'gitarcı şaraplık' hediyesi nedeniyle şarap tadında noktalıyorum.

Her biri... İyi ki vardılar, iyi ki hep varlar...

6 Ocak 2011 Perşembe

Tiramisu tadında bir gün...

Bir kurabiye tadında başladı aslında bu hafta. Boğaz'da bir iskele kenarında sıcak bir bardak kahvenin içine batırılarak yenen kıtır bir kurabiye tadında... Yılbaşındaki çam ağacı kurabiyelerim gibi portakal çiçeği kokusunda... Deniz vardı, vapur vardı, İstanbul vardı, konuşan iç seslerim vardı.

Sonra güzel bir filmin yan yana iki sinema koltuğunda buluşturduğu iki dost vardı. Uzun zamandır görülmek istenen ama ancak 2011'in ilk günlerine nasip olan bir film: Abbas Kiarostami'nin Aslı Gibidir'i... Aylar önce Filmekimi'nde tam da benim doğum günüme denk gelen günde biletler alınmış, istikamet Beyoğlu olarak belirlenmişken gribin nifak soktuğu bir talihsizlik yaşamış, izleyememiştik. Kısmet geçen güneymiş.

Zihne mi, kalbe mi, ruha mı yoksa her an gözünüzün önünde olsun diye bir kağıdın üzerine mi yazarsınız bilmiyorum ama "her bünyeye lazım" cinsinden onlarca cümleyle dolu olan bir filmdi Aslı Gibidir. "Hayatı basitleştirmektir aslolan" diyordu "ama zor olan da aslında basit olmaktır". "Hayatı akışına bırakarak yaşamaktır biraz da" diye devam ediyordu sonra. "İlkbaharda yeşillenip meyve veren bir ağacın sonbaharda solup yapraksız kalmasından üzüntü duymamak gerekir, hem yapraksız bir bahçeye de kimse güzel değildir diyemez".

Bir Juliette Binoche karesi kaldı filmden aklımda. Gözlerini, karşındaki son derece ilgisiz erkeğin gözlerine dikmiş, söyledikleri üzerine gözünü bir kere bile kırpmadan bir sicim yaş akıttığı o sahne... Hani karşımdakinin bir film, olayın da kurgu olduğunu bilmesem, bu kadının ne kadar içten yaralı olduğunu görüp onunla birlikte üzüleceğim. Yüz bininci kez söylediğim gibi Juliette Binoche bu sinema dünyasında altın gibi parlayan bir cevher...

Bugünse kurabiye tadında başlayan hafta yerini tiramisu tadında bir evreye bıraktı. Tiramisu lafını duyan kulak, sanıyor ki bu tat da kurabiye tadı kadar hoş olur, lezzetli olur. Olmasına olurdu da, tiramisunun kreması kesilmeseydi, dördüncü pratik sınavda bu satırların yazarını, bir saatlik sınavda boşa giden en az on beş dakika nedeniyle panikletmeseydi, stresten iki ayağını bir pabuça sokmasaydı olabilirdi, pek âla lezzetli bir geçiş olabilirdi.

Ama gün lanet başladı ben ne yapabilirim. Okula varana kadar yolda en az bir elin parmağı kadar (fazlası var, azı yok) 'akıllı' vatandaşımızla dalaşmayı başarıp "bugün bütün manyakları dışarı mı saldılar" modunda takılırken anlamalıydım aslında günün son tersliklerinin bunlar olarak kalmayacağını. Üzerimde lüzumsuz bir stres, günler sonra erken yatıp uykumu almış olmama rağmen dinmeyen bir uyku hali, lahana misali kat kat üstüne giyinmekten yuvarlanarak yürüme haline gelmeme rağmen ısınmayan bedenimle homurdana homurdana vardım okula.

Güyya çok kolay geçecek sınav. Rosto edilmiş domates çorbası ve tiramisu kolay, bir tek risotto sorun çıkarabilir, o da tam sunum sırasında hiç bekletmeden şefe servis etme anını denk getirebilmek açısından. Yoksa onu da ayarlarsan her şey çocuk oyuncağı(!). Bir tek süreyi bir buçuk saatten bir saate düşürdüler ama o da dert değil, seri olunursa kolay her şey modunda takılıyoruz. Ta ki çok sevdiğim, onun da beni çok sevdiğini sandığım tiramisunun kremasına, en son krem şantiyi eklediğim ve hızlı olmak adına can havliyle karıştırmaya başladığım ve kendisinin benim hızıma dayanamayıp kesildiği âna kadar... Halbuki Soner Şef uyarmış "kremşantiyi koyduktan sonra sakın çırpmayın, sadece basitçe karıştırın" demişti. Bilmiyor muydun, biliyordun! Dinledin mi, dinlemedin!

Biliyorum hayat bir tiramisu kremasının çok ötesinde kıymetli bir şey. Çok şükür sağlığımız yerinde, sevdiklerimiz yanımızda... Strese, paniğe, kalp çarpıntısına ne gerek var değil mi? Aklı başında Zeren bunları çok iyi biliyor da, işte öyle bir saate sıkıştırılmış bir sınav ortamında, Mehmet Şef'in "son yarım saat" çığlıkları saattin tiktakları misali kulağınızda çınladığında, 'hayat güzel, çiçekler açmış, gökkuşağı da çıkmış' modunda kalamıyorsunuz. Sanki bütün dünya o anda o mutfakta, çalıştığınız o tezgahta atıyormuş gibi bir hale kapılıyorsunuz. Bağımlılık yapan bir adrenalin durumu bu.

İlk tiramisunun kreması çöpe gidip ikinci tiramisuda işi tutturup ama bu arada gerim gerim gerilip stresten der top olduktan sonra sunumumu yapıp yerime döndüğümde ağzımdan "ben birkaç gün yemek memek yapmak istemiyorum" gibi bir laf çıktığını hatırlıyorum. Ama bu kadar da sözünde duramayan, dediğini dakkada unutan bir insanım ki, okuldan çıkıp eve gelirken cumartesi ağarlayacağım arkadaşlarım için yapacağım yemeklerin listesini düşünüyordum aklımdan keyif gülücükleriyle. Çok tutarsızım çok:)

Velhasıl bugünün rengi de böyle oldu. Üzeri bol kakaolu, krem tonlarında bir tiramisu rengi... Bakalım haftasonuna doğru daha ne tatlara evrileceğiz:)

3 Ocak 2011 Pazartesi

2011 model yazı

Nasıl oluyor o demeyin, ben de bilmiyorum. Öylesine geldi aklıma:)

Bir ince bellinin belini saran tavşan kanı bir bardak çay ısıtıyor şu an bugün çok üşümüş olan bedenimi. Okul dönüşü, yolu uzatıp vapura doğru vurdum adımlarımı. Beşiktaş'ta deniz kenarında bir parça İstanbul çektim içime. Deniz kenarında üfür üfür esti içime Boğaz'ın ayazı. Kapişonunu da başıma çekince içinde kaybolduğum paltomun altından bol bol baktım O'na, seyrettim. Seni o kadar seviyorum ki, 2011 aramıza hasretler sokarsa ne yapabilirim sence, bırakıp gidebilir miyim seni dedim. Verdiği cevap biraz su serpti yüreğime. Nereye gidersen git, ben hep burdayım, her zaman beklerim seni dedi. Velhasıl biraz konuştuk İstanbul'la.

Şimdi yanaklarıma yaslıyorum arada sımsıcak çay bardağını. Derinlerime kadar işliyor sıcaklık. Anlayacağınız 2011'in üçüncü gününde payıma bolca İstanbul, biraz yağmur ve biraz da üşümek düştü. Ha bir de minik ekmekçiklerin üzerine çeşit çeşit kanepeler hazırlamak... Mutluyuz, gururluyuz:)

Her yeni haftanın başında derse, şafak sayan askerler misali geri sayım yaparak başlıyor şef. Bugün itibariyle sadece dört hafta kaldı geriye. 27 Ocak'ta okuldaki finalimizi yapıyoruz, 3 Şubat'ta staj başlıyor. Tatatatam! Yeni bir heyecan, yeni bir süreç...

Hayatımın en keyifli yılbaşılarından birini geçirdim. Bu kadar keyifli olduğum bir günü tarihe not düşmezsem olmaz. Yanımda sevdiklerim, etrafımda çınlayan kahkahalar, müthiş huzurlu ve mutlu olduğum bir ev, tabağımda leziz yemekler, bardağımda en sevdiğim içki, saatler ilerledikçe kafası hoş olan bir Zeren, çakırkeyif kafayla sabaha karşı 4'te cenga ve tabu oynama komedisi (komedi bunun neresinde derseniz, 2 duble rakı, 7-8 şad tekiladan sonra oynamayı deneyin, görürsünüz:))

Ben yılbaşı gecesi kadar ertesi sabahı da çok severim. Yemek ve içki konusunda bünyeyi zorlayan bedenler, demlenmiş mis gibi bir demlik çayla kendine geliverir. Bizimki de öyle oldu vesselam. O çayın ilk yudumu boğazımızdan geçtiğinde hepimizin bedeninden bir oh sesi yükseldi. 2010'un son ayında "sıcak şarap, sıcak şarap" diye sayıklayan biz 'komedi dans üçlüsü'ne, 2011'in ilk günü verdi bu hediyeyi. Kadıköy'ün çok sevdiğim, 21-24 yaşlarımda çok sık gittiğim mekanlarından biri olan Trip'te tarçın, portakal kabuğu ve armut kokulu bir bardak sıcak şarap armağan ettik kendimize.


Giden yılın son haftalarında başucumda hep bir kitap eşlik etti bana. Şu derya-deniz blog dünyasının güzel ve özel kadınlarından biri tarafından hoş bir günün hatırası olarak "senin bu kitabı okumanı ve yazmanı çok istiyorum" diyerek armağan edilmiş bir kitap... Susamlı Halkanın Tılsımı...

Simit benim için çay demektir, değişmez ve olmazsa olmaz bir ezber gibidir bu ikili. O nedenle tıpkı simidi yerken olduğu gibi, şimdi hikayesini okurken de hep bir ince belli bardak eşlik etsin istedim zihnimden giren kelimelere. Her sabah 5.30'da başlayan maceramla evden ayrılırken de, akşam saat kaç olursa olsun eve varırken de o hep başucumda, bıraktığım yerde beni bekledi.

Bir yandan okuyorum, bir yandan Brajeshwari ile konuştuğumuz gibi kendi simit hikayelerimi düşünüyorum. Simidin benim için ifade ettiği anlam içinde, birikmiş o kadar çok anım ve hikayem var ki... 221 sayfalık bu maceranın sonuna geldiğimde bunları yeniden paylaşmak istiyorum. Bu yazıya başlamadan evvel okuduğum şu satırlardır şimdi bu kitaptan bahsetmemi zorunlu kılan:

"İnce belli", çayını "tavşan kanı" tabir edilen renkte görmek, avucunda müşfik sıcaklığını hissetmek, içine şeker atıp kaşıkla çevirirken musikisini yaşamak isteyen insanımızın tüm beklentilerini karşılayan bir buluştu.

Çay kaşığının musikisi... O kadar hoşuma gitti ki bu ifade. Her ne kadar 10 küsur yıldır çayı şekersiz içtiğimden bu musikiyi çıkartamıyor olsam da, şekerli içenler sağ olsunlar mahrum bırakmıyorlar bizleri:)

Yarın sabah kepekli tostumu bir günlüğüne boşuyorum. Yaşasın simit, peynir, çay üçlüsü!