29 Kasım 2011 Salı

Gidenler, gelenler, kalanlar...

"Neden böyle bilge insanlar yok artık?" dedim sinema çıkışında anneme. "Vardır belki tek tük ama onlar da olsa olsa bizim nesilden kalmıştır. Senin nesilde bulunacağını hiç sanmam" oldu onun cevabı. Denizde bir kum tanesi...

Karanlık bir sinema salonu, önümüzde kocaman bir perde... Film başlar başlamaz belki de dünyadaki en berrak denizlerden birinin muhteşem görüntüsü... Beslediği iki yakanın insanlarının yüz yıllar içinde ne acılarına, ne şenliklerine, ne ölülerine, ne kavgalarına, ne barışmalarına şahit olmuş, şimdilerde sınır mahiyetinde ama aslında en derin birleştiriciliğin timsali pırıl pırıl Ege Denizi...


Birkaç sahne sonra kırık beyazı takım elbisesi, aynı renkteki fötr şapkasıyla olağanüstü yakışıklılıkta 60'larında muhteşem bir beyefendi. Adım adım yürüdüğü arnavut kaldırımlı dar kasaba sokaklarını inleten, geçtiği her dükkandan, selam verdiği her insandan saygı gören, ettiği en sünturlu küfürlerin bile ağzına nice neşeli lakırdılar gibi yakıştığı bir Ege beyefendisi... Ağzına küfür yakışan beyefendi mi olur demeyin! Çağan Irmak'ın son filmi Dedemin İnsanları'nın Mehmet Efendisi'ni izleyin de, bir beyefendiye küfür nasıl yakışır; adabıyla, yolu yordamıyla, kabalaşmadan küfür nasıl edilir; aslında küfür dediğiniz şey nasıl olur da kabalığın değil, bir üslubun ifadesi haline dönüşür, görün. Sizi bilmem ama ben filmin DVD'si çıktığında alıp, karşısına geçip satır satır tüm küfürleri not etmeyi ve mümkünse lügatıma katmayı düşünüyorum, yani o kadar!:)

Çağan Irmak, Türkiye'de çok da fazla değinilmeyen bir konuya el atmayı seçmiş: mübadele! Özellikle sinemamız, yakın tarihimizin en acımasız, en trajik hikayelerine sahne olmuş o talihsiz dönemi şimdiye kadar oldukça görmezden gelmiş durumda. Bir de sanki gidenlerin hikayelerini daha çok biliyoruz da, gelenlerin yaşadıklarına dair bir sessizlik hakim. Gidenlerin, gittikleri yerlerde bu memlekete dair özlemlerini duymayı çok seviyoruz, "ya işte bizim memleketimiz böyle sevilesi bir yer" gururunu yaşamak pek güzel geliyor ama aslında gelenlerin de doğup büyüdükleri Ege'nin diğer yakasına ait özlemlerine kulaklarımız çokça tıkalı. Nedenini anlamak zor değil. Çağan Irmak da filminde buna çokça değinmiş zaten. Öz be öz Türk de olsan, doğup büyüdüğün şimdinin Yunanistan topraklarına özlem duymak, hemen 'gavur' damgası yemene neden olurmuş o zamanlarda. Yüzüne açık açık söyleyemeyenler, hababam arkadan konuşurlarmış.

Çağan Irmak filmleri hakkında konuşurken en sevmediğim şeylerden biri, çok abartılı bir durum olmadığı takdirde filmin teknik yönlerine dair olumsuzlukları belirtmektir. Dileyen dilediğini söylesin tabi de, bana sorarsanız o, filmlerinin gücünü işin tekniğinden değil, insan ilişkilerini yansıtmadaki başarısından alıyor. Ve Dedemin İnsanları da bunu yine çok iyi başardığı bir film. Her bir karakteri izlemekten büyük keyif aldım da, Çetin Tekindor'un devleştirdiği Mehmet karakteri içime usul usul üfledi sanki.

Başta sorduğum soruya gelecek olursam, şimdilerde neden böyle bilge insanlar olmadığı sorusuna... Çok acı ama kabul edilesi bir gerçek sanırım ki, acılar insanı olgunlaştıran, bilgeleştiren, demlendiren gül dikenleri. Yaşamının başlarında, hayatın bir insana sunabileceği en yoğun acılarla yüzleşmek zorunda kalan insanlar, geri kalan yaşamlarına derin bir hoyratlık, savurganlık ve özensizlikle devam edemezler kanımca. Yitirilebilecek olanların daha en başından farkına varmış olmak, sonrasında sahip oldukları her komşunun, eşin, sevgilinin, çocuğun, yuvanın, dostun, börtünün, böceğin kıymetini bilmelerine neden olur. Şimdilerde her şey korkunç bir maddiyatla çevrelenmişken farkına varamadığımız şeyler bunlar olsa gerek diye düşünüyorum.

Beynimde tüm bu düşünceler dolanır, iki saat boyunca girmiş olduğum dünyanın güzel insanlarını öyle hemen bir kenara bırakmak istemezken eve geldim, televizyonu açtım ki, evlilik programlarından birinde kadının teki koca adayında istediği özellikleri anlatıyordu: evi olsun, arabası olsun, bankada parası, iyi bir maaşı olsun, boyu uzun, kilosu 80 civarında, bir de esmer olsun, kaşı, gözü, saçı, sakalı en kara kara olanından...

"Heh" dedim ben de kendi kendime "senin de sorduğun soruya bak be Zeren! Hangi dünyada, nasıl insanlar arıyorsun? Bizim zamanımız bu zaman artık!"

27 Kasım 2011 Pazar

Gittiğin yerde de yazıyor musun acaba?

Sabahattin Ali okumanın ne kadar acıtan bir şey olduğunu unutmuşum ben. Geçtiğimiz hafta satır satır bunu hatırlarken bir yandan da kendi Sabahattin Ali günlerimin geçmişine doğru bir yolculuğa çıktım. Of ki ne of!

Hayatımdaki çok sevdiğim birkaç kadının sanki sözleşmişler gibi - ki tanımıyorlar birbirlerini - Sabahattin Ali okumalarına şahit oldum bu aralar. Hem de tek bir romanını, Kürk Mantolu Madonna'yı. Bu bir işaret olmalı, yeniden okumaya ne dersin diye bile soramadan kendime, bir de baktım 30. sayfada buluverdim kendimi. Sonrası zaten su gibi akıp gidiverdi. Lakin biraz acı bir su...


Türk edebiyatının da, Sabahattin Ali külliyatının da A'sı gibidir Kürk Mantolu Madonna. Okumadan hep bir şey eksik kalır. Ancak okunduğunda hissedilecek bir eksikliktir o.

Neredeyse 8-9 yıl evvel ilk okuduğumda, Kürk Mantolu Madonna karakterinin, aşka, sevgiye, bağlanmaya yani bunların romanda kimlik bulduğu Raif karakterine olan yaklaşımını kendime çok uzak bulmuş, anlamakta zorlanmış, sorgulamıştım çokça. Şimdi, yaşanmışlığıma bu kadar yıl daha ekledikten sonra o güzel kadını, aslında belki daha duygusuz, daha soğuk görünen ama özünde içindeki kocaman boşluğu doldurma çabası içindeki o yalnız kadını, çok daha iyi anlıyorum. Aynı romanı farklı zaman dilimlerinde okumanın hep farklı tatlar bıraktığını bilirdim de, bu kadar derinden tecrübe ettiğim hiç olmamıştı. Yıllar beni daha naif, saf, hesapsız kitapsız aşık Raif'ten, bir insanın bir başkasını sonsuz bir derinlikte sevebileceğine İNANMAYAN, temel sorunu İNANMAK olan Kürk Mantolu Madonna'ya daha çok yaklaştırmış. Büyük aşklara, sevgilere hala inancım tam ama buna ne kadar inanıyorsam, her sevginin bitebilirliğine de aynı oranda inanıyorum. Biri hariç...

Bana sorarsanız, hayatta bitmeyen, tükenmeyen tek sevgi anne-babanın çocuğuna beslediği sevgi. Çocuğun bile anne-babaya olan sevgisi değil. An geliyor çocuğun, annesine-babasına beslediği sevgi bile bitebiliyor ama anne-babanın sevgisi her şeye rağmen, tüm hatalara, hasarlara, acılara rağmen yerinde kalıyor. Elbette istisnalar vardır, lafım onlara değil.

Düşünüyorum da Sabahattin Ali, ben seninle tanışmayı ne çok isterdim ya! En çok sevdiğim öykün Değirmen, Kuyucaklı Yusuf'un çatır çatır hikayesi, sonra bu... Kürk Mantolu Madonna...

Sen ne kıymetli, ne içli adammışsın! Sen, "hareketsizliğin, korkuya dayanan tereddütlerin zararlı olduğunu, ileriye atılmayan her adımın insanı geriye götürdüğünü ve yaklaştırmayan anların muhakkak uzaklaştırdığını" bilen koca yürekli insan! Sen de bu ülkeye ne yazık ki çok gelen insanlardansın. Gittiğin yerde kıymet bilenlerin daha çok, sırtından bıçaklayanların hiç yoktur umarım!

Ha bir de... Orda da hâla yazıyor musun acaba? Umarım...

16 Kasım 2011 Çarşamba

"Hoşgeldin Şef"

Gecenin saat 11'i. Restorandan çıktığımda ortalıkta ıslak bir İstanbul kokusu. Saatlerdir o kadar çok buhar, yağ, ızgara, ekmek kokusuyla haşır neşir olmuş ki koku alma duyularım, bu serin ve nemli havayı yadırgıyor ilk ama bir o kadar da anında bağrına basıyor. İyi geliyor ferahlık.

Nişantaşı sokaklarına yağmur bu kadar yakışır mıydı? Unutmuşum. Gece saat kaç olursa olsun, yaşayan bir yer burası. Kanımı kaynatıyor, içimi ısıtıyor.

Yokuştan aşağı kayıyorum. Maçka durağından Beşiktaş otobüsüne binip Üsküdar motoruyla karşı kıyıya atacağım kendimi. Ne olası trafikler umrumda, ne evimin uzaklığı. Bir keyif gelip çöreklenmiş ki sol omzuma, sormayın gitsin. 'Can'ımla konuşuruyorum o anda; dün bir başka güzel dostun telefonda dediklerini tekrarlıyor bana bilmeden "insanın keyfi yerinde olunca gözünde hiç bir şey olmuyor, ne trafik önemli senin için şu an, ne de yolların uzaklığı, biliyorum". Aynen öyle ki hem de ne öyle. Sesime nasıl yansıyorsa o keyif dedikleri, hissediyor. Bu da beni ayrı keyiflendiriyor. İnsanların beni tanıması, olaylar ve haller karşısında vereceğim tepkileri bilmesi hoşuma gidiyor.

Sıkı sıkı sarındığım paltomun cebinden akpilimi çıkarmak için elimi cebime atmamla ufacık bir haykırış koparmam bir oluyor. Gün içinde ızgarada yaktığım parmağımı paltoma sürtünce bir anda canımın nasıl da yandığını farkediyorum. Girdiğim her mutfakta "hoşgeldim" imzasını bir yerimi yakarak bırakıyorum adeta; değişmez geleneğimi kendimle birlikte gittiğim her yere sürüklüyorum. Ama artık böylesi acıları kanıksamış olmalı ki beden, pek bir sorun yaratmıyor.

İki gündür deneme için bir İtalyan restoranında makarna hamurlarıyla haşır neşir olmaktayım. Menüde tek bir makarna haricindeki tüm makarnalar taze ve el yapımı. O kilo kilo unları, onlarca yumurtayı, bir sıkımlık zeytinyağını, bir tutam tuzu hamur makinasının içine bırakıp tostoparlak harika bir hamur haline gelişini izlemek, deyme terapilerden daha huzura kavuşturucu bir etkiye sahip üzerimde. Hani çamaşır makinesini çalıştırıp, karşısına oturup çamaşırların içinde dönüşünü izleyen kadınlar vardır ya, onlar gibiyim biraz da sanki:) Koca hamur makinesinin unu ve yumurtaları döndüre döndüre karıştırmasından müthiş haz alıyorum.


"Bir mutfakta İtalyan varsa o mutfakta muhakkak makarna vardır. Hem de taze, hem de rengarenk, hem de çoook lezzetli makarna" diye yazıyorum defterime ilk günün dönüşü vapurda. Ellerime bakıyorum. Kalemi tutan parmaklarımda gün içinde doğradığım, fırınladığım, sıktığım, yoğurduğum kilo kilo balkabağının izlerini arıyorum. Yok. Bir ara turuncu turuncu dolanıyorlardı halbuki etrafımda.

Artık şans mı denir şanssızlık mı bilemem (ben ilkini tercih ediyorum) restoranın, aslında İtalya'da yaşayan, tüm mutfak konseptini ve menüyü oluşturan büyük şefinin 2-3 ayda bir yaptığı ziyaretlerden birine denk geliyor orada oluşum. Yine İtalyan olan her zamanki şefin bile hayli tırstığı, mutfakta neredeyse tüm tavaların, tencerelerin bile hizaya geldiği bir adam bu 'büyük şef'. Mutfakta tüm gün akşamki gelişine dair hummalı bir hazırlık ve seferberlik hali sürüp gidiyor. Pastacı arkadaş, gelişi şerefine yaptığı pastanın üzerine şekerhamurlarıyla şeflerin tiplemelerini yapmış ki, çok yeni tanımış olmama rağmen ben bile gülmekten kendimi alamıyorum.

Ne diyelim, şef dediğin bir nevi mutfağın tanrısıdır. Geldiğinde atacağı fırçalardan tırstırsa da, tüm mutfağı gün boyu uçağı rötar yapsın diye duaya çıkarsa da, 8'de mutfağa girdiğinden kapanışa kadar herkesi muma çevirse de "Hoşgeldin Şef"!

13 Kasım 2011 Pazar

Sabah, pazar, çay, e bir de gözleme...

Sabahlarla aram pek iyi bu aralar. Hele de henüz doğmamış, karanlığını aydınlığa teslim etmemiş sabahlarla.

Gün doğmadan uyandığım sabahların bünyemde bıraktığı tattan pek bir keyif alır oldum. Bundan olsa gerek (özellikle iki gündür) soğumuş olan sabahlara rağmen sıcak yatağından kopmaya hiç aldırmıyor bedenim.

İki hafta önceki balık hali ziyeretimden sonra bu hafta da rotayı çevirdik Şişli'deki organik pazara. Balık halindeki gibi sabaha karşı 3'ü vurmuyordu elbet saatler ama tam 6.45 olduğunda ben ve arkadaşım çoktan tezgahların arasında dolanmaya, uzaktan uzaktan gelen gözleme kokularını içimize çekmeye başlamıştık. Alışveriş yapın yapmayın orası bir yana ama sadece o gözlemelerin ağız tadınızda bırakacağı sevap için bile gidilir organik pazara. Mecidiyeköy'de çalıştığım üç yıl kadar öncesi zamanlardan bu yana, bazen sabah erkenden sadece ve sadece o pamuk kadınların ellerinden çıkma lezzetlerle kahvaltı yapabilmek için bile giderim ben oraya.


Bu konularda hayli bulaşıcı özelliklere sahip olduğumu söylemeliyim ki, ona göre bilin ve istemezseniz uzak durun benden:) Söyleyenlerin yalancısıyım; başlarında eşarpları, elleri belliki yıllardır açtıkları o hamurlar sayesinde unun beyazlığıyla pamuklaşmış baldan tatlı teyzelerin, mis gibi organik ıspanakları, hafif baharatlarla tatlandırdıkları patatesleri, otlarla harmanlayıp başka bir dünya yarattıkları peynirleri, döndüre döndüre açtıkları hamurların içine döşeyip saçların üzerinde kızarttıkları gözlemeleri öyle ballandıra ballandıra anlatıyormuşum ki, bir yolunu bulup da gitmeyenin, gidip de yemeyenin bir yerleri şişiyormuş:)

Neredeyse kurulduğu ilk yıllardan bu yana her hafta olamasa da sıklıkla yolumu düşürmeye çalıştım hep Şişli/Feriköy organik pazarına. Alışverişten öte bir anlam ifade ediyor olmasından sanırım, farklı bir gönül bağı var o ortamla aramızda. Huzur buluyorum desem; yaşadığımı hissediyorum; anlamı, sevinci, bereketi, neşeyi buluyorum desem inanır mısınız? Şehir yaşamının aramıza mesafeler koyduğu doğaya, orada geçirdiğim belki bir saatlik sürede kavuşuyormuşum gibi hissediyorum. Aldığım tüm bu coşkunun, heyecanının, keyfin nedeni de tam burada saklı işte.


Şöyle bir gözlemim var ki, değişen dünyada doğaya yakın olan, doğanın verdiklerine sahip çıkan, koruyan, saygı duyan ve o berekete şükreden insanlar ayakta kalmayı başaracak. Geride kalanların çoğu, belki de hepsi, yıkıcı bir çürümüşlüğün içinde hapsolup gidecekler bu dünyadan; varolamayacaklar, bedensel olarak olmasa da ruhsal ve varoluşsal açıdan.

Bu bahsettiğim coşkuyu, heyecanı, neşeyi hemen her pazarda hissederim aslında ben. Tezgahların üzerine dizilmiş rengarenk meyveyi, sebzeyi görmem yeter. Ama Şişli'deki organik pazarda bir nebze daha farklı ve fazla olan bir şey var. Biliyorum pek çok insan, bu ülkede her şeye olan güvenini yitirmiş durumda; ben de onlardan biriyim aslında. Bulan için güven, bu ülkede altından da daha değerli bir kavram belki de. Organik denip çok daha pahalıya satılan şeylerin, aslında bir kazanç sağlamak açısından kandırmaca olduğunu söyleyen, düşünen pek çok insan var. O insanlara diyecek tek bir lafım yok. Öylesine aldatılmış ve aldanmış bir toplumuz ki, kimseye inanacak gücümüz kalmamış.


Ama Buğday Derneği'nin kontrolünde ve organizasyonunda işleyen bu organik pazardaki ortam, ayağımı ne zaman o pazar alanından içeri atsam, tüm bu güvensizliklerden, aldatılmışlıklardan, kandırmacalardan sıyırıyor beni. Elle tutulup somutlaştırarak anlatabileceğim bir şey değil bu. Sıcaklık mı demeliyim; tezgahlarının arkasında tok sesleriyle sanat müziği söyleyerek "bakma kızım, aslında herkes sesim güzel diye söylüyorum zannediyor ama aslında çok üşüdüğüm için ısınmak için söylüyorum" diye hoş sohbetiyle espiri yapan; mandalina ikram eden; "hoşgelniz"i de, "iyi günler"i de eksik etmeyen satıcılar mı; Buğday Derneği'nin tezgahına gittiğinizde her zaman sizi karşılayan gülen yüzler mi? Hepsi ve anlatamadığım pek çok şey daha belki. Eğer tüm bunların altında da bir kandırmaca varsa zaten, bilmek de istemiyorum ben bunu. Ama hala güvendiğim bir şey var ki, sahte olmayan, sahici duyguları hala farkedebilecek kadar 'gerçek' hislere sahibim, o hislere güveniyorum. Ve ben işte tam da bu yüzden o ortamdaki sahiciliğe inanıyorum.

Şimdi, cumartesi sabahına erkencecik bu kadar güzel bir başlangıç yapmış olmanın verdiği gazla arkadaşım dedi ki "var mısın haftaya saat 5'te gidelim? Alacakaranlıkta pazarın kuruluşuna şahitlik eder, bir yandan da güneşi doğururuz?". E ben daha ne isterim, tabi ki de varım:)

9 Kasım 2011 Çarşamba

Bu akşam menüde...

Her meslek grubunun kendine has özellikleri vardır elbet. Lakin bir küsür yıldır balıklama içine daldığım aşçı takımının kendine münhasır özellikleri say say bitmez. Dışardaki yaşamlarında ne olduklarının, nasıl davrandıklarının, ne kadar mülayim, centilmen, sinirli, sakin vs olduklarının önemi yoktur. Bir sınır vardır bu dünyada; mutfağın içiyle dışının arasındaki geçişi belirleyen ince bir sınır... O sınırı mutfaktan yana geçen her aşçı, üzerine giydiği o mutfak ceketi gibi giyiverir deli gömleğini de. Çünkü ben her geçen gün bu işin büyük kısmının delilikten ibaret olduğuna iyice inanmaktayım:) Sanmayın ki bu bir şikayet, ben hep akıllı olmaktan o kadar sıkılmıştım ki:)

Durur durur söylerim, her gün öğlen ve akşam servisleri sırasında yaşanan o çılgınlığı, bana sorarsanız az buçuk kafasında birkaç tahtası atmış insanlar kaldırabilir. Bu delilik değil de nedir diye söylenir dururum zaman zaman.

Tüm bunlar bir yana, ben bir de aşçı takımını iki gruba ayırıyorum. Yeni şeyler denemeye aşık olanlar ve yeniliklerden/yaratıcılıktan gram nasibini almamış olanlar... Eh tahmin edersiniz ki ikinci grup biraz sıkıcı, fazla statik ve bolca da korkak olabiliyor. İlk grubunsa içinde beceriklisi de, beceriksizi de, iyisi de, kötüsü de olabilir, o ayrı ama en azından her biri "heyecan" gibi bir ortak paydada birleşiyorlar. Ne de olsa yenilik heyecandır. İlişkide, saç renginde, meslekte olduğu gibi yemekte de her yenilik bir heyecan...


Profesyonel mutfaklarda bu yenilikten nasibini almak o kadar kolay olmuyor. Şefinin, hangi kategoride yer aldığıyla alakalı çoğu zaman. Ama restoran mutfaklarından arta kalan zamanlarda evin mutfağına girme şansını elde ettikçe hep yeni bir şeyler denemek istiyor heyecana doymayan bünye. Hele de insanın bu heyecanları birlikte yaşayabileceği arkadaşları, sevdikleri paylaşıyorsa o sofranın taraflarını...

Bizim sofranın menüsündeyse bu muhteşem lezzet vardı bu akşam. Karidesli, mürekkep balığıyla renklendirilmiş siyah spagetti... Bu kadar lezzetli olabileceğini tahmin etmezdim.

Şimdi burda kocamaaaan bir teşekkür ve adı soframızdan hiç eksilmemiş olan bir isim geliyor: Sibellll çok teşekkür ederim bu damak şenlendiren lezzet için:) Bir süre evvel blog dostlarımdan Sibel'in sayfasında bu siyah spagettiden haberim olmuş, umarım burada bulurum dememle de "hemen adresini ver, doğum günün için sana göndereceğim" diye mailini almıştım. Nasıl sevinmem, uçtum havaya. Yeni bir lezzetle tanışmanın ötesinde, incelik ayrı mutlu ediyor insanı.

Gerçekten Türkiye'de var mı bilemiyorum, Sibel bunu bana İngiltere'den gönderdi ama çok büyük marketlerde bir bakınmak lazım raflara. Rastlarsanız ve deniz ürünleriyle aranız iyiyse kesinlikle deneyin derim. Mürekkep balığıyla renklendirilmiş olmasından ötürü deniz ürünleriyle tatlandırılmış bir sosla yapılması tavsiye edilir. Bana sorarsanız karides ve sarımsak der, bu ikiliyi tek geçerim. Bunları muhakkak kullanın, üzerine ekstra neyle tatlandırmak isterseniz, işte o ilk kategorideki "aşçılık güdülerinize" ve yaratıcılığınıza bırakıyorum. Belki biraz krema (benim yaptığım gibi), biraz beyaz şarap, dilediğiniz taze otlar, muhakkak ve muhakkak taze çekilmiş karabiber ve kırmızıbiber.


Şimdi bu yazıyı yazarken son dönemlerde okuduğum Mine Söğüt romanı Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Herşey'den bir bölüm geldi aklıma, paylaşmadan edemeyeceğim:

"Kadınlar üzüldükleri, sevindikleri, meraklandıkları, vazgeçtikleri, yıldıkları, telaşlandıkları, korktukları, heyecanlandıkları, kırıldıkları, kızdıkları zamanlar hep yemek yaparlar. Baharat kavanozlarını açıp açıp kaparlar. Tencereleri tekrar tekrar yıkarlar. Kadınlar, mutfakta dünyayı yeniden kurar, yeniden yıkarlar."

Bilmem ki doğru söze ne denir? Ama şunu biliyorum, bu bahsi geçen kadınlardan biri olarak benim bu akşam bu mutfaktaki duygum kesinlikle heyecandı. Karidesler heyecanla tavada döndü, sarımsaklar heyecanla tavayla buluştu, makarnalar heyecanla suya atıldı. Demem odur ki, güzel şey şu "heyecan":)