30 Temmuz 2008 Çarşamba

Mutfak Öyküleri

Üç kitap... Biri çok uzun zamandır elimde, yaklaşık 2004 Aralık'ından beri. Diğer ikisininse kütüphanemdeki geçmişleri daha yeni bir tarihe denk düşüyor, çünkü zaten basım tarihleri son bir iki aydan ibaret. Takuhi Tovmasyan'ın Sofranız Şen Olsun' u, Tijen İnaltong'un Mutfaklardan Taşan Öyküler' i ve artık hayatta olmayan, neredeyse bir asır evvel aramızdan ayrılmış Boğos Piranyan'ın Aşçının Kitabı...

Son bir haftadır okuma koltuğumda, masamda, gece yatağımın başucunda, yollarda çantamda, vapurda, kafelerde bu üç kitapla dönüp dolaşıyorum. Ve işin ilginç ama güzel yanı şu ki, birlikte okumayı hedeflediğim kitaplar olmamasına rağmen içlerindeki öyküler üçünü sanki birbirine çağırdı. Benimse, dile gelip birarada okunmak istemeleri talebine kayıtsız kalmam söz konusu olamazdı elbette:)

Bu üç kitabı birbirlerine bağlayan şey ne mi? Elbette isimlerinden de anlayabileceğiniz gibi MUTFAKLAR! İçine kocamaaaan hayatlar sığdırılmış mutfaklar; çatal bıçak seslerine, soğan kokusuna, yaşaran gözlere, kesilen parmaklara, domateslere, biberlere karışan, onlarla 'bir' olan mutfaklar... İşte birarada olmak, birlikte okunmak istemelerinin nedeni de burdan geliyor. Çünkü farklı kalemlerin ellerinden aynı şeyi, mutfakla şenlenen anları, barışmaları, kavgaları, emeği, sohbetleri, aileleri anlatıyor, yolu hep mutfaktan geçerek.

Takuhi Tovmasyan'ın Sofranız Şen Olsun kitabını dediğim gibi çok önce okumama rağmen arada durur durur hep karıştırırım sayfalarını. Kimi zaman o özel ve lezzetli tariflerini uygulamak için, çoğu zamansa ruhumu okşayan, tariflere özel o eşsiz anılar için. Ve o yemeklerin Tovmasyan ailesine ait anılarını her okuyuşumda , içim mutfağa yönelmek için sonsuz bir istekle dolar. Hamaratlık değildir söz konusu olan ya da anlatılan. Elbet o da vardır da, daha önemlisi insandır aslında. Tüm hamaratlığını üzerine kuşanmış evin annesi/gelini/büyükannesi hep tek bir şeyin coşkusuyla çevirir kazanının kepçesini; pişirdiği yemeğin aynı sofra etrafında birleştireceği insanların coşkusuyla...

Ve sevgili Tijen İnaltong, henüz tanışamadığım Burhaniye komşum... Daha evvel neler neler anlatmadı ki mutfaklara, sofralarımıza, hatta kendi mutfağına dair... Otlardan masallar kavurdu, meyve ağaçlarından hikayeler, turunç kokulu düşlere bıraktı bizleri, bırakış o bırakış... Şimdi de takmış sepeti koluna Mutfaklardan Taşan Öyküler'in peşine düşmüş. Gıyaben de olsa bu kitabın beni tanıştırdığı insanlardan büyük mutluluk duydum. Şahsen de tanışacağımız günlerin şerefine diyerek çevirdim sayfaları. Trenlerin, otobüslerin beni bırakacağı Anadolu kentlerinde izlerini süreceğim lezzetlerin pusulası olduğu için bir kez daha teşekkürler emeği geçen herkese.

Ve 1900'lü yılların başlarında Merzifon Amerikan Koleji aşçısı olan Boğos Piranyan'ın kitabını şöyle bir karıştırdığınızda sizin de benim gibi gözlerinize inanamayacağınız ilk şey yemek tariflerindeki malzeme miktarları olur mu bilmem ama koca bir okul dolusu öğrenciye yemek yapmanın nasıl bir şey olabileceğini ilk o anda anladım sanırım. Bu kitapla ilgili benim söyleyebileceklerimden çok daha güzelini söylemiş olan Piranyan'a, bu noktada sözü bırakmak en iyisi sanırım. "Yemeği hazırlarken kişi kendi de yemekle birlikte ve yemek gibi pişmezse o yemeğin tadı yavan olur. Güzel bir bahçe, ancak sahibinin nefesiyle yeşerir. Yemek de lezzetini ve rayihasını onu hazırlayandan alır. Temiz ve zevkli yemek hazırlayabilmek için temizlik ve zevk gerekir. Tek sözle, yemeği zihinle pişirmeniz gerekir - aşçının zihniyle".

Yaşım ilerledikçe daha çok anlıyorum ki, mutfak hayatın atar damarı. Ama sadece açlıktan ölmeyelim diye karnımızı doyurduğundan değil. Eğer içinde, Piranyan'ın da dediği gibi kendi de yemekle birlikte pişen koskoca bir yürek atıyorsa, o mutfakta aynı zamanda dostluklar, güzel sohbetler, şen kahkahalar da pişiyor olduğundan...

24 Temmuz 2008 Perşembe

Masal Bahçe... Maria'nın Bahçesi

Her anlattığı masala o klasik başlangıçla "bir varmış bir yokmuş" diye başlardı annem. Devamında gelecek hikaye her seferinde farklı olsa da, başlangıcı hep aynı olurdu. Ve iki masal, dinlemekten ve anlattırmaktan bıkmak usanmak bilmediğim... Bremen Mızıkacıları ve Külkedisi... Neden bu ikisi diye düşünüyorum şimdi, çocukluk zihnimde izlerini sürmeye çalışıyorum. Çok fazla cevabım yok bulabildiğim. Ama ben zaman zaman hep kendimi bir Külkedisi masalındaymışım gibi bir hissiyatın içinde buluveririm. Öyle büyülü bir an, öyle büyülü bir mekandır ki o içinde bulunduğum, o anın bitmesi, o mekandan ayrılmam, Külkedisi masalındaki gibi saatin 12.00'yi vurmasıyla birlikte at arabasının balkabağına dönüşmesi misali bir etki yapar üzerimde.

Son dört yılımızın, gelecek yıllara da ilham verircesine ömrümüzün en güzel dört yılı olması şerefine, çok özel bir mekandaydık 20 Temmuz akşamı. Masal kahramanımla bir masal bahçede, Maria'nın Bahçesi'nde... Bir farkla; her masalda genellikle olan kötü cadılardan, büyücülerden, cellatlardan eser yoktu bu masalda. Mutfakta yarattığı olağanüstü lezzetler nedeniyle kendisini masalımda Mutfak Büyücüsü olarak adlandırmayı seçtiğim Maria Hanım, atmosfer oluşturmadaki zarafeti ve lezzetleriyle gecemize sihirli değmeğini daha biz oraya varmadan kondurmuştu sanki.

Daha bahçe kapısından adımınızı attığınız anda sizi karşılayan çiçekler, ağaçlar ve aksesuarlarla nasıl özel bir yere geldiğinizi hemen hissediyorsunuz. İlgi ve ihtimam öyle ki, o gecenin en özel misafiri sizsiniz sanki. Uzun zamandır bu kadar güzel tabaklarda yemek yemedim, bu kadar güzel kokular arasında içkimi yudumlamadım ve bu kadar çeşit çeşit çiçeklerin, meyve ağaçlarının altında sevdiğimin gözlerinin içine bakmadım. Her lezzetinde Ege sahillerinin, Maria'nın bir dönem yaşadığı Selanik'in, eski İstanbul'un, Ayvalık'ın izlerini, kokularını bulabileceğiniz, ama sadece ve sadece o masala, Maria'nın yarattığı o güzel mekana ait, ufak bir dünya cenneti...

Son sözü masalımızı lezzetleriyle, zevkleriyle ve baktığınız her yerde görebileceğiniz zarafetiyle renklendiren sevgili Maria'yla ilgili söylemek isterim. O gecenin tek eksiği şuydu ki, belki sadece 2-3 dakikalık bir gecikme ile bu özel insanla tanışma şansını kaçırmış olduk. Diyeceksiniz ki, daha tanışmadığın bir insanla ilgili bu övgüler niye? Kişisel bir ilgi alanımın tesadüfi bir şekilde karşıma çıkarmasıyla hakkında yazılıp çizilmiş her şeyin bende yarattığı koskoca bir hissiyat ve o gece gördüklerimin bu hissiyatı tamı tamına desteklemesi diyelim.

Bu sefer tanışılamadı ama ne gam! Masal devam ediyor ve mutluluk perileri çok geçmeden yakın bir zamanda yeniden buluşacağımızı kulağıma fısıldıyor.

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Bu da Benden Bir Öykü...

Evet, başlıkta da dediğim gibi bu da benden bir öykü. Bir önceki yazıda paylaştığım Kısa Metrajlı Öykü'ye tezat uzunluğuna rağmen sıkılmadan okuyacaklar, şimdiden neyle karşılaşacağınızı söyleyemem ama umarım bir yerlerinize dokunur sözcüklerim...

GEÇMİŞTEN KALKAN TREN

Dondurucu bir ayaz… Soğuk, tenimi kırbaçlarcasına acıtıyor. Fazla oyalanmadan eve gitsem iyi olacak. Yoksa kesin şifayı kapacağım. Üstümdekilerin de beni bu soğuktan koruyamayacakları çok açık. İncecik bir bluz ve yine çok kalın olmayan bir mont… Her renkten ve her modelden çeşitli atkı, bere ve eldiven kreasyonları, kim bilir dolabın hangi köşesine tıkıştırılmış öylece bir gün hatırlanmayı bekliyorlar. Ama daha çok beklerler! New York’un o karlı dondurucu soğuğu bile bana atkı ve bere taktıramadıysa İstanbul’un ayazına mı kanacağım ben?

Çocukluğumdan beri hep sıkıntılı bir insan olmuşum. Daha bebekken bile beni kat kat sarıp bir lahana bebeğe benzetmeye çalışan biri oldu mu, hiç durmaz basarmışım yaygarayı. Kışın o bir türlü ısınmak bilmeyen sobalı evimizde bile geceleri üzerime ancak ince bir örtü örtmesine razı gelirmişim anamın. Hatırlıyorum, yaz kış çıplak taşlara yalın ayak basa basa yürürdüm de, anacığımın “yumurtalıklarını üşüteceksin, çocuğun olmayacak a be güzel kızım” feryatları bir kulağımdan girer öbüründen çıkardı. Ne yapabilirim? Kendimi bildim bileli ciğerimin ortasına oturtulmuş koskoca bir ateşle yaşıyorum ben. Kendi doğal korunağım tenimin üzerine fazladan giydiğim bütün giysiler, sanki bu ateşi harlamaya yarayan bir körükmüş gibi yakıp tutuşturuyor beni. Arada sırada da olsa, tıpkı şimdi bu soğukta olduğu gibi üşüdüğümü hissetsem de, boğazıma bir atkı dolamamla ter damlacıkları bağrımda boncuk boncuk belirmeye başlayıveriyor. Bir dakika bile dayanamayıp atıveriyorum üzerimden.

Evet, en iyisi alacaklarımı bir an evvel alıp eve gitmem. Şu aralar bir de hastalık çekecek halim hiç yok. Ömrümün yalnız geçireceğim bu ilk yılbaşında, kendime şöyle güzel bir sofra donatmaya karar verdim. Geçmişin kalabalık ve şenlikli yılbaşlarından bugünüme koskoca bir hiç kalmış olsa da, o zengin sofraların bir minyatür kopyası ile kendimi avutabilirim belki bu akşam. Hiç olmazsa sevdiğim bir şeyler yine de yanımda oluverir. Taze kızartılmış bir porsiyon arnavut ciğeri, acı ezme, çerkez tavuğu, zeytinyağlı yaprak sarma, birkaç çeşit de peynir aldım mı tamamdır. Sadece bu geceyi değil, yeni yılın yalnız geçirilecek ilk akşamlarını bile bir yılbaşı sofrasına benzetmeme yetebilecek kadar çok aslında bunca yiyecek.

Bir zamanlar bütün bunları, hatta çok daha fazlasını kendin girer yapardın mutfağa. Kızardın emek harcamadan hazır alınıp hemen tüketilen yemeklere. En lezzetli yemek, emek verilerek harcanandır derdin. Demek ki, büyük konuşmamak gerektiğini bilemeyecek kadar hayattan bi'habermişsin daha o zamanlar. Artık senin de süpermarkette önünde en çok zaman harcadığın reyonlar hazır yemek reyonları, internette en çok girdiğin siteler ise hazır yemek sipariş edilen siteler. Yalan mı? Doğru. Bulaşık makinen bile haftada bir zor doluyor. Tabak bile kirletmeden, aldığın yemeklerin kapları içinden otlanarak yiyorsun. Ama sana ders olsun, hayat o alıştığın ve hep devam edecek sandığın ezberleri böyle bozduruyor işte sana.

Madem bu gece yılbaşı, her zaman alışveriş yaptığım marketten değil de, biraz paraya kıyarak o köşedeki pahalı şarküteriden alacağım istediklerimi. Bu da benim kendime yeni yıl hediyem olsun! Bir şişe de en iyisinden şarap almalı. Şöyle damak tadıma uygun.

İnsanlar inanılmaz bir telaşla birbirlerine omuz vura vura bir yerlere yetişmeye çalışıyorlar caddede. Karınca sürüleri gibi, o dükkândan çıkıp öbürüne giriyor ve her seferinde ellerindeki torbaların sayısı birer ikişer çoğala çoğala bir yığına dönüşüyor. Tüm insanlığın ortak bir paydada birleşerek kutladığı böylesi özel günlerin, ilk kez sevinçten başka bir anlamı olduğunu da kavrıyorum. Hüzün… Tüm bu koşuşturan insanlar, süslenen vitrinler, evlerin pencere kenarlarından ışıldayan çam ağaçları, bütün bunların hepsi, yalnızlıklarınızla çarpıla çarpıla koca bir hüzün yumağı olarak asılı kalıveriyor başucunuzda. Elinde torbalarla evine koşturan her kadın, yalnızlığımı yüzüme daha da çok vuran bir tokat gibi patlıyor suratımda. Nakavt olmaktan başka çaresi olmayan bir boksör gibi… Şimdiye kadar hiç farkına varmadığım duyguların ayırdına varıyorum. Bugün yalnızlığımla barışmanın hiç de kolay olmayacağını anlıyorum. Sancılı bir doğum olacağı bugünden aşikâr. Kucağıma verilecek olan nur topu gibi bir yalnızlıkla yaşamaya hazır mıyım? Kimse bana sormadı ki! Bir gecede veriverdiler elime. Bundan sonra hayatınızda size eşlik edecek olan yavrunuz, eşiniz, tüm varlığınız budur diye. Onu sevmeye hazır hissetmiyorum kendimi. Adı bile hoş gelmiyor kulağıma, yalnızlık... Ama nafile, yapıştı mı bir kere, bir gölgeden farksız olduğunu da yeni öğreniyorum. Her gittiğiniz yere sizinle birlikte gelen, istemsizce peşinizden sürükledikçe de sizi çevreye yabancılaştıran bir hayat arkadaşı. İşte bu gece de kadehimi yeni hayat arkadaşımla birlikte yeni yılın şerefine kaldıracağım.

Çıkarken kaloriferi söndürmüş olmama rağmen evin doğal ısısı, girer girmez vücudumun alıştığı sıcaklığa ulaşması için yeterli oluyor. Taşınalı 2 ay olmasına rağmen hala boşaltılmayı bekleyen oraya buraya dağılmış kolilerin üzerinden atlaya atlaya mutfağa ulaşmaya çalışıyorum. Poşetleri masaya bıraktıktan sonra birkaç saniye içindekilerle karşılıklı bakışarak kalıveriyorum öylece. Nasılsa birkaç saat sonra yenmek üzere salona taşıyacağımdan, bu süre içinde de bozulacak bir şey olmadığına karar vererek her şeyi olduğu gibi poşetlerin içinde bırakıp salona dönüyorum.

Artık bu da, her alışveriş sonrası yaşanan bir ritüel halini almaya başladı. Tıpkı haftalardır boşaltılmayı bekleyen kolilerim gibi alışveriş poşetlerini de olduğu gibi, boşaltmadan bırakarak günler boyu sadece içinden lazım olanları çıkartıp, olmayanları zamanı gelene kadar içinde tuttuğum bir boşvermişlik girdabında sürükleniyorum. Ama bakmayın siz bu sonu gelmez boşvermişliğime; bu süre içinde faydalı yeni bilgiler de ediniyorum. Örneğin, salatalık 4 gün süre ile buzdolabına konmadan dışarıda bekletildi mi küflenmeye başlıyor. Domatesin bozulma süresi daha uzun. İki kez, dolaba girmeden alındığı poşetleri içinde bozulmuş salatalık ve domatesi attıktan sonra, bu bilgiler ışığında artık en azından onları poşetlerde bekletmeden buzdolabına yerleştirme zahmetine katlanıyorum. Ama dışarıda bozulma süresi haftaları hatta belki de ayları bulan ürünlerin ne yazık ki hiç şansı yok. O poşetten çıkmak için ihtiyacım olacak anı beklemek mecburiyetindeler.

Salonda amaçsızca şöyle bir dolandıktan sonra vakit kaybetmeden yılbaşı soframı kurmanın en iyisi olduğuna karar veriyorum. Zaten saat de yavaş yavaş 9’a geliyor. Dışarıda tahminimden çok daha fazla zaman harcamışım anlaşılan. Bu sefer bir değişiklik yaparak yemekleri masaya kendi kapları ile değil de, tabaklara koyarak götürmeye karar veriyorum. Ne de olsa yılbaşı sofrası denen şey, göze de hoş görünmeli.

Poşetlerin hepsini boşalttıktan sonra en son birinin dibinde kalmış bir yılbaşı süsü dikkatimi çekiyor. Böyle bir şey aldığımı hiç hatırlamıyorum. Sonra birden aklıma geliveriyor. Alışveriş yaptığım şu pahalı şarküterinin, bütün müşterilerine hediye olarak bu yılbaşı süslerinden verdiğini hatırlıyorum. Benim de poşetimin içine bir tane atıvermiş olmalılar. Ne büyük görgüsüzlük! Herkesin bu süsü asabileceği bir ağacı var mı ki bakalım? Ya benim gibi bu yılbaşını ağaçsız geçirecekler nerelerine asacaklar bu süsü?

Canım sıkılıyor ama yine de salona götürüp en göz alıcı yere, televizyonun tepesine özenle yerleştiriyorum. İbretlik olsun der gibi. Sürekli yalnızlığımı, çaresizliğimi yüzüme vuracak bir şeyleri yerleştiriyorum etrafıma. Dekorumu onlarla kuruyorum. Bir türlü boşaltmadığım koliler bu dekorun en değerli parçaları. Dağılmışlığımla yüzleşmek istiyorum her an. Bir daha toparlanamayacağımı görmek, yaraya bıçağı daha da sokmak, kanı çoğaltmak bir nevi zevk haline geliyor. İşte bu dekorumu tamamlayacak yeni bir malzeme daha geçti elime. Ağaçsız kalmış ağaç süsüm, televizyonu süsleyerek idare etmek zorunda çünkü onu, ait olduğu gibi asabileceğim bir ağacım yok.

Geçen seneki yılbaşım düşüveriyor aklıma birden. Hatırlamak istemiyorum, ama kovamıyorum da bir türlü. Öksüz kalmış bu ağaç süsü gibi onlarcası ile süslenmiş ışıl ışıl bir Noel ağacı, bir ailenin üç neslini bir araya getiren upuzun bir yılbaşı sofrası ve ben… O aileye ait olmasam da kendimi ait hissettiğim tek yer. Bir sene içinde her şey nasıl bu kadar değişebilir? Ya o hayat bana ait değildi, ya da şu an içinde yaşadığım. Nerelerdedirler şimdi, nasıl kutluyorlardır yeni yılı? Kutlayabiliyorlar mıdır? İstanbul’a döndüğümden beri sadece bir kere aradılar, o da varıp varmadığımı sormak için. “Seni görmek hepimize daha da acı veriyor, unutamıyoruz Nil, kusura bakma ama bu böyle” demişti Jin. Açık davranmıştı, diğerleri gibi yüzlerini senden kaçırmamıştı. Kızgın mısın? Hayır! Evet! Hayır, ben sadece atılmış olduğum bu büyük boşlukta tutunacak bir yer bulamıyorum artık. Elimi attığım her yer boşluk. Beni tutmak için elini uzatan da yok. Sadece bir insanı kaybetmedim ben, o giderken çevresinde kimi var kimi yoksa onları da hayatımdan alıp götürdü, onları da kaybettim. Bunu göremeden beni bu boşluğa iten insanlara kızmalı mıyım, bilemiyorum. Boşluktan başka bir şey hissetmiyorum.

Hayır, yeter artık, şimdi bunları düşünmenin sırası değil. Öyle de böyle de, bu gece yılbaşı ve sen kendine güzel bir sofra hazırladın. Şimdi bu sofranın ve şu güzel şarabın keyfini sürme sırası. İleriki günlerde sen istesen de istemesen de zaten hayatının gerçekleri ile debelenecek, üzülecek, ağlayacak, kızacak, öfkelenecek ve acıyacaksın kendine. Bari bırak da bu gece ruhun bir mola verebilsin üzüntülerine. Olabilir mi ki? Acaba gerçekten çok isteyince hayattan mola alınabilinir mi? “Acılarımı, üzüntülerimi bir süreliğine size bırakıyorum, dönünce olduğu gibi tüm yükleri ile yeniden sırtlanacağım, söz veriyorum” denebilir mi?

İnanılmaz, ama bir “Evet” cevabı duyar gibi oluyorum. Kendi iç seslerimi dışarıdan bir sesmiş gibi duymaya başlayan benliğimin bana oynamaya başladığı bu nahoş oyunu reddediyorum. Tüm benliğimi kaplayan yalnızlığımın, şimdi de bir insan suretine bürünüp benimle konuşmasına izin veremem. Ama hayır, ben değilim, yalnızlığım değil bu konuşan. Şarabın, şişenin ağzından yılankavi bir ahenkle kıvrılarak süzülen kokusu burnuma doğru yavaş yavaş yol alırken kelimeleri görüyor gözlerim o buğulu efsunda. Kulaklarımsa bu kelimelerin gerçekliğini kavramaya çalışıyor. Unutmayı, unutturmayı vaat ediyor kelimeler. Her yudumla unutmaya biraz daha yaklaşırsın diyor. Ne kadar çok yudum, o kadar çok hiçlik… Ne kadar çok yudum, o kadar az geçmiş… Gerçekten o an şarabın benimle konuştuğuna yemin edebilirim.

Boş vaatlere karnım tok dercesine bir gülümsemeyi yüzüme oturtsam da, şarabın ilk yudumunun boğazımdan aşağı süzülürken vücudumda bıraktığı rahatlatıcı etkiyi inkâr edemiyorum. Kahvaltıdan beri mideme tek bir lokma dahi girmemiş olduğunu unutarak, belki de bilerek, ilk bardak şarabımı katıksız bir dikişte mideye indiriveriyorum.

Evet, şimdi hazırım. Hayatımın yalnız geçirilecek bu ilk yılbaşısını, tek başıma, sadece ve sadece Nil olarak karşılamaya hazırım. Yalnızca ben! Aile, arkadaş, komşu ve türevleri gibi uzantılar olmadan tek başına bir Nil! Hayatında şimdiye kadar hiç tek başına, sadece ve sadece Nil olmamış bir Nil… Hep yanıbaşında bitiveren insanlara bağlanarak var olabilmiş, kendisini hep onların oldukları ya da olmadıkları üzerinden tanımlamış bir insan… Avukat James Paul’un karısı Nil, hemşire Satanik’in arkadaşı Nil, çiçekçi Muhsin’in kızı Nil… Derken kararıveriyor birden ortalık, kopuyor gerçeklikle olan tüm bağlar.

Ayaklarımın altında titreyen yerin sarsıntısı ile kendime geliyorum. Şarap ve ben, çok da sağlam bir ikili olamamışızdır zaten ezelden beri. Severim sevmesine de, gardım düşüktür. İki kadehten sonra hemen mayışıveririm. Şişenin dibini görmüş olduğuma bakılırsa hala gözümü açabiliyor olmama şükretmeli. Şu gürültülü sarsıntı olmasa onu da yapacak halim yok ya, neyse…

Yine bir tren geçiyor. Onun sarsıntısı bu. Samatya istasyonunun hemen dibinde olan bu kocamış ahşap binanın, bunca yıldır bu sarsıntılara nasıl dayanabildiğini merak ediyorum. Belki de cevap,o kocamışlıkta gizlidir. Bunca yıldır sürekli sarsıldığı için sağlam kalmayı başarabilmiştir belki de. Huzur ve sükûnet içinde betonlaşmaya alışmış binaların tek bir sarsıntıya dayanamamaları da bu yüzdendir belki. Tıpkı insanlar gibi, tıpkı ben gibi… Güvenli, pamuktan yapılma kozalakları içinde büyüyen çocukları bir meltem esintisi bile hasta eder de, dört bir yandan cereyan yese bir sokak çocuğu, bana mısın demez, koşturur topunun peşinde.

Bir türlü gelmek bilmiyor trenin sonu. Açık olan perdelerin arkasından gidenin bir banliyö treni olduğunu görüyorum. Yeni yılın bu ilk dakikalarında bomboş vagonları ile kendisini bir istasyondan diğerine sürükleyen bir tren… Arada, bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda tek tük insan gözüme çarpıyor. Tanıdık bir gölgeyi peşlerinden sürükleyen insanlar… Yalnızlığın gölgesini… Seviniveriyorum birden. Böylesi yalnızken, yalnız olmadığımı hissediyorum sanki. Kalabalık yığınlar içinde, görsem de tanıyamayacağım dostlar gibiler. Yalnız insanların, ancak yalnız olmayan yığınların ortalıktan çekildiği zamanlarda fark edilebileceklerini düşünüyorum ve onların şerefine bardağımın dibinde kalmış olan son yudumu da mideye indiriveriyorum.

Televizyonda, ne olduğunu anlamakta oldukça zorlandığım bir şamatadır gidiyor. Anlamasam da açıyorum sesini, odanın sessizliğini boğuversin diye. Kulaklarımı çınlatan bir gürültü doluveriyor odaya. Bağırıp çağıran, kurulmuş bir robot gibi sürekli aynı hareketleri yaparak dans eden insanlar… Rahatsız olsam da kısmıyorum sesini. Gürültünün galip gelmesini istiyorum sessizliğime. Birden bir zil sesi çalınıveriyor kulağıma. Sesin televizyondan değil de, sokak kapısından geldiğini algılamam zaman alıyor. Hiç tanıdık olmamasından, kapı zilimin taşındığımdan bu yana ilk çalınışı olduğunu fark ediyorum.

Bir kadın duruyor kapımın önünde. Ben ne kadar atkı, bere vs gibi harici şeylerle örtünemezsem, o da sanki kendisini özellikle saklamak istercesine sıkı sıkı sarınmış üstündekilere. Bir tek burnu ve yanakları kalmış dışarıda; onlar da soğuktan kıpkırmızı. Gözleri soğuktan mı, yoksa hüzünden mi bilmem, yemyeşil bir buğunun ardından bakıyorlar yüzüme. Kendi gözlerimde de benzer bir buğuyu göremesem de hissediyorum. Ama benimkisi soğuktan değil, kesinlikle hüzünden.

Ne kadar süre kapının önünde birbirimize bakışarak kaldık bilemiyorum. Zaman kavramını da, bana ait olan pek çok şey gibi arkamda bırakarak geldim İstanbul’a. Zira bu hüzünlü, ıslak, özlem dolu kavuşma merasiminin de ne kadar sürdüğünü hesap edemiyorum. Sadece tahayyül etmeniz için şöyle bir şey söyleyebilirim: birbirlerini 23 yıl içerisinde, önce babalarının sonra da annelerinin cenazeleri olmak üzere sadece iki kez görmüş iki kız kardeşin yıllarla yüklü karşılaşmaları idi söz konusu olan. Üstelik de kardeşlik sevgisinden çok, kardeşlik mecburiyetleri ile yüklü olan, öyle olduğunu sandığım yıllar…

Hayat eğer o şansı bize sunsaydı, herhalde ikimiz de kardeş olarak birbirimizi seçmezdik. Böylesine uzak, farklı ve birbirini anlamaz iki kardeş örneği olarak bunca yıl içerisinde bizi sadece iki cenazenin bir araya getirmiş olması da, kendi seçimlerimizi yapabileceğimiz yaşa geldiğimizde birbirimizi aslında ne kadar da “seçmemiş” olduğumuzun bir göstergesiydi. Her ne kadar fiziksel koşullar da bizi birbirimizden uzağa atmış olsa da, ne o ne de ben bundan şikayetçiymiş gibi bir hava sergilemedik hiç bir zaman. Onun ufak dünyasının tahayyül bile edemeyeceği uzak bir diyarda hayatımı sadece bir kere, o da annemin cenazesinde görmüş olduğu bir adamla birleştirirken, o en mutlu günümde yanımda olmasını arzuladığım bir isim olmamıştı ablam. Davet etmiştim elbette. Ama mesafelerin uzaklığı ikimizin de yardımına koşmuştu. O, çok uzak olduğu için New York’a gelemiyordu, bense çok uzak olduğu için gelememesini anlayışla karşılıyordum. Zevklerimiz, tiplerimiz, dünyalarımız, kocalarımız, şehirlerimiz her şeyimiz farklı idi. Sadece iyi günümde değil, hiç çocuğumun olamayacağını öğrendiğim o kara günlerde bile varlığını, dokunuşunu, tesellisini aramamıştım. Çünkü o zamanlar etrafımda beni teselli edecek çok fazla insan vardı. Kocam, görümcelerim, arkadaşlarım… Benim için eskide kalmış bir dünyadan gelen bir ablaya ihtiyacım yoktu. Üstelik de o dört tane boy boy çocuk doğurabilmişken. Bakmayın şimdi böyle dediğime, kıskançlık bile yoktu içimde. Varlığı aklıma bile gelmiyordu ki, kıskanacağım biri olarak göreyim.

Şimdi ise karşımda duruyor, varlığını unuttuğum bu eski zaman insanı. Üşümüş; geçen yıllar, üzerinde olması gerekenden daha fazla hasar bırakmış. Şaşkınlığımız, sarılmalarımız, değişmiş bedenlerimize ve suretimize alışmaya çalıştığımız süre geçince, yavaş yavaş normale dönmeye başlıyoruz. Paltosunu askıya asarken “Döndüğünü Nihat Bey’den duydum” diyor. Bu evi kiraladığım emlakçı Nihat. Eskiden Yedikule’deki babamın çiçekçi dükkanının yanında idi onun emlakçı bürosu da. Yıllarca aynı mahallenin esnafı olarak birbirlerine çok emekleri geçmişti, severlerdi birbirlerini. Bunca yıl sonra İstanbul’a dönüşümde karşıma emlakçı olarak eskinin bu tanıdık siması çıkınca oldukça şaşırmış, mutlu da olmuştum aslında. Yaramın üzerine dökülen bir damla merhem gibi gelmişti, bu şehre aidiyetimi yeniden hissettirmişti.

“Keşke bir haber verseydin, daha önce gelirdim” dedi. Ne demeliydim? Yıllar boyu hep cahilliğini, banal bulduğum zevklerini eleştirdiğim, sivri dilimle canını acıttığım bu kadına artık ters bir cevap vermek, iğnelemek gelmiyordu içimden. Tam tersine korumak istiyordum onu, yüceltmek istiyordum. “Kusura bakma, seni görmek istemediğimden değildi, sadece… Olmadı işte, arayamadım” dedim. O da, ilk defa beni anlarmış gibi bakıyordu yüzüme. Her yaptığımı yargılayan, eleştiren, hatta zaman zaman beni dejenere bulan bir anne bakışı gibi değildi bakışları. O an öyle hissettim ki, sanki yıllar biz fark etmeden bizi birbirimize yakınlaştırmıştı, üstelik biz, daha da uzaklaştırdı zannederken. Onu görmenin bana bu kadar iyi geleceğini asla tahmin edemezdim.

Ne “Kocanın ölümüne çok üzüldüm” dedi, ne ağıtlar yakmaya çalıştı, ne dul kalan bir kadının başına gelebilecek felaketlerle ilgili trajediler yazmaya kalktı. Evet, tabiatı gereği bunların hepsini yapmasını beklediğim ablam, bana sadece ılık varlığıyla ve buğusu hiç azalmayan o gözleri ile eşlik etti. Ben de ona soramadım çocuklarını, kocasını. Bütün bu yıllar boyunca ara sıra kulağıma gelen mutsuz olduğu haberlerinin de bende bıraktığı izleri hatırlayarak sormadım, soramadım. Belki de cevapları, gözlerindeki o buğuda bulduğum için.

Ama ilk defa aylar sonra huzurun bir yerlerden çıkıp geldiğini hissettim içime. Yanılmamışım. Vermeyi neredeyse unuttuğu için kendisine kızarak, yanında getirdiği kocaman bir torbayı uzattı bana. Şaşkınlığımdan ben de yanında bir torba olduğunu fark etmemiştim daha önce. Acemice paketlenmiş kocaman bir kutu duruyordu kucağımda. “Sana daha evvel hiç yeni yıl hediyesi almamıştım, çocukken bile” dedi. “Bunu çocuk yaştaki Nil’e verilmiş bir armağan olarak da kabul edebilirsin”. Vereceğim tepkinin merakı ile ışıldayan gözleri gülümsüyordu.

Ve açtım kutuyu. Upuzun rayları, istasyonları, arka arkaya dizili vagonları ile kocaman bir tren seti duruyordu kucağımda. 10 yaşında, hatırlamadığım bir yerlerde bıraktığım Nil beliriverdi birden içimde, hiç gitmemişçesine.

“Her yılbaşında tuttururdun babama sana bir tren seti alması için. Bir filmde mi ne görmüştün, Noel ağacının altına kurulmuş bir tren seti ve çevresinde de kutu kutu hediyeler. ‘Biz neden böyle kutlamıyoruz yeni yılı’ diye yaygarayı basmıştın babama. O da dayanamamış, bir sonraki yıl ufak bir çam ağacı ile bir tren seti almıştı sana. Birlikte kurmuştunuz ağacı da, treni de. Çok mutlu olmuştun. Bense kıskanmıştım senin mutluluğunu. Ben de başka bir şey istiyordum hediye olarak, ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum bile, babamsa onu almak yerine gitmiş başka bir oyuncak almıştı bana. Sen o kadar mutlu olmasan, belki ben de o kadar üzülmezdim bana alınan hediyeye. Çocukluk işte, sen benden daha fazla mutlu olma diye, sizin görmediğiniz bir zamanda yanlışlıkla üzerine basmışım gibi yapıp kırmıştım trenini. Çok üzülmüştün. Şimdi hatırlıyorum da, ağlamaktan gözlerin şişmişti”. Yutkundu. “Bunca yıl sonra gecikmiş bu armağanı yine de kabul et. O yılbaşındaki mutluluğunu geri getiremez ama bu yılbaşına yeni bir mutluluk getirebilir belki”.

“Hayatımda bundan daha anlamlı bir hediye almadım” derken riyakârlık yapmıyordum. Bunu, sadece gözlerimden akan yaşlar anlatabilirdi. O sırada, başka bir sesin duyulmasına mahal vermeyecek bir gürültü ile yeniden geçen tren olmasaydı dahi, ağzımdan başka bir söz çıkabilir miydi bilmiyorum ama ben, 45 yıllık hayatımda ilk kez ablamla gerçek bir duyguyu paylaşıyordum. Aylar sonra ilk kez, yeniden yaşadığımı hissettim. Sonunda boşlukta bir dala tutunabilmiştim.

1 Temmuz 2008 Salı

Kısa Metrajlı Öykü*

Barda, gençten bir kız ve adam uzunca taburelere yaslanmış bir şeyler içiyorlardı keyifle. "Keşke şu kızın hakkımda ne düşündüğünü bilebilseydim" diye geçirdi içinden genç adam, "hayatımın bir yılını seve seve verirdim bunun için".

Kız bakışlarını ona doğru çevirdi. "Ne kadar tatlı bir adam, tam aradığım gibi biri bu". Adamın suratına bir gülümseme yayıldı. Sonra başı öne düştü ve öldü.


Yaklaşık iki buçuk yıl kadar oldu bu öyküyü okuyalı. *Kevork Kirkoryan'ın Kev'gir Öyküler kitabından Kısa Metrajlı Öykü isimli sekiz satırlık öyküsü... Hiç unutmuyorum, Beyoğlu'nda bir kafede oturmuş, şatafatlı kitap raflarından kendini göstermeye pek fırsat bulamayan bir rafa kendini saklamış kitapların arasından bulduğum, biraz karıştırdıktan sonra da hazine bulmuşçasına sevinmeme neden olan satırlarla dolu bu kitabı okuyordum. Sıra 64. sayfadaki bu öyküye geldi. Kısacıktı, sekiz satırdı. Bir çırpıda okudum ve kaldım. Beni içinde bulunduğum kafenin tüm gürültüsünden koparıp içine hapseden bu kitapta bir satır daha ilerleyemedim. Bu kısacık satırlarda anlatılan şey beni o kadar çok etkilemişti ki...Hayatın nasıl bir 'an'dan ibaret olduğu, nasıl bir anda bizim olmaktan çıkabileceği, arzularımızın gerçekleşmesi uğruna sanki hiç bitmeyecekmişçesine dağıtmaya hazır olduğumuz yıllarımız... Ya o dilekler gerçekleştikten sonra yaşanacak bir gün bile kalmamışsa geriye?

Ve bu durumun böylesine etkili bir şekilde bu kadar kısacık bir öyküyle anlatılabilmesine şapka çıkardım. İçimden birbirine zıt iki duygu aynı anda geçti. "At" dedim kendi kendime, "şimdiye kadar yazdıklarının hepsini at! Yazmak dediğin böyle olur, döndüre dolaştıra değil, en yalın ve doğru kelimelerle net bir şekilde anlatmalı yazı kendini". Bir yandan da "Yaz" dedim, "daha çok yaz; hiç pes etme, en kendin olduğun yer olsun yazı. İşte o zaman en sonunda gelip bulacak aradığın o yalınlık seni".

Kitaplarımın arasında dolaşırken birden hatırlayıverdim bu öyküyü. İçimden geldi, paylaşmak istedim...

İnsanoğlu Kuş Misali...

Hayatı yerden çok gökte geçen bir insana nasıl bir pasta yaparsınız? Bohçasını sırtına atmış, 21. yüzyılda artık pek atına atlayıp gitmesi mümkün olmadığı için at yerine uçağı seçmiş, derviş misali o şehir senin bu şehir benim gezen bir modern çağ gezgini... İşi gereği geziyor olsa da ben ona yine de gezgin demeyi daha çok seviyorum. Çünkü tadını çıkarmayı bilecek kadar gittiği yerlerin farkında bir insan o.

Ama ne yalan söylemeli, pastanın teması benim fikrim değildi. Sevgili Cahit doğum günü için pasta istediğini söylemek için aradığında kendisi tarif etti pastanın nasıl olmasını istediğini. "Bir uçak olsun, ben de üstüne bineyim..." Ben olsaydım nasıl mı yapardım? Cevabım tek ve net; kesinlikle halay çeken bir Cahit yapardım:) Tanıyanlar ne demek istediğimi anlayacaktır:) Ama pastanın bu halini de çok sevdim, o ayrı...

25 kişilik bu pastanın pandispanyası vanilyalı; yağ ve kabartma tozu kullanılmadan yapıldığı için de özellikle bu sıcak yaz günleri için çok hafif olduğunu belirtmeliyim. Hindistancevizli kremaya ise mevsimin en güzel meyvelerinden şeftali eşlik ediyor.

Sevgili Cahit'in yeni yaşı da yine böyle göklerde geçer mi bilemem ama mutlulukla dolu ve aradıklarını bulabileceği bir yaş olmasını yürekten diliyorum...

*Bundan sonra pastalarımı sadece Pastanush adresimde yayınlayacağım.