31 Mayıs 2011 Salı

Bitmeyen Barselona!

İstanbul'u pek bir kıskanç gördüm bu aralar. Kendisini Barselona'yla aldattığımı düşündüğünden olsa gerek, döndüğümden beri pek bir yamuk yapar oldu bana. Nasıl yapacağız da düzelteceğiz arayı, orasını bilemiyorum pek. Halbuki bilmiyor ki kendisi bu dünyaya bağlandığım köklerim; bundan sonra yüreğimin parçalarını bırakacağım her şehirse gökyüzüne uzandığım dallarım.

Bana neyi göstermek istediğini zaman içinde anlayacağımı umduğum bir sürecin içinde buluverdim birden kendimi. Yollar biraz taşlı... Taşlar mı beni yaralar, ben mi taşları kırar geçerim, o kadarını zaman gösterir, lakin hâla iki çift lafım var Barselona'ya dair...

Bir bulutun tepesine yükselsem ve yeryüzünde bir yere beni bırakıvermelerini istesem, kesinlikle La Boqueria gibi bir pazarın ortasına düşmek isterdim. Bir balıkçı tezgahında karideslerle istiridyelerle cebelleşmek; domatesin kırmızısına, biberin yeşiline, limonun sarısına bulanmak; hiç dinmeyen o enerjinin içinde savrulup yıkanmak...


La Boqueria, Barselona'nın kalbi La Rambla'nın hemen paralelinde. Doğanın tüm nimetlerinin adeta ayaklanmış hali. Daha evvel de bahsettiğim gibi tezgahların çoğunluğuna kadınlar hakim. Pazarın tezgahları arasında dolanırken bu şehirde yaşamadığıma, pazardan aldığım tüm bu renklerle şenlendireceğim bir mutfağımın olmadığına ve bir de kesinlikle ve kesinlikle İspanyolca bilmediğime çok üzüldüm. Pazarın enerjisini iliklerime kadar her yerimde hissetmeme rağmen satıcılar arasında geçen o konuşmaları, atışmalarını, pazarlıkları, hepsini ama hepsini anlayabilmek isterdim.


Bir önceki yazıda bahsettiğim Tibidabo lunapark gezimizin sonrasında saatin de akşama yaklaşmasıyla yine şehir merkezine çevirdik istikametimizi. İş sonrası kendilerini Tapas barlarına atıp yemeğin, içkinin ve sohbetin dibine vuran Barselonalılar'ın arasına karışmak için La Rambla'nın solunda kalan Gotik Şehrin ve sağında kalan Raval'ın sokaklarında kaybolmaktan idealinin olmadığını anlamak için sadece bir gün bile yetiyor insana. Bir önceki gece Gotik Şehrin sokaklarına atılmış masalarda doyan karınlarımızı bu sefer de Raval'a çevirmenin vaktiydi.

Raval, tam bir göçmen semti. La Rambla'dan Raval'a doğru o daracık sokaklarda iyice derinlere inmeye başladıkça rastladığınız Ortadoğulu insanların sayısının ve dükkanlardaki "helal et" yazılarının arttığını görüyorsunuz. Göçmen semti olmasının da etkisiyle fiyatlar da çok daha ucuz Raval'da. Labirent misali kıvrılan sokakların sizi çıkardığı yine son derece sevimli bir meydan, kafe-restaurantların masalarıyla, hediyelik eşya satan tezgahlarla, göçmen halkın sıra sıra dizildiği banklarla dolu. Ve tabi bir de minik(!) koca kedi heykeliyle... Raval'ın simgesi koca tombul kedi, kendisiyle hatıra fotoğrafı çektiren bizim gibi turistçiklerle halinden pek bir mutlu görünedursun, kendisini geride bırakıp ara sokaklarda yürürken gözümüze çarpmış olan sevimli bir Tapas bara gitmek üzere yöneliyoruz.


Sarı turuncu tonlarındaki taştan duvarlarıyla, tapasların sıra sıra dizili olduğu hemen girişteki barıyla ve sevimli garsonuyla, Barselona maceramızda yemek yediğimiz en keyifli yerlerden biri olmayı kesinlikle hak ediyordu Raval'daki bu Tapas Bar. Tabi o gece beni gülmekten öldüren canım macera arkadaşlarımı da unutmamam lazım. Siz çok yaşayın diyorum, başka da bir şey demiyorum:))

Son günümüzün ikinci yarısında üç kişilik ekibimizden fire vererek yola iki kişi devam etmek zorunda kalsak da, yılmadık ve Barselona da bizi en güzel keyiflerinden biriyle taçlandırdı: flamenko! Plaça Reil da, Barselona'nın yine onlarca meydanından biri, hatta avlu demek daha doğru belki. Manastırdan bozma koca bir yapının ortasındaki boş avlunun etrafı onlarca kafe, restaurant, bar ve diskoyla dolu. Kesinlikle büyülü bir yer. Tıklım tıklım dolu masaların arasından bir boş bulup tünedikten sonra dikkatimizi çeken bir kuyruğum peşine takıldık. Sonuç yaklaşık bir saatlik olağanüstü bir flamenko gösterisi, müziğin ve dansın gücüyle büyülenmiş bedenler ve ruhlar...

Plaça Reil...

Flamenko, olağanüstü bir sanat. İçinde hiç bir ortalama duygu barındırmayan, aşkın da, tutkunun da, hüznün de, acının da doruklarda yaşandığı... O yanık sesiyle aşkını, acısını haykıran müzisyeni dinlerken de, topuklarını sevdasının şiddetiyle takır takır yere vuran dansçıyı izlerken de, bu adamların bir kere daha her şeyi ne kadar tutkuyla yaşadıklarını düşündüm. Hayatı da, aşkı da, müziği de, dansı da dibine kadar kanırta kanırta yaşıyor ve tam da bundan besleniyorlar.

Dansları sırasında birbirlerine nasıl da tutkuyla baktıklarına şahit olduğumuz iki dansçıya, gösteri sonrası La Rambla'da yürürken el ele rastlamak da o geceye dair ayrı bir hoşluktu. Gösteriyi izlerken bu dansı bu kadar yürekten hissettirerek yapan dansçıların arasında mutlaka bir çekim olması gerektiğini düşünmüşken, sonrasında ikiliyi kostümleri ellerinde el ele belki de evlerine doğru yürürken görmek, bana aslında ne kadar haklı olduğumu gösterdi. Sahnedeyken gözlerinde gördüğüm şeyin aşk olduğundan emindim ben zaten:)

Biliyorum ki, artık ben bu şehri görmemiş gibi yaşayamam. Kanıma girdi bir kere. "Yani ne demek şimdi bu?" demeyin sakın! Onu ben de henüz bilmiyorum ama tek bildiğim, harika bir üç gün geçirdiğim ve bunu hiç unutmayacağım!

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Masal mı gerçek mi?

Koskoca bir kemerin altından geçip upuzun bir ırmak gibi önümüzde uzanan bir yoldan ilerliyoruz. Yolun sonu yeşilin her tonuyla dolu kocaman bir parka açılıyor. Yolla park arası, pek çok sokakta olduğu gibi yine onlarca park etmiş bisikletle dolu. 9 yaşında ufak bir kız çocuğuyken sahip olduğum en iyi arkadaşım Pinokyo bisikletime benzeyen kırmızı ve beyaz tonlarında bisikletler bunlar. Öğreniyoruz ki sadece Barselonalılar'ın kullanımı için bu bisikletler, turistler için olanlar ayrı. Barselona'da yaşayan biriyseniz, bu bisikletlerden kiralayıp her yere bunlarla gidebilir, hatta metrolara ücretsiz binebilirsiniz. Bisiklete kira bedeli verildiğinden ayrıca metro için para almıyorlar. En güzel yanıysa bisikleti aldığınız yere götürmek zorunda olmayışınız. Size en yakın herhangi bir bisiklet noktasına teslim etmeniz yeterli. Ve tabi yollardaki son derece geniş ve ferah bisiklet yollarıysa cabası. Bisikletle dolaşacağım diye can pazarına girmek zorunda değilsiniz yani.

Bisikletleri geride bırakıp parka adımınızı attığınızda hissedilen duygu, yeşille yıkanmış olmak gibi bir şey. Bu daha yepyeni canlanmış doğanın tadını çıkarmak isteyen kıştan bıkmış bedenler, çimenlerin üzerinde sereserpe... Kimi sadece şortu ve bikinisiyle güneşleniyor, kimi çimenleri okşaya okşaya kitap okuyor, kimi yoga yapıyor.

Sonra yine ağaçların arasından bir yol... Asıl varılmak istenen yere açılan... Parc de la Ciutadella. Barselona'ya damgasını vurmuş, bedeni öbür dünyaya çoktan göçmüş olsa da ruhunun yıldızlarını şehrin her yanına saçmış olağanüstü mimar Gaudi'nin muhteşem eserlerinden biri olan Parc de la Ciutadella... Tüm ihtişamını karşıma alıp şırıl şırıl akan sularını izlerken de, her iki yanından yukarı doğru çıkan merdivenlerini adım adım tırmanırken de kendimi 18.yy'da bir şatoya girermiş gibi hissettim. Şimdi çektiğimiz fotoğraflara bakıyorum da, asla o hissi vermiyor. Ama orda tam karşısında olmak, ya da tepesinde, tüm parka o heykelciklerin arkasından bakmak... Sadece yaşamak gerek!


Ve bu muhteşem güzelliğin karşısına yapılmış bir yapay gölet, üzerinde sandallar... Hiç kaçar mı bu fırsat? Hazır, gördüğü güzellikler karşısında zaman tünelinde 18.yy'a kadar gitmiş ruhumuzu, o sandalların üzerinde gezdirmekten mahrum etmek olur mu? Hele bir de kazlar, ördekler, kaplumbağalar, hatta ve hatta leylekler size eşlik ederse... Bir gezi kitapçığı tarafından Barselona'nın yıldızlarından biri olarak gösteriliyor Parc de la Ciutadella. Biliyorum ki, yaşadığımız bu anlardan aldığımız keyifle o yıldız hepimizin başının üzerine çoktan gelip konuvermişti bile.


Sonra başka bir gün ve başka bir an kendimi Hansel ve Gratel masalının bir kahramanı olarak buluveriyorum. Karşımda, ormanda dolaşırken karşılaştıkları pastadan yapılmış eve benzeyen evler... İçimde delicesine gidip bir köşesinden ısırma duygusu uyandırıyor. Acaba denesem benim de karşıma içinden kötü yürekli cadı çıkar mı? Ya da sadece taştan duvarları ısırmaya çalıştığım için dişim acır ve aslında Hansel ve Gratel'in masalında değil, yine Gaudi'nin tasarımı olan evlerin bulunduğu Parc Guell'de olduğumuzu anlarım. Ben yine de Hansel ve Gratel'in ve o masaldaki kötü kalpli cadının anısına, Parc Guell'in çıkışındaki hediyelik eşya mağazasından kendime havada sallanan bir minik cadı figürü satın alıyorum. Ne de olsa bizim serde de cadılık var, öyle değil mi, mutfak cadılığı:))


Cadılığını, kendine aldığı hediyeyle de perçinleyen bendeniz ve hikayemizin diğer iki kahramanı, Barselona maceralarının en can alıcı noktalarından birine yönelirler: Tibidabo! Metronun yukarı çıkan merdivenlerinden neye benzediğini daha önce hiç bilmediğiniz bir meydana ayak basmak ne kadar nefes kesiciymiş bunu öğrendim. Tibidabo Meydanı'nın önce gökyüzü, sonra muhteşem mimarideki binaları, üstü mosmor ve pembemsi tonlardaki begonvillerle kaplı açık kafesi, yukarı doğru uzanan her yanı ağaçlarla kaplı upuzun caddesi görünüverdi merdivenlerden sıra sıra... Emin olun Barselona'nın bütün meydanları başka güzel ama burada içimi kaplayan sıcaklığı tarif etmem zor.

Tibidabo lunaparkının ve o muhteşem Temple del Sagrat Cor Kilisesi'nin olduğu tepe Barselona'nın en yüksek tepesi. Buraya ulaşmak içinse dünyanın belki de hala en sevimli ulaşım araçlarından birini kullanmak zorundasınız: tramvay! Çok eski model ama son derece bakımlı mavi bir tramvay, sizi belki Barselona'da görebileceğiniz en muhteşem malikanelerin arasından alıp gökyüzüne doğru çıkarıyor, tıngır mıngır. Ama onun da gidebileceği bir son nokta var. Tibidabo lunaparkına ulaşmak için bir de yeşilliklerin arasından tırmanan sevimli bir finikülere binmek zorundasınız.


Finikülerden inip karşımda önce Temple del Sagrat Cor Kilisesi'ni, sonra da o muhteşem atlı karıncayı gördüğümde içimde hissettiğim duyguyu nasıl tanımlamalıyım bilemiyorum. Özgürlük? Hayata ve hayatın tüm güzelliklerine tapınma? Hayranlık? Belki hepsi ve çok daha fazlası... Tüm Barselona sanki sere serpe kendisini ayaklarınızın altına sunmuş gibi... Kilisenin en tepesinde kollarını herkesi kucaklarcasına şehre doğru açmış kocaman bir aziz heykeli, sağınızda solunuzda 1928'de kurulmuş olan lunaparkın o nefes kesici "oyuncakları"... Atlıkarıncalar, balerinler, gondollar, pamuk helvacılar, elma şekercileri...

Ucundan kıyısından tatlarına baktıktan sonra kilisenin en tepesine çıkarak Barselona'ya bir de biz selam çakalım istedik. Barselona'nın olabileceğiniz en yüksek zirvesinde olduğunuzu bilmek ve kilisedeki o aziz heykelleri gibi şehri kollarınızı açarak sımsıkı kucaklamak... Çıkabileceğim en son noktada sadece biz ikimiz, ben ve Barselona başbaşa kaldık kısa bir an. Volumü yüksek olmayan sözcüklerle haykırdım tüm içimdekileri. Geçmişi, geleceği, ânı paylaştık çok kısa bir an. Yine beklerim dedi, yine geleceğim söz dedim.


Tüm bunlar masal mı gerçek mi? Belki bazen gerçekler bile masal olabilir!

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Barselona'da kadın olmak!

Bazen düşünmeden edemiyorum, hayat öylesi garip, hızlı ve tahmin edilemez ki! Şurda alt tarafı üç gün önce Barselona kaldırımlarında o sokak senin bu sokak benim, o pazar senin bu restaurant benim dolaşırken bugün yine İstanbul'da bir mutfağın içinde deli bir yoğunlukla boğuşma içerisindeyim:) İnsanoğlu kuş misali... Evet, bizler aslında koca koca kanatsız kuşlarız. Bu sabah uyandığımız yerde yarın da gözümüzü açacağımızın garantisi yok.

Benim ruh hala memlekete dönmedi, hasretle bekliyoruz kendisini:) Bendeniz burda Barselona fotoğraflarımın düzenlenmesi ve anılarımın gezi defterime geçirilmesiyle uğraşadurayım, bende derin bir etki bırakan konunun Barselona'daki kadınlar olduğunun farkına vardım.


Barselona şehir merkezinin biraz dışında bir semt olan Badalona'da bulunan otelimizden metro istasyonuna gidebilmek için yaklaşık 10 ila 15 dakikalık bir yol yürüyorduk. Bu sayede hem çok şirin bir semt olan Badalona'yı görebilme şansımız oldu hem de daha Barselona'daki ilk saatlerimde çok hoşuma giden bir kareyle karşılaştım. Tam sokağın köşesindeki balıkçının önünden geçiyorduk ki, tezgahta dizili koca koca karidesler, midyeler, istiridyeler yerine - ki normalde onlara dikkat etmem gerekir - benim dikkatim tezgahtaki iki hoş hatuna takılıverdi. Doğru mu görüyordum? Evet doğru görüyordum. Geçmişler tezgahın arkasına koca koca balıkları ayıklıyor, filetolarını çıkarıyorlardı. Hiç alışkın olmadığımız için bu görüntü, şaşırdığımın on katı ölçüde çok hoşuma gitti. Ama ne yalan söyliyim, bu karenin istisna olduğunu düşünmüş, genele yayılacağını hiç tahmin etmemiştim.

Daha sonra farklı semtlerde farklı sokaklarda ama en çok da Barselona'nın en meşhur pazarı La Boqueria'da kasapların, balıkçıların, manavların, şekercilerin vs. çoğunda hep kadınların erkeklerle omuz omuza, hatta bazılarında tek başlarına çalıştıklarını görünce ilk gördüğümün aslında bir istisna olmadığının farkına vardım.


Kafalarımıza doğduğumuz andan itibaren enjekte edilmeye başlayan sınırların asla gerçekler olmadığını, sadece birilerinin öyle işine geldiği için öğretilmiş kurallar olduğunu görmek... Belki de bu kadar erkek egemen bir sektörde çalıştığımdan ve her yeni girdiğim ortamda önce "kadın" aşçı olmaktan ötürü bir açıklama yapma ve kabul görme durumuyla karşılaşmaktan, daha çok dikkatimi çekiyor tüm bu meseleler...

En güzeliyse, Barselona'da görüdüğüm bu karelerdeki kadınların çoğunun, seçtikleri sektörlerde varolabilmek için erkeğe benzemeye çalışmamaları, baya süslü püslü makyajlı kadınlar olmalarıydı. Erkek gibi kadın olmaktansa kadın gibi kadın olmayı başarmakta aslında bütün mesele. Eğer kadınlar da erkeğe benzeyecekse zaten bırakılsın erkekler çalışsınlar tüm erkeklikleriyle, taklitlerine neden gerek olsun ki!


Barselona ve kadın deyince aklıma oldum olası en çok gelen isimdir ünlü İspanyol yönetmen Pedro Almadovar. Kadınları, özellikle de onların karmakarışık, deli dolu, rengarenk ruhlarını anlatmayı çok sever. Elbette en birinci gözlemi olarak kendi ülkesinin kadınları başroldedir çoğu zaman. Kadın olmanın doğal karmaşıklığına bir de İspanyol ve Akdenizli olmanın çılgın ve tutkulu ruhu eklenir. Şimdi yeniden çok uzun zaman önce seyretmiş olduğum Almadovar'ın en harika filmlerinden biri olan Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar'ını seyretme vaktimin gelmiş olduğunu hissediyorum.


Ve ey Almadovar, beni duyuyorsan eğer sana benden nacizane bir öneri: bundan sonraki filmlerinden birinde elinde bıçağı satırı kasaplık yapan bir kadının hikayesini anlatsan ne güzel olurdu. Upuzun simsiyah saçları, kulaklarında kocaman İspanyol küpeler, dudaklar ve gözler boyalı, alımlı ve hoş bir kasap kadın...

Almadovar'ın gözlüğünden böyle bir kadının nasıl göründüğünü gerçekten merak ederdim doğrusu:)

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Zero in Barcelona!

Wim Wenders'ın Beyond the Clouds filminde kız erkeğe bir hikaye anlatır: Ormanda yaşayan yerliler dağın en tepesine aşağıdan yük taşırlarken yol boyunca sürekli durup beklerler. Bir gün yanlarında onlarla birlikte giden bir yabancı, liderlerine neden sürekli durakladıklarını sorar ve "Ruhlarımız bedenlerimiz kadar hızlı hareket edemez, onlar her adımlarını özümseyerek yaşamak isterler; o nedenle durup sürekli onları beklememiz gerekir" cevabını alır.

Şimdi dört gün aradan sonra bedenim yeniden İstanbul'un karasına ayak basmış, 30 yıldır ait olduğum şehrin nefesini alırken ruhum, hala gitmiş olduğu uzak diyarlarda... Yaşadığı onca güzelliği hazmetmeden de geri dönemeyeceğe benzer... Varsın dönmesin, bana yetmeyen zamanın tadını, zaman nedir bilmeyen evreninde doya doya çıkarsın.

Katolonya'dan gelen rüzgarlar, daha toprağına ayak basmadan da yaşamımın bu dönemindeki hayat enerjimle çok uyuşan bir şehre gidiyor olduğumu söylüyordu bana. Barselona renk demekti; ışıltılı yıldızlar, kanı kaynayan bir yeniyetme, dansın, hareketin, müziğin ve güzelliğin vücut bulmuş haliydi...

Barselona vazgeçilmezleri... Paella ve cava...

30. yaşıma girdiğim bir ekim sabahında bu yeni yaşımın hayatıma güzel başlangıçlar ve keyiflerle geleceğine inanmış ve kendime söz vermiştim; içimden esen rüzgarların sözünü bundan sonra hep dinleyecek, negatif enerjilerin varlığımı tozlandırmasına izin vermeyecektim. Bu seyahat, bu yıl kendime verdiğim hediyelerin, zorluklarımın, bedellerimin, keyiflerimin bir taçlandırması olacaktı. Böylece içim(iz)deki rüzgarın hızını da arkamıza alarak vurduk kendimizi Barselona semalarına.

Üç gün boyunca yaşadığım onca şeyi imkanı yok tek bir yazıya sığdıramam ben. Gezip görülesi temel yerlerin haricinde öyle çok detay var ki anlatılması gereken, ben Barselona'nın asıl bunlarda saklı olduğunu düşünüyorum. O nedenle zaman içinde farklı farklı yazılarla bende kalan tüm izleri paylaşacağım. Ama döndüğümden bu yana anneme babama, bir iki arkadaşıma Barselona'ya dair kurduğum en birinci cümlenin şu olduğunun farkına vardım: yaşamayı çok seven ve hayatın tadını sonuna kadar çıkarmasını bilen insanlar Barselonalılar. Nereye baksanız bir eğlence; hangi sokağa girseniz bir dans, müzik; müthiş mimarideki binalarla çevrili minik avlulara dağılmış kafeler; lezzetli yemekler, içkiler... Eğlenmek için konser, festival vs gibi nedenler beklemeden, bu kadar anlık, içinden geldiği gibi hayatın tadını çıkararak eğlenen kaç toplum vardır bilemiyorum.

Yine bir avlu, masalar ve muhteşem mimari...

Barselona'daki ikinci gecemizde 13 saat boyunca yürümekten bir fil ayağına dönüşmüş ayaklarımız ve gurultusunu cümle aleme duyuran midelerimizle hoşumuza giden bir restaurant arayan biz üç kafadar, kulağımıza gelen davul gürültülerini takip ederek Bari Gotik yani Eski Şehir tarafında bir sokağa saptık. Öylesine açtık ki, o an için tek isteğimiz, hissetmediğimiz ayaklarımızın bizi bir Tapas (İspanyolların bizim dilimizde meze olarak algılayabileceğimiz bir yemek türü) barına götürmesiydi. Ama o girdiğimiz sokakta öyle bir görüntüyle karşılaştık ki, belki yarım saat ne yemek kaldı peşinden koştuğumuz, ne ayakta kalmanın yorgunluğu. Her yerde olduğu gibi yine muhteşem mimarideki evlerle çevrili bir avluda, her biri gençlerden oluşan belki 10-15 kişilik üç grup, kendi aralarında yarışarak Afrika dansı yapıyorlardı. Bir yandan çaldıkları muhteşem davul ve kendilerine has müzik aletleriyle çıkan olağanüstü bir ritm, bir yandan insanın kanını kaynatan danslar... Ve bu dans eden, yarışan, eğlenen gençlerin etrafını çevirmiş, onların enerjisine alkışlarıyla, kendilerince dansa katılışlarıyla eşlik eden onlarca insan... Bize düşen, sadece o eşlikçilere katılmaktı. İçgüdülerimize uyduk ve kendimizi o avludaki yaşam enerjisine bırakıverdik. Zaman dediğimiz olgunun hiçe dönüştüğü anlar... O an ne kim olduğunuzun, ne yaşınızın, cinsiyetinizin, ne nerden geldiğinizin nereye gittiğinizin önemi kalmıştı. Sadece müzik, dans ve eğlence, o kadar!

İkinci günse Barselona'nın en ünlü açık pazarı La Boqueria'ya girdiğimizde gördüğü renklerle, binbir çeşit sebze meyve, çikolata, şekerleme ve deniz ürünleriyle kalbi delicesine çarpmaya başlayan içimdeki mutfak cadısı, az sonra yaşayacaklarından habersiz tezgahlara kitlenmişti. Sonra pazarın sağ yanındaki açık alana yaklaşırken yine kulaklarımıza çarpan müzik, alkış ve kahkaha sesleriyle bir mıknatıs misali çekiliverdik alana. 20-25 kişilik bir koro, içinde her cinsten, her ırktan, her sosyal sınıftan, güzeli çirkini, yaşlısı genci çeşit çeşit insan, tarifsiz bir enerji ve mutlulukla bir yandan dans ediyor, bir yandansa şarkılar söylüyordu; karşılarındaysa hem onları yöneten hem de gitarıyla şarkılara renk katan bir adam, onun ayaklarının dibindeyse batari çalan en fazla 10 yaşında olduğunu tahmin ettiğim bir ufaklık... Her şarkının belli bölümünde korodan biri öne çıkarak solo parçalar söylüyor ve yine etraflarını çeviren, içlerinde bizim de olduğumuz onlarca kişilik kalabalığı şarkıya, müziğe ve dansa ortak ediyordu. O an o meydanda nasıl muhteşem bir enerji olduğunu inanın tarif edebilmem imkansız. Belli ki hayattan pek çok konuda darbe yemiş, farklı kesimlerden insanlardı korodakiler... Bunu giyimlerinden kuşamlarından, yüzlerinde hayatın bıraktığı izlerden anlamak mümkündü. Ama hayata tutunmanın, hayattan keyif almanın yolunu kendilerince bulmuşlar da, üstüne bir de biz çevrelerindeki topluluğa bunu göstermeye çalışıyorlardı. O sihirli anları videoya kaydederek sonsuza kadar ölümsüzleştirmek isteyen yanım, dansa ve müziğe katılmak isteyen yanıma yenildi ve elimdeki makineyi bir kenara bırakarak bedenimi müziğe teslim etmeye çalıştım.

La Boqueria'nın muhteşem renklerinden sadece birkaçı...

Barselonalılar hayattan zevk almayı biliyorlar derken yaşadığımız bu iki örnek çok belirgin izler bıraktı bende. Oturduğunuz her kafenin önünden bir saat içinde en az iki üç sokak çalgıcısının geçmemesi ve sizi kimi zaman flamenkonun, kimi zaman bir klasik müziğin tınılarına çekmemesi mümkün değil.

Yaşananlar, yazılacaklar uzun mu uzun; emin olun daha pek çok sohbet kaldırır. Hele bir Tibidabo lunapark gezimiz var ki, benim kelimelerimin gücü yetmez o Barselona zirvesinin güzelliklerini anlatmaya. Sanırım sadece ruhum değil, kelimelerim de Barselona'da kaldı. Beni kendime getirse getirse Num Num'ın mutfağı getirir, ne de olsa çarşamba günü iş başı:)

17 Mayıs 2011 Salı

Yol

"Yol seçimdir, Yol tavırdır, Yol beklentidir, Yol çeşitliliktir, Yol başlangıçtır, Yol çaredir, Yol öğrenmektir, Yol şaşırtır, Yol öncüdür, Yol kaçıştır, Yol tekinsizdir, Yol oyundur, Yol rastlantıdır, Yol davadır, Yol tecrübedir, Yol eserdir, Yol yöndür, Yol ikirciktir, Yol ıssızdır, Yol tekrardır, Yol süreçtir, Yol ümittir, Yol esrarengizdir..."

Ağustos ayında İstanbul Modern'de gezdiğim Hüseyin Çağlayan sergisinin tanıtım yazısındandı bu satırlar. Önce aklıma sonra defterime yazılmıştı. Şimdi yeni bir yolun arifesinde iken yazıldıkları yerden çıkıp kendilerini hatırlattılar.

"Çarenin olmadığı yerde yol çaredir" demiş Murathan Mungan da Şairin Romanı'nda. Yol ve yola dair her cümle ilgimin odağında bu aralar. Algıda seçicilik biraz benimkisi. Yolu, yolculukları, içsel ve dışsal gidiş gelişleri seçmiş karakterlerin hikayesi olan Şairin Romanı'nın da bu dönemimde bana gelmiş olması bundan olsa gerek.

İçine tren yolu kaçmış bir çocuk var bir yerlerimde. Her daim trenlere tutkun olmuş, ya tutkusu çok büyük olduğundan ya da yeteri kadar yaşayamadığından nerede bir tren görse, nerede bir tren yolculuğundan bahsedilse kalbi çarpan, ilgisi artan bir çocuk...

"Kendi kısa sürse de ömrü uzundur çocukluğun" diyor yine Murathan Mungan. Ömrü tükenmemiş olan çocukluğumun bende bıraktığı derin izlerdendir trenler ve tren yolculukları... Tren yolunun dibinde bir evde geçti benim çocukluğum; her tren geçişiyle duvarların titrediği, o tıngır mıngır gürültünün bir zil sesi kadar doğal karşılandığı bir evde. Çocukluğuma dair hep anlatılan hikayelerden biridir. Yürümeyi ilk öğrendiğim andan itibaren tren geçişini her duyduğumda evin en arka odasında dahi olsam tompik patilerimi popoma vurdura vurdura, trenin geçişinin en iyi göründüğü salondaki pencereye yapışırdım. Sanki ben bir trene el sallamadan evin önünden geçmesine izin verirsem o trene haksızlık etmiş olacaktım. Neydi, nasıl bir histi beni öylesi koşturan bilemiyorum. Çocukluğumuzda nedenini tam bilemediğimiz şeyleri hep "çocukluk" olarak niteleriz ya, benimkisi de öyleydi belki; çocukluk!

Sonra yıllar geçti, Zeren büyüdü, lise öğrencisi oldu ve her sömestir Ankara'daki büyük teyzesini ziyarete gider oldu. Ankara'ya pek de öyle sevdalı değildi. Büyük teyze de zaten her kış en az bir iki ayını İstanbul'da geçirirdi, yani ona duyulan bir büyük bir özlem de değildi onu Ankara yollarına düşüren. Kimselere pek itiraf etmesem de ben Ankara'ya gidiş gelişlerin hep trenlerde geçen o yolculuk anlarını sevdim. Haydarpaşa'dan kurulduğum tren koltuğumda kulağıma geçirdiğim kulaklıklarımın sesini hiç bir zaman fazla açmazdım ki trenin tıngırtısını muhakkak duyayım. Sanki bitirme imkanım varmış gibi "nolur nolmaz kitapsız kalmayayım" diye alınmış bir torba dolusu kitap, anneannemin "aman aç kalma" diye bütün treni doyurmaya yetecek yollukları...

Yeni yıl ağacının altına kurulması hayal edilen tren yolu, ilk öyküsünün başrolünü yine trene, tren yollarına vermeyi seçen bir ben...

Yol, en çok trenlerle anlam kazansa da benim için tek başına yolda olma hali bile tarifsiz bir heyecan, gizemli bir büyü... Hayat, çok uzun zamandır beklediğim, zaman zaman ne kadar hayalkırıklığına uğramış olursam olayım hayal etmekten vazgeçmediğim bir yolu armağan ediyor şimdi bana. Bu sayfaların bana kazandırdığı geniş bir yüreğin bundan aylar evvel "tüm bu sürecin sonunda stajını da bitirdikten sonra kendine o çok özlediğin yolculuğu armağan et, yaşadıklarından sonra bunu hak ediyorsun" sözlerini dinliyorum. Yolculuk hissi iki aydır bünyede hüküm sürmekte. Ruhumsa çoktan varış noktasına gitti bile. Şimdi yapmam gereken kendimi de yanına götürmek...

Şairin Romanı'nda Moottah "Yaşamlarını yola kutsamışların her zaman iyi dileklere ihtiyacı vardır" diyor. Evet, şimdi benim de ihtiyacım olan bu:)

15 Mayıs 2011 Pazar

"Bazı mevsimler bir günde gelir!"

"Ne zaman kağıtçıları, deftercileri gezse yerkürenin yazılmak için varolduğunu düşünürdü".

Staj bitimi ve iş başlangıcı arasında geçen tatil günlerim, Murathan Mungan satırlarıyla şiirsel bir ruha bürünmüş durumda. Çantamda her gittiğim yere benimle birlikte gelen Şairin Romanı, sanki günlerimin üzerine serpilmiş yaldızlı kurdeleler gibi... Bir kafenin en güneşli köşesine tünemiş arkadaş beklerken, Karaköy iskelesindeki bir bankla hiç kalkmak istemezcesine bütünleşip Haliç'le boğazın o muhteşem birleşiminin tadına bakarken, bulutlu İstanbul sabahlarında kendime armağan edilmiş mükellef bir kahvaltının keyfini sürerken kelimelerle vücut bulmuş bir yoldaş benim için. Böylesi romanlarla karşılaştıkça iyice anlıyorum ki, hayattan aldığım nefeslere dair tüm keyfimi doruklara taşıyan bir sanat edebiyat. Hele de böylesine ustaca yazılmış, şiirsel bir dilde ve kurguda ilerleyen, bilgelik dolu bir eserse...

Başta yazdığım cümle, Şairin Romanı'ndan defterime geçirilen sayfalarca nottan sadece biri. Defter ve kitaba duyduğumuz oburluk boyutundaki açlığımızın nedenleri üzerine ettiğimiz onlarca sohbete, tek bir cümleyle anlam katmak bir nevi... Yerkürenin yazılmak için varolduğunu düşünmek... Evet, içimizdeki, bir nevi hayatlarımızın her anını, yerküreden aldıklarımızı, onun bize verdiklerini, şu evrendeki tüm varoluşumuzu acısıyla tatlısıyla kağıda geçirme tutkusu...

Son üç ayda mutfakta geçirdiğim zamanlar tuttuğum defterler, bahar aylarında yapmak istediğim şeylerle, bu şehre dair özlemlerle dolu. 7 Mayıs cumartesi gecesi saat 12'de stajımı bitirerek mutfaktan çıktığımdan bu yana, yani son bir haftadır sürekli İstanbul'la kucaklaşmaya çalışan bir Zeren'le uyanıyorum her günün sabahında. Günün ilk çayının ilk yudumunu, ilk lokmasını ne yapıp etmeli sokaklarda almalı ve gün sonunda bedenim artık yeter diyene kadar meydanlarını, kuytu köşelerini, kitapçılarını, kafelerini arşınlamalıyım. Yapamadığım şeylerin listesi hâla yaptıklarımdan daha fazla ama ne gam!

"Galata Kulesi'ne çıkmak ve uzunca bir aradan sonra İstanbul'u bir de tepeden izlemek istiyorum" diye yazmışım defterime tam iki ay önce. İstanbul'un, insanları kendine çeken mıknatıs etkisini topladığı yerlerin başında geliyor bence Galata Kulesi. Bir kuş olup İstanbul'a tepeden bakabilmek gibi... Geçmişi, geleceği, yılları, kısacası zamanı yaşamdan silip insana sadece ânı bırakmak gibi... En özel günlerinize sakladığınız en zarif kadehinizden içilen bir yudum şarap gibi Galata Kulesi'nden İstanbul'u izlemek... Şehrimde turist olmak... Bu histen kendimizi mahrum etmeden yaşamayı öğrendiğimizde, yaşama sanatına dair en belli başlı eseri vermiş olacağız belki kendimize.

Mutfak harici yaşamda duyulan tüm özlemlere ve geçirilen bu güzel anlara rağmen günlerini şaşıran ben, kendimi cuma akşamı şöyle bir hissin içinde, şu cümleyi ederken buldum: Üç ayda ne çabuk alışmış bünyem cumartesi pazar çalışmaya! Şu an sanki olmam gereken yerde değilmişim gibi bir his... Öyle bir garipseme hali...

Her insanın bir ağaç gibi hayata bağlandığı kökleri ve zenginleşerek çoğalması için gökyüzüne uzayan dalları olması gerektiğini bilen canım arkadaşımın ağaçlara dair tutkusunu daha iyi anlayarak, köklerimi mutfağa derinleştirip oradan aldığım aldığım enerjiyle sulanarak gökyüzüne, edebiyata, sinemaya, neşeye, sevince, kısacası hayatın kendisine uzamak istiyorum ben. Mutfağın enerjisi olmadan geçirdiğim bir haftadan kendime çıkardığım bir sonuçtur bu. Cuma günü staj mutfağımdaki arkadaşların yanına ziyarete giderken artık bir parçası olmadığım o mutfağın beni bu kadar hüzünlendireceğini hiç tahmin etmemiştim. Şimdi gideceğim yeni mutfakta da aynı sinerjiyi yakalamayı tüm kalbimle diliyorum.

"Bazı mevsimler bir günde gelir" demiş yine sevgili Murathan Mungan. Geç de gelmiş olsa bahara koskocaman bir merhaba olsun. Bu kadar özletmemiş olsa, böylesi çoşkuyla karşılamayacağımızı bildiğinden yapmış olabilir bu kurnazlığı. Olsun varsın, hoşgeldi, sefa geldi!

ps: Stajımın sondan bir önceki haftasında izin günümün ertesi günü mutfağa gittiğimde garson arkadaşlardan biri yanıma geldi ve "Zeren dün müşterilerden biri seni sordu" dedi. Kimmiş, adını söylemedi mi derken "Gizli bir hayranıyım, o beni tanımaz" dediğini öğrendiğimde yüzümde kocaman bir gülümseme oluşuverdi. Muhtemelen blogumun hayatıma kazandırdığı kıymetli yüzlerden biri olmuş olduğunu düşündüm. Ne yazık ki gelişi izin günüme denk gelmiş ve görüşememiştik. Kim olduğunu hâla bilmiyorum ama eğer bu satırları okuyorsa ona kocaman bir selam olsun:)

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Biraz buruk ama çokça mutlu!

Saat 00:44. Eve varışımdan 10 dakika sonra oturdum bu satırların başına. Uzun zamandır içimden akan cümleler bu ekranda yerini almaya zaman bulamıyor, ancak mutfak arası çay molalarında not defterimin üzerine düşüyorlardı. Üç aylık stajım boyunca 3 defter bitirmişim, meğer ne kadar doluymuşum, meğer yazmaya ne kadar açmışım. Şimdiyse son derece mutlu ama bir o kadar da buruk olduğum şu saatlerde hayatımın pek çok önemli anına izdüşümlüğü yapan bloguma bu yazıyı yazmakla yükümlü hissediyorum kendimi.

Geçen hafta içinde işe giderken arabanın radyosundan uzun zamandır buluşmadığım bir şarkı çalınıverdi kulaklarıma. O muhteşem keman ve arkasından gelen Şebnem Ferah sesiyle bir yıl öncesine, bu şarkıyı milyonlarca kez dinlediğim o günlere gidiverdim. Akşam eve döndüm ve 22 Nisan 2010 tarihinde yazdığım Sil Baştan başlıklı yazıyı okudum yeniden. O temiz sayfayı açabilmek için sabırla, yeniden ve yenilenerek yepyeni kararlarla koca bir yazı geçirişim, 20 Eylül'de bundan sonraki hayatımın miladı olacağını düşündüğüm MSA'nın başlamasını heyecanla bekleyişim, derslerdi, sınavlardı, proje sunumuydu, stajımı nerede yapacağım meraklarıydı derken, staj yerimle Num Num'la tanışmak, olağanüstü güzel 90 adet keyifli mutfak günü, hem hafızama hem bedenime işlenmiş hatıralar(ömrüm boyunca taşıyacağım iki güzel yanık izim:))

Sil Baştan deyip açtığım o temiz sayfayı pek çok güzel cümleyle doldurabilmiş ve bugün itibarıyla bir süreci daha başarıyla tamamlamış olmanın gururunu yaşıyorum. Mutluyum, çok şey öğrendiğim, çok güzel günler geçirdiğim ve geride ayrıldığım için üzülen pek çok mutfak dostu bırakabildiğim için... Gururluyum, tüm süreçte bu işte başarılı olacağımı bana her adımda hissettiren motive edici şeflerle çalıştığım ve tüm bu sürecin sonunda "eğer sen de bizimle çalışmak istersen kapımız sana açık" cümlesini duyabildiğim için...

Meydan Num Num mutfağı her zaman hayatımda özel bir yere sahip olacak. Bundan sonra nereye, hangi mutfağa çalışmaya gidersem gideyim, orası benim ilk göz ağrım. Şimdi yine Num Num çatısı altında ama bu sefer mekan değiştirerek devam ediyorum yoluma. 25 Mayıs itibarıyla Bağdat Caddesi Num Num'da, cadde ışıltısıyla dolu bir mekanda çalışıyor olacağım. Yeni bir süreç, yeni insanlar, yeni aşçılar, yeni kalp çarpıntıları, yepyeni bir mutfak var yine önümde. Ama önce biraz ara... Özlenenlerle buluşulacak, biraz gezip tozulacak, yine mutfağa girilip bu sefer sadece dostlar için yemekler pişirilecek.

1 Mayıs tarihinde bir çay molasında defterime düşen bir cümle bu yazının sonu olsun: "Hayatımın 'özlenecek insanlar' listesine yine yeni insanlar ekleniyor. Num Num Meydan mutfağı, hepinizi gerçekten ama gerçekten çok özleyeceğim!" Evet, bugün hepinizin elini sıkarken söylediğim gibi, özleyeceğim!