21 Aralık 2012 Cuma

Çatıkatından bildiriyorum!

Çay demlemek üzerine bir roman yazılsa diyorum kendi kendime; dışarısı şimşek, yağmur, fırtına gümbürder, ben battaniye altına gömülmüş, elimde sıcacık bir bardak çay otururken. Hemen arkamda ocaktaki demlikten gelen tıngırtılar söyletiyor bu cümleyi biraz da, biliyorum. Aslında bir yanım elimde tuttuğum romanın pekâla da böyle bir roman olabileceğini bilerek söylüyor bunu. Çay demlemek üzerine demeyelim de, "bir çay suyu koyayım da ocağa, içeriz" cümlesinin suya atılan ilk taş misali bünyede kalbe doğru derin dalgalar, sıcaklıklar yarattığı bir roman elimdeki... Çatıkatı Aşıkları...

Şükran Yiğit'i çok sevdiğimi söylemiş miydim? Evet söylemiştim. Yaz ortasında Ankara, Mon Amour!'u okuduğumda, tek romanla bile emin olarak söyleyebileceğim bir gerçekti bu. O zamandan beri alıp da okuyacağım Çatıkatı Aşıkları'nı. Ah! Her kitabın bir zamanı var bla bla zırvalığını(!) - ki benim çok söylediğim bir şeydir bu - çöpe atıyorum şu an. Bu kitabı okumadığım her gün için hayıflabilirim çok rahat.


Neden bu kadar etkilendiğimi soruyorum kendime. Çünkü içimdeki dalgalanmaların karşılığını bulmam lazım. Öyle çok yerime dokundu ki bu romanın içindeki hikayeler, abarttığımı düşünen olacaktır belki ama ne gam, resmen fiziksel bir acı hissettim bedenimde. Etkili bir roman okumanın hazzını hatırladım bir yandan ve aslında okumanın ne kadar sıkıntılı bir şey olabileceğini de... Resmen canım acıdı, olur mu böyle şey?:)

Hele bir tanesi var ki... 251 sayfalık romanın belki 7-8 sayfasını kaplayan kısa bir hikaye ama tabir-i caizse hallaç pamuğu gibi attı beni. Sadece acıttı, hüzünlendirdi, üzdü demek çok eksik ve çokça da haksızlık aslında. Romanın tamamına yayılmış olan umut, teslimiyet (hayata ve aşka), sabır, metanet, tek bir ânın mutluluğunu koca bir ömre yayabilmedeki derin tutku, bağlılık...

Bir yeri var paylaşmadan edemeyeceğim. Kurguya dair bir ipucu bilgisi içermez, rahatlıkla okuyabilirsiniz.

...Terziden en kısa zamanda elbiseyi bitireceğine dair söz aldıktan sonra, eve dönüp bir ekmek pişirdi.

Unu iki kere eledi, sonra suyla yavaş yavaş besleyip, dünyanın suskunluğunda ağır ağır, telaşsız, dingin bir edayla yoğurdu hamuru ve karşısına oturup mayalanmasını, hamurun zamanının gelmesini bekledi. Sonra kekik koydu içine, birkaç damla zeytinyağı damlattı ve yine aynı iç huzuru içinde tekrar tekrar yoğurdu hamuru. Sonunda yuvarladı ve bir kerede şekillendirdi. Tekrar baktı eserine ve mutlu olduğunu düşündü. Son olarak hamurun üzerine çörekotu ile "HAYAT" yazdı ve akşam çökerken mutfak masasına tek başına oturup ağır ağır, düşünerek ve her lokmasına şükrederek yedi ekmeği. O, o güne kadar yediği en güzel ekmekti. Feride ondan sonra bir daha hiç öyle güzel bir ekmek pişirmedi.

Kitabı şimdilik bir kere ama içinde bu satırların da geçtiği hikayeyi üç kere okudum. Bir kadına hayatının en güzel ekmeğini pişirten şeyin aşk olduğunu biliyorum. Duygularını mutfakta elleriyle hayata akıtan bir kadının ruhuna aşk düşünce o mutfağın nasıl bir mâbede dönüşebileceğini de çok iyi biliyorum ama bu kitabı okurken canımı bu kadar acıtan şeyin de yine bu olduğunu çok iyi biliyorum.

Bir nevi bir çatıkatı güzellemesi de diyebilirim aslında bu roman için. Yıllarca kendine ait bir yaşam alanı olmasını çok istemiş ve sonunda da buna ufacık bir çatıkatında sahip olabilmiş biri olarak ayrı bir hazla da okudum bu kitabı. Yan yana iki çatıkatı penceresinin adeta bir roman kahramanı gibi yer aldığı tüm satırlarda kendi çatıkatı pencereme düştü biraz da gözlerim. Hemen karşıda, penceremde ışığı görür görmez bana seslenen bir Süreyya Ablam olmasa da, benim de hemen yanımdaki çatı dairesinde en az onun kadar samimi ve candan bir evsahibim, Olcay Ablam var:)

İnsan sevdiği roman kahramanlarının alışkanlıklarını da kapıveriyor bir anda. Kitapların başına alındığı tarihi ve yeri muhakkak not eden ben, bundan sonra son sayfaya romanın bittiği tarihi, saati ve bazen de hissiyatımı yazacağım, tıpkı Mercan'ın da yaptığı gibi.

Ve hissiyatım: kimse kimsenin canını bu kadar acıtmamalı!