21 Mayıs 2013 Salı

Bilanço

Zamanı paçasından yakaladım az dursun diye ama ne haddime bunca zaman kimselerin başaramadığını mümkün kılabilmek? Olan sadece o yakaladığım paçayı sıkı sıkı tutacağım diye ellerimi daha çok acıtmak oluyor belki de. Aslında zamanla hiçbir derdim yok. Zira tam bir yıldır zamanın hüküm sürmediği topraklarda yaşıyorum. Bir salyangozdan öğreniyorum, acelesi olanın Datça'da işi olmadığını. Ve acele etmenin, nefes almaktan bile daha önemli olduğu bir şehir hayatından gelmiş biri olarak acelesi olmadan yaşamanın ne demek olduğunu öğrenmeye çalışıyorum. Sakin, herşeyi akışına bırakarak ve en çok denize güvenerek...


Öyleyse ne bu zaman lakırdısı diyeceksiniz? Zaman, birden şöyle bir geriye dönüp bakınca mevzu oluverdi kalemime. Geçtiğimiz ayın, Nisan'ın sonunda bu küçük sahil kasabasındaki birinci yılımı geride bırakışımı düşünürken, bu sayfaya girdiğimde çok uzun zamandır yazmadığımı farkederken, acelesiz yaşantıma İstanbul'un sürekli tatsız sebeplerle burnunu sokup son aylarımı tam bir harala gürele içinde geçirmeme sebep oluşunu anarken...

Datça'ya gelişimden bu yana, şu bir sene içinde yaşadığım bir dolu garip tesadüfi olayla dolu günlüklerim/not defterlerim. Bir gücün beni buraya çağırmış olduğuna ya da burasıyla aramda çok eskilerden, belki de hiç bilmediğim/bilemeyeceğim bağların bulunduğuna neredeyse inanacağım artık. Sanki burda yaşamakta olduğum bir hayat vardı ve ben bir şekilde bu hayatı bırakıp/bırakmak zorunda kalıp İstanbul'da yeni bir hayata doğdum; 31 yaşıma kadar o hayatı yaşadım ve sonra birden onu da bırakıp yarım kaldığını bilmediğim Datça'daki bu yaşamımı tamamlamaya geldim. İstanbul'da yaşadığım acı-tatlı onca olay da Datça'daki bu hayatımın tamamlanabilmesi için oldu.

Saçmalıyor muyum? Belki ama bazı şeyleri başka türlü açıklayamıyorum.

Zamanın işlemediğine en güzel kanıt Eski Datça...

Sadece iki bavulla geldiğim, başaramazsam en kötüsü ne olur geri dönerim dediğim, daha öncesinde bir kere bile adımımı atmamış olduğum Datça'ya şimdi ne kadar köklendiğimi düşünüyorum. Evime bakıyorum; eşyalı tuttuğum için bir iki kitap kalem ve üst baş haricinde benden hiçbir şey taşımazken bir sene içinde gide gele taşıdığım onca eşyayla artık daha bir ben. Yine onlarca kitap doldu ortalık, ben yine bir süre sonra onları nereye koyacağım sorusuyla meşgul... Annem ve babamın, plansız programsız, ben gibi görüp aşık oluşları ve yerleşmeye karar verişleriyle artık daha bir biz. Geldiğim ilk günden itibaren aralarına düşüverdiğim koca gönüllü yepyeni bir başka aile... ilk zamanlarda yeni bir kentte yabancı olma fikrinin özgürlüğüne vurulmuşken sadece birkaç ay içinde yolda yürürken karşılaştığım insanların yarısıyla selamlaşır olduğum bir başka koca aile, Datça...

Bir yaşına kadar yaşadığın yerden uzakta yeni bir yaşam kurmanın belki de en ağır bedeli, geride çok sevdiğin insanları bırakmakmış. Bunu da öğrendik acı acı. Babaannemin vefatı ve anneannemin iki kez çok ciddi rahatsızlıklar geçirmesi sonucu tatsız yolculuklar gerçekleşti, akıl hep orada kaldı. Oysa özellikle anneannemi buraya getirebilmeyi çok istemiştim bu mevsim. O bir türlü gözleriyle görüp şahit olamadığı için içine sindiremediği, gerçekten mutlu olup olmadığım gerçeğini gözleriyle görebilsin, inansın diye bu bahar Datça'ya gelmesini çok istiyordum. Her telefon konuşmamızda ısrarla, hep emin olmak için sorduğu "iyi misin yavrum, mutlu musun orda?" sorusunun cevabını içine sindirsin diye karış karış gezdirecektim onu burdaki yaşamımda. Yeni insanlarımla tanıştıracaktım. Daha kimsenin yüzünü görmeden, etrafımdakilere gönderdiği hediyelerle, telefonlardaki tatlı sohbetiyle uzaktan bile tanınıp efsane olabilen hayatımın bu pırlanta kadınını herkesle de tanıştıracaktım. Olmadı. Hayat onu bir yıl içinde iki önemli hastalıkla sınadı, üçüncüsü uzak olsun dilerim. Yine de umudumu kaybetmedim. Bu bahar olamadı ama senenin belki ikinci baharında...

31 yaşımdan sonra sahip olduğum ablam, canım, dünya tatlısı evsahibimle geçenlerde konuşurken, gelişimin bir seneyi geçtiğini söylediğimde annesi Aysel Teyze lafa atlıyor "kızııımmm sadece bir senecik mi olduuu? Sanki sen beş yıldır burdasın gibiiii". Senin o sesli harfleri uzata uzata konuşmana kurban diyerek kocaman sarılıyorum ona. Yalan da değil aslında, bir yılda kaç beş yılın samimiyetini biriktirdik.

Dolunay'a doğru yürüyen kocaman bir ay tepemde yine, ben bu satırları yazarken. Bir senede belki de hiç değişmeyen şey bu oldu. Geceler boyu ben bu balkonda durmadan yazdım ve yazdıklarımın çoğunu bir tek o okudu. Hala yazıyorum ve hala o okuyor.

Bu gece bir değişiklik var yalnız. Çatı komşum, evsahibim, ablam, arkadaşım, dostum, sırdaşımın evinde bir ışık eksik. Çok zor bir ameliyatın sonunda, çok zor bir hastalıkla cebelleşiyor şu saatler. Zamana atıp tutarak başladım ya yazıya, var aslında bir derdim kendisiyle. Teşhis konulmasında çok süre kaybettiren ve hiç insaflı davranmayan o zamanın, tedavi olabilmesi konusunda kolaylığını ve çabukluğunu esirgememesini istiyorum artık. Geçen gece rüyamda gördüğüm gökyüzünde uçan o kocaman, masmavi, ışıklı balığın da gidip şifa niyetine onun başına konmasını diliyorum. Boşuna demiyorum, ben en çok denize güveniyorum diye.

Senelik bilanço yazımın son cümlesi ve en büyük dileği budur.