30 Ağustos 2011 Salı

Mutfakta aşk var!

"İnsanın yemek pişirerek, yemek yiyerek aşkını ilan etmesi, ruhsal ve tensel iletişim kurması mümkün müdür? Yemek ve kocakarı ilacı tariflerinden bir aşk masalı çıkar mı? Ev yapımı bir çikolata ya da yarım kilo soğan, iki baş sarımsak, bir tutam kekik, yakıcı bir aşkın simgesine dönüşebilir mi?"

Bu tutku rengindeki soruların cevabı bende değil, Acı Çikolata'nin yazarı Laura Esquivel'de! Elbet mutfak renklerine bürünmüş bir aşçı olarak benim de söyleyecek sözlerim var bu sorulara ama Acı Çikolata öyle masalsı bir lisanda anlatmış ki aşkın mutfak hallerini, yetersiz cümleler kurmaktan korkarım.


Ama yine de bir deneyeyim: Örneğin akşamdan şekere yatmış çileklerin çıkardığı o ilahi kokuyla uyanan bir insanın, o gün içinde aşık olma ihtimalinin her zamankinden daha fazla olduğuna kalıbımı basarım. Böylesi özel bir kokuyla uyarılan koku duyusu, kalbin penceresini sonuna kadar açar, açar ki rüzgar içeri istediği kadar üfürebilsin.

Acı Çikolata'da Tita'nın hikayesi üzerine okuduklarım, bir seneye yaklaşmakta olan kendi profesyonel mutfak maceramla ve neredeyse tüm ömrümü kaplayan mutfak tutkusuyla birleşince 30 yıllık geçmişimde farklı anların, anıların kapısını tıklatıyor. Sevdiği adama da, dostlarına da, ailesine de sevgisini, tencerede kaynattıklarıyla, fırında kızarttıklarıyla, rengarenk süslediği pastalar ve mutfağı buladığı vanilya kokusuyla anlatmaya çalışan bir insan oldum ben hep ama hep. Mutfak lisanı olsa gerek bu. Konuşabildiğim, rahat ettiğim, huzur ve aşk bulabildiğim bir dil, bir ifade tarzı... Mutfakta hep aşk vardı. Pişirdiklerimde olduğu kadar, benim için pişirilenlerde de...

Masmavi bir tenteyle çevrilmiş, etrafındaki ağaçların yeşil gölgesinde serin bir balkon... Ufacık balkon masası üzerine kurulmuş iki kişilik, sade mi sade mis gibi domates kokulu bir kahvaltı sofrası... Masanın iki ucunda, aralarında iki nesillik bir zaman dilimi bulunan aynı ailenin iki ferdi, anneanne ve torun, yani bizim ailenin en kadim mutfak cadısıyla, onun yanında daima yavru cadı olarak kalacak bendeniz...

O ve ben söz konusu olunca sohbetin ucu döner dolaşır muhakkak mutfağa dokunuverir. Hayatta bazı şeyler kaçınılmazdır, bizim kaçınılmazımız da daima mutfaktır.

"Yeni bir poğaça tarifin var mı?" der örneğin "haftasonu teyzenle pazartesi günkü misafirler için yapalım dedik". "Var ananecim, istediğin poğaça tarifi olsun" derim. Dön dolaş her daim aynı tarifleri uygulamaktan sıkılan kadındır o, yeniliklere açıktır, heyecan ister, farklılık ister mutfağında. "Ah bir krem karamel yapıversen de yesek" derim, bilirim ki istersen 35 yıllık aşçı ol, onun yaptığı krem karamelin kıvamına, görüntüsüne ama en çok da tadına ulaşabilmenin imkanı yoktur. O, ailenin krem karamel üstâdıdır, daha pek çok şeyde bu sıfatı kimselere kaptırmadığı gibi.

Sonra en sevilenlerden biriyle can dayı ile konuşulur. İstanbul'un dışında özenle, emekle, aşkla kurduğu kendi cennetinde bir gün önce giriştikleri salça yapma macerasını anlatmaya başlar telefonda bol kahkaha ve neşe ile... Yıllık ritüeldir, yaz bitmeden kavanozlar dolmalıdır. Kilolarca biber alınmış, bahçeye kazan kurulmuş, komşular toplanmıştır.

"Zeren dün burda öyle bir curcuna vardı ki görmen lazımdı. Tam bir panayır yeri... Göksu (kuzenim) diyor ki, Zeren Abla burda olsaydı kesin bu curcunadan bir yazı konusu çıkarırdı. Akşam saat dokuzda anca işimiz bitti, çok yorulduk ama tencerenin sonundaki kalıntıları ekmekle sıyırırkenki keyif de her şeye deyiyor doğrusu". Değmez mi canım dayım, değmez mi?

Yüzyüze ya da telefonda mutfak sohbetleri kesintisiz devam ederken hemen yanı başımda Acı Çikolata... Sohbet aralarında bana Tita'nın yemeklerle nasıl bir aşk destanı yazdığını anlatıyor. En iyi bildiğim şeyi hiç durmadan kulağıma fısıldıyor: Mutfakta aşk var!

İnanmazsanız açın mutfağınızın kapısını bir de siz bakın:)

23 Ağustos 2011 Salı

Bu bir veda yazısıdır!

Çocukluğumun tüm yazları Ören'de geçti benim. Doğduğum değil, ama yaşadığım yerdi, suyunu içtiğim, toprağından beslendiğim, günbatımlarının ışığında ilk aşkımın arkasından ağladığım, aile sofralarında çokça kahkaha, az hüzün, bolca huzur biriktirdiğim... En güzel anılarımın biriktiği yer, kan bağı değil, gönül bağıydı, tam da bu yüzden memleketimdi. Nerelisin dediklerinde yüreğimden geçen yerdi.

Nice manzaralar gördüm bu yaşıma kadar. Olağanüstü günbatımları, yakamozlar, sarımtrak gündoğumları... Ama Ören sahilinde kumların arasına ayaklarımı saplayıp karşıma tüm ihtişamıyla Kaz Dağları'nı almak ve tam arkasından batan tupturuncu bir topa dönüşmüş güneşi izlemek... Bunun yerini tutan hiç ama hiç olmadı.

Doğa, işini hepimizden daha iyi bilir. Gün nereden doğarsa daha pırıltılı olur, güneş nereden batarsa ihtişamıyla nefes keser, herkesten ve her şeyden iyi bilir. Edremit Körfezi, Kaz Dağları gibi bir doğal güzellikle taçlanır da, güneş nereden batması gerektiğini bilmez mi? Ben, hayatında sadece bir kere değil, yüzlerce kere o olağanüstü büyüye şahit olmuş şanslı bir insanım. Güneşin milim milim Kaz Dağları'nın arkasında kaybolmasını izlerken gökyüzünü turuncunun onlarca farklı tonuna boyamasıyla nice anılar biriktirdim. Dostlarla atılmış kahkahalar da var o günbatımlarında; denizden, dağlardan ve güneşten almak istediğim huzur da; sevgiliyle el ele olmanın aşkı da; aşkın gidişiyle çekilen acı da...

Sonra annem ve babam Kaz Dağları'nın o muhteşem köylerinden birinde, yaşadıkları tabiatın huzuru yüzlerine yansımış güzel dostlar edindiler kendilerine. Böylece bizim sahil kasabasından izleyerek hep karşıdan ihtişamına tanık olduğumuz Kaz Dağları'na o büyülü yolculuklar başladı. Mis kokulu köy tereyağları, parmakları unun rengine bulanmış pamuk kadınların ellerinden çıkma gözlemeler, daha lezzetlisinin hiç içilmediği tavşan kanı çaylar... O topraklarda yenip içilen her şeyin içine doğanın güzelliği sinmiş olduğundan olsa gerek, başka hiç bir lokmadan, hiç bir yudumdan o dere kenarlarından aldığım keyfi ve lezzeti almadım.

Kaz Dağları bir masaldır. Yıllarca hep karşıdan izlemişken sonradan içine çekildiğim, adeta Alice Harikalar Diyarı'nda Alice'in o sihirli kapıdan geçmesi gibi bir anda içine düşüverdiğim bir masal... Turist sıfatıyla gelenlerin kesinlikle bilmediği, sadece orada yaşayanların gizine vâkıf olduğu ışıl ışıl göletlerde yüzdüm ben. Tepelerde birikmiş kar sularının erimesiyle akan suların biriktiği, daldığında adamı zımba gibi yapan buz ötesi göletlerde... Sarı Kız'ın hikayesine şahit olmak bir yana, taaa en tepeye, onun topraklarına çıktım ben. Sadece etraftaki kalıntılara değil, Kaz Dağları'nın gökyüzüyle buluştuğu yerde Sarı Kız'ın anısına bekçilik yapan o nur yüzlü amcayla tanıştım. Bir zamanların 'en sevileni' ve hep can kalacak dostlar ile o sularda yüzdüm, o kahvaltılara oturdum, o ağaçlara tırmandım. Onlarca anı, yüzlerce fotoğraf... Hayatımın geçen on yıllık döneminin en güzel zamanlarını biriktirdim. An geldi, bir aşk gidince yeniden gitmesi, o sulara dalması zor geldi; an geldi, çok özlendi, en iyi merhem yine o sular olur dendi, gidildi.

Bugün Kaz Dağları'nın ölüm fermanının çıktığı gündür! Dünyanın bu en nadide cennet köşesinde altın madeni işletmek isteyen 16 firma ruhsatlarını aldı, Kaz Dağları'nın katli vaciptir dendi. Pek çok insan için acı bir haber bu. Üzücü, yıkıcı... Kınayan, lanetleyen cümleleri, haykırışları duyuyorum. Biraz doğa sevgisi, biraz vicdanı olan herkes isyan ediyor. Ya ben? Kalbimin ortasına saplanan acıdan nefesim kesiliyor. Kimi zaman uzaktan izleyerek, kimi zaman içinde yaşayarak geçirdiğim tüm zamanlar, yakında nesilden nesile anlatılan bir efsaneye dönüşecek. Şu hayatta daha kaç güzelliğe daha açgözlü insan ırkı yüzünden veda etmek zorunda kalacağız?

Güzel bir kalemin sayfasında bir cümleye denk geldim bugün, Andre Gide'ın bir cümlesine: "Anı yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır" demiş usta kalem. Bu yazıyı ölümün elinden bir şeyler kurtarmak için yazdım. Daha detaylılarını ise defterlerime dökmeye söz verdim kendime.

Ve seni mahfetmelerinden önce bir kere daha geleceğim sana. Hem eski güzellikleri yad eder, hem de henüz daha kirletilmemiş suyundan bir yudum daha içerim. Böylesi vedaları kaldırmıyor artık benim içim!

16 Ağustos 2011 Salı

Mürekkep & Dolmakalem...

Edebi ve ebedi aşk... Tereyağ ile bal gibi ya da çayla şeker... Koşulsuz tamamlayıcı... Ayrı ayrı yazılsa da sanki tek bir kelime...


İki gün önce yolumun düştüğü bir mağazada bu dolmakalem/mürekkep takımlarına gözüm ilişince kafamdan geçen ilk düşüncelerdi bunlar.

Dolmakalemin bir karakter olduğunu, taşıdığı kişinin özelliklerini yansıttığını ilk dedemden öğrendim ben. Neredeyse tam on yıldır bizlerle birlikte olmayan dedemden... Bir avukat olarak işindeki resmi, mesafeli, ciddi duruşunu yansıtan gri tonlarında bir dolmakalemi, sağ elinin orta parmağında da hiç eksilmeyen bir mürekkep lekesi olduğunu hatırlıyorum.


Tıpkı yıllar evvel daktilosuyla ilgili yazdığım gibi dolmakalemleri de onun için son derece müstesna, kıymetli, hele de öyle burnunu ona yasaklanan şeylere sokmaya meraklı evin ufak veledinin kurcalamasına izin vermeyeceği kadar özeldi. Peki çocuk dediğin yasak dinler mi? Dinlemez! Bir keresinde gizli gizli ele geçirdiğim kalemin neden yazmadığını bir türlü çözemeyince sinir olup orasını burasını kurcaladığımı ve mürekkebini patlatıp yüzüm gözüm, üstüm başım her yanımı mürekkep yaptığımı hatırlıyorum. Bir insan yaramazlık yaptığını ancak bu kadar ele verebilir, artık oynamıyordum desem ne fayda:)

Evin her yanını kitaplarla dolduran dedem, daktilosu olan dedem, özel kutularında itinayla sakladığı dolmakalemleri olan dedem... İçindeki yazı canavarıyla o zamanlar henüz yakından tanışmamış olsa da en azından varlığını hisseden bendeniz, işte dedemin bu eşyalarını kurcalamaya, denemeye, nasıl çalıştığını çözmeye çok meraklıydım.

Yazmaya meraklıydı dedem. Çok konuşan, paylaşımcı bir insan değildi pek. O nedenle çocukluğumdan aklımda kalanlar sözlerinden çok, ona dair görüntüler. Şimdi yazarak rahatladığım, kendimi döktüğüm tüm defterlerim gibi onun da defterleri, kendini anlattığı satırları vardı.

Ben elyazısına da ilk onunla vuruldum. Ama nasıl bir yazı... Kelimelerin her biri kıvrıla kıvrıla şekil alıp sadece bir yazı olmaz, insanın bakışını anlamlandıran bir sanat eserine dönüşürdü. Sanki o kıymetli kıvrımlar öyle sırlar barındırırdı ki içinde, her görene de okunmak, anlaşılmak istemezdi. Zordu dedemin yazısını çözmek...

Ölümünden sanırım iki yıl önceydi bir albüm yapma sevdasına tutuldu dedem. Ama öyle böyle değil. Pek fazla irtibatta olunmayan ailenin uzak akrabalarından bile resimler, anılar istedi. Detaylı bir soyağacı çıkardı. Ve kendisinden bir nesil önceden başlayarak her bireye, her çekirdek aileye en az birer sayfa ayırarak kocaman bir albüm yaptı. Öyle ki sadece olanları değil, henüz olmayanları bile ekledi albüme. Yani biz torunlarının eşleri, çocukları, torunları için bile sayfalar ayırdı:) Albümün başınaysa o muhteşem yazısıyla ailenin tarihini, başından geçenleri, kendi anılarını yazdı.

Ve bu içindekilerin yaşanması yıllar, hazırlaması ise büyük emek istemiş olan albüm bittiğinde çağırdı beni yanına. Hatıraya, anılara, yazıya tutkun romantik ruhlu torununun karakterini bildiğinden "bak, bu albümü sana emanet ediyorum" dedi. "Bu zamana kadar olanları ben tamamladım, ama bundan sonrasına ömrüm vefa etmez. Ama sana, sizler için hazırladığım o sayfaları özenle doldurmanı emanet ediyorum". Canım, nasıl önemserdi böyle şeyleri:)

Ailenin yeni nesil kızları pek bir özgür çıktı dedecim! Henüz evlenen yok ama bilesin emanetin hala bende saklı:)

Bir mürekkep/dolmakalem ikilisinden böyle bir yolculuk yapıverdim. Yaşasaydı bunları alır, ona hediye ederdim. Şimdiyse birini seçip kendime armağan ediyorum!

14 Ağustos 2011 Pazar

Gezgin kadınlar...

Birini uzaktan, birini nispeten daha yakından izlediğim iki kadın... Çok farklılar ama bir o kadar da benzer... Paydalarını özgür ruhlarında ve iflah olmaz bir gezgin olmalarında birleştirmişler. Yolda değilken bile yola tutkun bir hayat yaşamak aslında hiç de sanıldığı kadar kolay bir şey değilken tutkularını hayatlarının merkezinde tutarak yaşamlarını cesaretle anlamlandıran insanlar...

Ben Barselona yoluna çıkmadan evvelki gece konuştuğumuzda "Güney Amerika'ya gitmeyi planlıyorum, gittim mi 2-3 ay dönmeyi düşünmediğimden de bazı ayarlamalarla uğraşıyorum" demişti. Yeni bir yol arifesinde onun yolu için duyduğum heyecanı bugün gibi hatırlıyorum. Hayatımızın çok kısa bir dönemini yan yana aynı ofis içinde geçirmiş olmamıza rağmen tüm incelikleriyle çekilmiş bir resim gibi kalmıştı o iflah olmaz gezgin ruhu hayatımın insanları arasında. Bendeki tanımı "hep gezmek için yaşayan insanlardan biri"ydi daha çok. Çalışır, para biriktirir ve heyecanla hayalini kurduğu yeni yollara vururdu kendini. Sizse belki ondan daha çok gezmesini isterdiniz; gezsin ki anılarını anlatırken yaşattığı o kıpır kıpır enerjiyi daha çok yaşayasınız. Yaşarken aldığı keyfi sohbetine de yansıtan, cümlelerin sevdiği insanlardan biriydi her zaman ve daima.

Barselona'dan dönmemle kısa bir zaman içinde sosyal paylaşım sitelerinden birinde o çok beklediği yollara vurduğunu gördüm kendisini. Üstelik yaşadıklarını paylaştığı bloguyla da beni dönmeden gezisinin bir parçası yapıvermişti. Fotoğraflarına mı, satırlarına mı takılayım hiç bilemedim.

Reina del Camino... Lirik bir lisan olduğunu düşündüğüm İspanyolca'dan kendi lisanıma kattığım inanılmaz güzel bir ifade... Yolların ve yolculuğun kraliçesi demek. Bloguna verdiği ismin açıklamasını yaptığı satırlarından öğreniyorum bunu, yüzümde kocaman bir gülümseme... Bir insan kendine bu kadar yakışan, bu kadar bütünleştiği bir ismi nasıl bulur:) Dedim ya cümleler severdi onu; bunun için yürüyüp bulmuşlardı üzerine yapışacakları ruhun yüzünü.

Diğeriyleyse bu satırlar sayesinde tanışmış, önce Paris'e olan aşkına vurulmuş, sonra tüm dünyayı neredeyse kaldırım kaldırım dolaşma ve keşfetme arzusuna hayran kalmıştım. Hep demişti en başından beri, o da gitmelere tutkun, yollara açılan koridorun giriş kapısı havaalanlarına sevdalı bir gezgin huzursuz ruhtu...


Yorgun bir mutfak günü sonrası serin bir İstanbul yazı akşamında, tadı kadar sunumuna da hayran kaldığımız tavşan kanı çaylarımız eşliğinde en çok yollardan, biraz bize dair hikayelerden, çokça kitaplardan oluşan keyifli bir sohbetin tarafları olarak buluştuk. Geçmiş yolculuklar, gelecek olanlar, hemen kapısında bekleyenler... Bir kuyruklu yıldız misali peşine takılmak ve sadece rüzgarını takip etmek... Düşü bile rengarenk...

Kuzey'e düşürmüştü bir süre önce yolunu. İskandinavya, kuzeyin, güneşi batmayan 'uzun günlü' şehirleriydi uzun zamandır beklediği. Gitmeden "Ben gülen yüzleri severim. O yüzden derim ki; eğer isterseniz, Uzun Çoraplı Pippi'ye, Uçan Kaz ve arkadaşı Nils'e ya da Ejderha Dövmeli Kız Lisbeth'e selam götürebilirim sizden" diye yazdığında tüm selamları bir emanet gibi gönderivermiş, merakla da sonrasını beklemiştim. Dönüşünü, geride kalanları, birikenleri... Kısmet, Kuzey yollarından sonra yüz yüze paylaşmayı mümkün kıldı o birikmişleri.

İki kadın dedim ama hayatımdaki en önemlilerinden birinin, en büyük sevdası Güney Kore yollarına dökülme arifesinde nasıl heyecanlarla kavrulmakta olduğunu nasıl unuturum:)

Yollarınız, yollarımız açık olsun cesur ve güçlü, kıymetli arkadaşlarım!

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Büyüler, büyücüler

"Elime kalemi aldığımda büyüye inanıyorum."

Bazı cümleler vardır, sahibi siz değilsinizdir. Ama o cümle sizsinizdir. Onur Caymaz'ın Hikayeden Çocuk'a döktüğü yüzlerce cümlesinden biri olan bu satırlar, okunduğu andan itibaren büyüsünü tekrarlıyor beynimde. Önce kelimelerin dünyasına girdim, 10 yaşında ufacık bir velettim; sonra belki birkaç yaş daha büyükken mutfağın dünyasına...

İlk Ursula Le Guin'in Yerdeniz serisini okuduğumda yazınının kesinlikle bir büyücülük olduğuna inandım. Çünkü onun yarattığı fantastik dünyalarda, bir cadının kazanını kaynatırken çıkan o tütsülü dumanın buğusu vardı. Acayip bir şeydi. O dünyanın içine girmiş, kitabın başında Yerdeniz dünyasının haritasının yer aldığı o sayfada bir haritacı gibi kare kare her yeri incelemiş, kitabı harita eşliğinde okumuştum.

Sonra anneannemin bir gün koca bakır tencerelerinden birinin başında helva kavurduğu bir sahneyi hatırlıyorum. Kimbilir belki de bir kayıp, acılı bir gün için kavuruyordu o helvayı, ama benim aklımda sadece koca bir tencerenin başında mis gibi kokular çıkara çıkara, bir tutam ondan bir tutam bundan katarak tıpkı o zamanlar okuduğum masal kitaplarındaki büyücüler gibi kazan kaynatan bir kadın ve sonrasında o tencereden çıkan, insanları ağızlarına bir kaşık attıklarında mest eden o lezzet kaldı. İşte bu büyüydü, bunları yaratanlarsa benim dünyamın güçlü ve coşkun büyücüleri...


Bugünlerdeyse zihnimde gelecekten bir kare... Ege kıyısında masmavi engin suların şırıltısında 10, belki 15 masalık ufak bir mekan... Öyle ki mekanın tabağında da ben, örtüsünde de, çiçeğinde de, masa üstü fenerlerinde de... Kendi aynamdan yansıyan tüm objeleri saçıvermişim ortalığa ne var, ne yok. Mutfaktaysa yine BEN pişiyor. Akşam konuklar kadehlerini tokuştururken sohbetlerine de, içkilerine de yarenlik edebilsin diye, ama en çok da lezzetli bir şeyler yemenin bu dünyadaki en büyük hazlardan biri olduğunu keşfedebilsinler diye bunca yıldır birikmiş Ben'lerden pişen lezzetler... Herkes yerini alıp masalarına kuruldu mu, masaların üzeri minik tabaklarla doldu mu, fenerler yavaştan ortalığı loş ışıklara boğdu mu, ortalıkta, masaların arasında huzurun şekillendirdiği bir gülümsemeyle dolanan, kâh sohbetlere katılan, kâh misafirleriyle kadeh tokuşturan ben.

Tıpkı şu fotoğraftaki ânı yaşarken hissettiğim sevdiklerimle birlikte özel anlardan birini yaratıyor olmaktan duyduğum hazdaki gibi anlar yaratmak; gündüz mutfağın sıcağından boğulmuş boncuk boncuk terler biriktirmişken girilen mavi suların serinliğini akşam masalar arasında dolanırken hala bedenimde hissetmek; bir dostun kadehini doldururken beyazlaşmasına şahit olduğum aslan sütünün burnuma gelen kokusuyla anasonun, hayatta beni keyfe getiren en birinci kokulardan biri olduğunu bir kere daha düşünmek... İşte böyle karelerin resimleri var beynimde bu aralar. Ve hayatımda ilk kez kendi büyümü yaratma fırsatına sahip olacağım böylesi bir mutfağa bu kadar yakın olduğumu hissediyorum. Somut bir yakınlık olmasa da, varoluşsal bir yakınlık bahsettiğim.

Hem belki beslendiğim tüm büyücüleri de aynı çatı altında toplama şansına sahip olurum. Bir bakmışsınız Onur Caymaz bir masada oturmuş, bir yandan sohbetin dibinde, bir yandan da anasona bulanmış zihninden geçen satırları kaydetmek için bir peçeteye uzanıyor elleri. Taptığım kadın canım Ursula'm, Oregon'da kendini gönüllü kilitlere soktuğu çiftliğinden çıkmış benim masalarımdan birinde, buruşmuş elleriyle pembe şarabını yudumluyor ve o an, ona en sevdiği kahramanlarından Orrec ile Gry'in hikayesini hatırlatıyor. Sessiz huzurunu bozmak istemediğimden sadece uzaktan izliyor ve gözlerimizin kesiştiği an kadehimi ufak bir hareketle şerefine kaldırıyorum.

Olur mu, olur! Neler olmuyor ki şu hayatta...

7 Ağustos 2011 Pazar

Ramazan'ın mutfak halleri...

İnsan mutfakta çalışırken konuşmalarına dikkat etmeli(ymiş). Sonucunda şom ağızlı olmak var, konuştuklarını bizzat çağırmak var, başına bela almak var. Biz ne günler gördük, ne çılgın cumalar yaşadık, ne çok marş ve bom kardeşlerin ortalığı karıştırmasına şahit olduk, ne fırtınalara maruz kaldık ama bir de Ramazan akşamları tecrübesini yaşamak varmış kaderde.

Dün akşam üzeri 4'te restorana girerken Meydan'daki insan kalabalığını gördüğümde akşam servisine dair beynimde üremeye başlayan düşünceleri telafuz etmekte çekindim ilk. Sonra üstümü başımı değiştirip mutfağa girdiğimde içerideki karmaşayı, dağılmış tezgahları, oraya buraya koşturan kader arkadaşlarımı görünce telafuz edilmekte çekinilen düşünceler dudağımın ucuna kadar geliverdi. Ve en son, verdiğim ilk molada "bu akşam iş çok yoğun geçecek sanırım" şeklinde ağzımdan dökülüverdi.

Böyle durumlarda "şom ağızlılık etme", "aman dilini ısır" gibi alışılagelmiş cümleleri etmesi gereken mutfak ahalisi de, başımıza geleceklerin sessiz kabulü içinde tek bir fısıltı bile etmediler; kederli bakışlarla yüklü kafalar ağır ağır sallandı o kadar:)

Cuma öğle servisleri ya da günün hem cumartesini hem de Ramazan'ı gösterdiği dün geceki gibi zamanlarda çalıştığım tezgahın hemen sağında duran sipariş makinesine okkalı bir yumruk atmak istemiyor değilim. Aslında bu durumun, bir türlü susmak bilmeyen çocuğunu susturmak için ağzına bir şaplak atan şiddet eğilimli annelerin yaptığından bir farkı yok, ama hep söylüyorum, mutfak benim kendimi tüm yönlerimle tanımama yarayan bir mekan oldu. Meğer içimde bir yerlerde uyumakta olan bir Zeyna gizliymiş ve benim bu kişiyle tanışabilmek için profesyonel bir mutfağa girmem gerekliymiş:) Bir makine hiç durmadan sürekli "dıtdırıdıtdııııııııııııt" diye yanıbaşında öterken sakin, metanetli ve olgun kalmayı başaran her insana yılın ermişi ödülünü vermeye hazırım.

Ne kadar şom ağızlı biri olduğumu anlamamız için saatin 7 olması yetti. Tabakların, çanakların, çorba kaselerinin yetişmediğini, bir yandan yemek yetiştirmeye çalışırken bir yandan da bulaşıkhaneden buharı üzerinde tabakları mutfağa taşımak zorunda kaldığımızı söylesem bilmem anlatabilir miyim durumu. Saat 10 gibi insancıklarımız artık karınlarının doyduğunu hissedip çay, kahve aşamasına geçtiklerinde mutfağın hali tazmanya canavarının içinden geçtiği bir mekan görüntüsündeydi. Tezgahların hali ise fare girmişten farksız. Sanki Tom ve Jerry didişmekten vazgeçmiş de, bir olup tezgahlarda ne var ne yok silip süpürmüşler gibi...

Başını dayadığı tezgahtan medet uman yorgun aşçı tiplemesi...

Şimdiyse aldı beni bir tasa, bakalım bu akşam başımıza neler gelecek?:) Daha beteri ne olabilir ki demeyin! Her zaman beterin beteri vardır. Mesela her pazar gecesi, genel temizlik gecesidir. Her akşam mutfak kapatılırken tezgahlar, çekmeceler temizlenir, mutfak yıkanır ama pazar geceleri ayrıdır. Pazar geceleri davlumbazlar tavandan iner, yerine aşçılar çıkar; tüm haftanın kiri pası hortumlar, köpüklü bezler yardımıyla mutfağın ortasından akan su kanallarına gider. Bu arada mutfağın içi bileğe kadar su dolar, ama aşçı takımı yine aldırmaz, hortumla bu sefer de hababam boşaltılmış olan çekmecelerin, dolapların içini sular. İşte böyle bir gecedir pazar geceleri mutfaklar için.

Yani demem odur ki, bu akşam için ben tasalanmayayım da kim tasalansın. Olur da eğer dün geceki gibi bir servisten çıkıp da girecek olursak bu akşam genel temizliğe, gece eve döndüğümde bacaklarımı, koyacak olduğum yataktan ertesi sabah kaldıramayacağımdan endişe ediyorum. Üstelik her pazartesi sabah 10.00, gece 24.00 çalışıyor olmam da cabası... Şimdi bu duruma içinde trajik tonlar barındıran bir kahkaha atıyorum ve ikinci yarısının hızlı geçeceğinden emin olduğum ama tersini dilediğim bir pazar gününü yaşamak üzere hazırlanmaya gidiyorum:)

2 Ağustos 2011 Salı

Aşkın coğrafyası

Aşkın coğrafyası... İlk Nazlı Eray'ın Altın Kafes'inde okudum bu etkileyici tamlamayı... Her aşkın bir coğrafyası olduğundan, onun yaşandığı sokakların, caddelerin, kafelerin, denizlerin, o aşkın coğrafyasını oluşturduğundan bahsediyordu. Dolayısıyla da her aşkın coğrafyasının farklı olduğundan...

Kelimelerin gücünü iliklerime kadar hissetmemi sağlayan ifadelerden biridir bu. Sadece iki kelimeyle bir 'hal'i çok güçlü bir şekilde anlatabilmek...

Kalbi kırık bir arkadaşımın, kalbini kıran kişiyle yaşadıkları yüzünden artık bu şehre katlanamayacağını söylemesi üzerine hatırlamştım yeniden Nazlı Eray'ın bu tamlamasını. Aşk çekip gittikten sonra onun coğrafyasında yaşamak gerçekten zor olabilirdi; bilirim olurdu da... Çünkü o coğrafya sadece ve sadece o aşkın kahramanlarının bildikleri hatıra yükleriyle dolu, her yeni günde yeni tırmıklarla kanatmaya neden olabilirdi taze yaraları.

Gözlerimin içine acıyla bakıp bir daha Beyoğlu'na gidemeyeceğini söylerken neler hissettiğini anlayamayacağımı düşündüğünden olsa gerek, her adımda, her sokakta, her kaldırımda yaşadığı hatıraları anlatmıştı bana birer birer arkadaşım. Bileyim ki anlayayım gerçekten neler hissettiğini; öyle ki hani olurda eğer gerçekten anlarsam, iyileştirmenin bir yolunu bulabilirdim belki o düzelmez sandığı cerahatli yaralarını.

Anlatmadım ona bu duyguyu çok iyi bilen biriyle konuşmakta olduğunu. Halbuki benim hikayemi de bilmeyecek kadar birbirimizi az tanıyor olmamıza rağmen belki de bu haldi onu benimle konuşmaya getiren. Zihni bilmese de, ruhu hissetmiş ve dökülüvermişti birden karşımda.

Her insanın hikayesi farklı, karakteri ve hissettikleri de. O nedenle yaşadıklarıyla baş etme yolları da... Ama sanırım önemli olan kendini hislerinin akışına bırakmak. Üzülmekse üzülmek, bağırmaksa bağırmak, öfkelenmekse öfkelenmek, çekip gitmekse çekip gitmek... Ve böylece tüm duyguların bünyeden zarar vermeden akıp gitmesine izin vermek. Yutup içine akıtmaktır kanımca asıl zarar veren. Kimi kalarak iyileşebilir, kimi giderek.

"Her gittiği yere kendini de götürür insan" sözü doğrudur doğru olmasına da, bazen bazı coğrafyalar gerçekten iyi gelmez insana. Gitmek gerçekten bir çözüm değildir belki ama rahatlamadır, nefestir. Ki çoğu zaman insanın en çok ihtiyacı olduğu şey de, rahat ve temiz bir nefestir.


Gitmeyi çok istediğim zamanlar olsa da, gitmedim, kalmayı seçtim ben örneğin. Çünkü yeni ve farklı bir şehrin geçici nefesinden çok, sevdiklerimin iyileştirici merhemine daha çok ihtiyacım vardı. Yabancı bir şehir, hatırası olmayan sokaklar, kafeler ne kadar çekici gelse de, arkasından tanıdık bir yüzün çıkacağını bilerek çaldığım kapıların varlığı daha güç vericiydi. Şu resimdeki kahvenin taraflarının benzer karelerde onlarca kez buluşmasıydı örneğin benim için o rahat nefes.

Ve bir gün gelecek başka bir aşkın coğrafyasına kapılıp gidecek insan. Belki kesişen kümeler gibi kesişecek eski aşkın coğrafyasıyla yenisininki.

Ben gözlerinde 'gitme'yi gördüm arkadaşımın. "Yanına sadece çok sevdiğin birkaç yazarın kitabını al ve git o zaman" oldu ona söyleyebildiklerim. Bir insana iyi gelecek şeyin, başkasının tecrübeleri değil, kendi yolu olduğuna inancım sonsuzdu çünkü.

Bugün Lübnan'dan attığı mesajı düşüverdi telefonuma. Hep merak ettiği Doğu'ya çevirmek istemişti önce yüzünü. Steril bir romantizmin ve konforun hüküm sürdüğü Batı topraklarındansa karmaşanın, kaosun, mistik hikayelerin mâbedi Doğu'ydu sanırım kendi nefesini aradığı yer. "Ne yaparak nefes alacağını düşünüyorsan onu yap demiştin. Yaptım ve biliyor musun artık nefes alıyorum!"

Hayatına yeni coğrafyalar katıyorsun arkadaşım, nefesin hiç eksilmesin!