26 Mayıs 2009 Salı

Zero 10 Yaşındayken...

Bu dünya üzerinde ilk 10 yılını tamamladığında tombik ve lüle şaçlı bir kız olan Zero, dünyanın ve hayatın güzel bir yer olduğundan neredeyse emin gibiydi. Geçen yıllar bu hissiyatının kişisel olarak sağlamasını yaptıracak güzellikler getirdi getirmesine, zaman zaman haddinden fazla acıtmaktan çekinmese de, ama dünyanın genel olarak güzel bir yer olmadığından emin olması için her gün televizyon izleyip gazete okuması ya da sokaklara çıkıp biraz yürümesi yeterli oldu. Ve dolayısıyla çocukluğunun o saf ve temiz inancını bırakalı da çok oldu.


Zero 10 yaşındayken o yıllar hayatı boyunca başına ne gelirse gelsin, ne kadar uzağa düşerse düşsün, bir daha asla unutmayacağı bir insanla arkadaşlık ettiğinin farkında değildi. Kendisi gibi 10 yaşında su gibi, damla gibi bir kızdı arkadaşı, adı da kendisi gibi Damla olan... İnsanlar isimleriyle güçlenir, onlar gibi yaşarlarmış. Bunu ben değil, taptığım kadın Ursula söylüyor. Damla, elinde her daim bir kitap, daha okumayı öğreneli üç yıl olmasına rağmen dünya üzerinde yazılmış ne var ne yok okumaya hevesli olduğu o zamanlardan belli sevimli bir kız çocuğu anlayacağınız...

Ve bendeniz bu sevimli kız çocuğunun arkadaşı... Okumaya ve öğrenmeye aç, hayatta kendisini en çok etkileyen şeylerden birinin kelimeler olduğunu yeni yeni keşfetmeye başlamış, o küçücük yaşta bile duran, gözlem yapan ama dikkatini en çok da bu kitap okumaya sevdalı arkadaşına veren, ondan etkilenen, okuduğu kitapları beynine not edip kendisine de alması için annesinin eteğine yapışan bir başka sevimli kız çocuğu...

Hayat, bu iki sevimli kızı ilkokul sıralarında yan yana düşürmüş, ondan sonrasını ise ikisine bırakmıştı; birbirinizden besleneceğiniz, görüp alıp ileriki yıllarınıza taşıyacağınız neler var, neler yoksa keşfetmesi size kalmış diyerekten. Benden ona kalmış bir şeyler var mıdır yok mudur, o nasıl hatırlar o günlerimizi bilemiyorum ama benim için unutulmaz, kitap okuma aşkımın kaynağı her sorulduğunda adını andığım, anlattığım bir insan olmuştur kendisi.

Yıllar yıllar sonra hayatımızın üçüncü on yılının sonlarına doğru, büyük bir tesadüf eseri izime rastlayıp beni aradığında hayatımın en buhranlı, en zor dönemlerinden birini yaşıyor olmaktan ötürü, şu an çok üzgün olduğum bir ihmalkarlıkla karşılık verememiştim kendisine. Umarım hayat, bir gün yeniden bana bir telafi şansı sunar ve yolum, bir kere daha yoluyla kesişir. Şimdi sadece bunu dilemekten fazlası gelmiyor elimden.

Bütün bunları anlatmamın nedeni, sevgili Kitap Kurdu'nun okuma sevdamın ilk günlerine dönmemi, o zamanlar beni en çok etkileyen kitaptan ve yazarlardan bahsetmemi istemesi oldu. Ve ben ne bir yazardan ne de bir kitaptan bahsettim, farkındayım. Ama kitaplarla tanışma ve kitap dostluğu denince satırlar kendiliğinden Damla'yı anlatmaya başladı ve ben de onlara engel olmak istemedim açıkçası.

Çocukluğumun beni en çok etkileyen kitabına gelince... Pek çok sayabilirim ama illa da birini söyle derseniz, tereddüt etmeden bir tanesini zirveye taşıyabilirim: Pal Sokağı Çocukları.

Bu bloğun ilk günlerinde bu olağanüstü romanla ilgili bir yazı kaleme almıştım. Orada yazdıklarımın ötesinde bu romanla kurduğum bağı anlatabilecek başka cümlelerim yok. Dileyen o yazıyı da burdan okuyabilir.

Damla'yla beni tıpkı yıllar evvel olduğu gibi bunca zaman sonra da buluşturanın kitaplar olması dileğiyle...

19 Mayıs 2009 Salı

Uykusu Kaçmış Kadın Keki

Yemek yapmak tam bir büyücülük işi. Bir tutam ondan, bir tutam bundan diye diye fokur fokur kaynayan bir kazanın başında iksirini eksiksiz ve dört dörtlük hazırlamaya çalışan, uzun sivri şapkalı bir büyücüden ne farkımız kalıyor, bir elimizde mikser, diğeriyle de yumurtaları kırmaya çalışırken. İşte bu yüzden de yemek yaparken kendimi bir masal kitabından fırlamış, hayatının en iyi iksirini yapmaya odaklanmış bir büyücü gibi hissediyorum ve bu duyguyu çok seviyorum. Çok fazla kitap okumanın ve 30'una dayanmışken bile hala piyasaya çıkan bütün masal kitaplarını heyecanla takip ediyor olmanın yan etkilerinden biri de diyebilirsiniz buna tabi ki. İşte yine bu yüzdendir ki, burda çok sık paylaşmasam da sık sık kendimi mutfak tezgahının başında buluyorum.

Bugün yine böyle bir şey oldu. Yani yine ben mutfağa girdim ama oldukça garip bir saatte. Ertesi gün 30 kişilik falan bir misafir ordusu ağarlamayacaksanız, çoluk çocuk hep birlikte uzun bir yolculuğa çıkmayacaksanız, ya da ne bileyim sabahın kör saatinde kahvaltıya falan misafiriniz gelmeyecekse, herhalde gecenin 4'ünde kalkıp benim gibi kek pişirmezsiniz!

Bu yazdıklarımın hiçbirinin olmamasına ek olarak, mis gibi pişen kekimin eşliğinde kendime güzel bir kahvaltı ziyafeti çektikten sonra şöyle kıvrılıp bir koltuğun üzerine miskin miskin uykuma kaldığım yerden devam edeyim diyecek bir pozisyonum da olmamasına rağmen, üstüne bir de işe gitme gibi bir zorunluluğumun olduğunu da ekleyeyim. Sanırım şimdi durumun anormalliği daha da netleşmiştir. Kim ertesi gün işe gidecekken sabaha karşı 4'te uyanıp kek pişirir ki?

Sabaha karşı uykum kaçtı. Yatakta bir iki nafile dönüşten sonra baktım ki uykuyla aramıza kara kedi girmiş ve ben ne yapsam kendisini kışkışlayamıyorum, bir de baktım içimdeki mutfak büyücüsü de benimle uyanmış "hadi kek yapalım, kek yapalım" diye çığırıyor. Ben böyle zamanlarda söz dinlerim. Ne de olsa sabah benimle birlikte bu tatil gününde yeni bir iş gününü paylaşacak sevgili ofis arkadaşlarım da var, onlara da bir güzellik olmuş olur dedim.

Büyücüm ve ben (her ne kadar aynı bünye içinde barınsak da ayrı kişiliklermişiz gibi davranmayı seviyorum) ellerimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra önlüğümüzü giydik ve sonra gelsin yumurtalar, unlar, vanilyalar...

Bir saatin sonunda fırından efsunlu kokular yükselirken kendime günü böylesi güzel karşılattığım için kendi tebriklerimi kabul ettim. Sonucun çok başarılı olduğunu ofisteki arkadaşlar söylediler ama açıkçası ben bu işten alacağım keyfi zaten almıştım, üzerine tebrikleri kabul etmek sadece güzel bir bonus oldu diyebilirim.

En güzeli neydi, onu söylemeden geçmeyeyim, hani belki benim gibi böyle aniden zınk diye uyanıp uykusu kaçan tiplerdenseniz, günün birinde 'sabaha karşı 4 keki' ya da 'uykusu kaçmış kadın keki' yapmak istersiniz... Tezgahın başına dikilmiş, 3 yumurtaydı, undu, süttü, şekerdi diyerek tüm malzemelerin kek olma yolunda evrilmesini izlerken, kaba boşalttığınız her bir malzemeyle birlikte hemen dışarda önce siyahtan laciverde, sonra yavaş yavaş mavinin tonlarına dönmeye başlayan bir gökyüzüne şahitlik etmek... Hele de pencereniz zaten doğuya dönük ve sizi güneşin o şahane sabah kızıllığını aramak zorunda bırakmıyorsa o kadar şanslısınız ki, öyle büyülü bir saatte yapılan hiç bir kekin/böreğin/çöreğin kötü olma şansı yok.

Güne mutfak büyücüsü olarak başlamak iyi geldiğinden midir nedir, sadece 4 saat uykuyla duruyor olmama rağmen bir enerjiğim, bir enerjiğim, sormayın gitsin. Elbette kendinizi o saatte uyanmak için zorlamayın, ama olur da bir gün gece yarısı uykunuz kaçarsa günün birinde böyle bir yazı okuduğunuzu hatırlayın ve 'uykusu kaçan kadın keki'ni denemeyi bir düşünün. Erkekseniz de yine düşünün hiç sorun değil, çünkü bu kek kesinlikle cinsiyetçi bir kek değil:) Belirli bir malzemesi de yok, zira gecenin o vaktinde evde ne varsa koyularak yapılmıştır.

Denemek isteyen tüm dostlara duyurulur:)

15 Mayıs 2009 Cuma

Meğer Böyle Bir Yer Varmış!

Ben kütüphanelerle kaplı bir şehir olabilir mi diye hayal ededurayım, meğer böyle bir kasaba varmış da benim haberim yokmuş. Benim hayalimdekinden tek farkı, kütüphanelerle değil, kitapçılarla kaplı olması...

Hay-on Wye... Galler-İngiltere sınırının üstünde, 1300 kişilik nüfusu olan bir kasaba burası. Ama asıl büyüsü, bu özelliklerinde değil. Bu kadar ufak ve sakin olmasının yanında 39 büyük kitapçısı olan bir kasaba olmasında yatıyor asıl sihir. Yani başka bir cümleyle şöyle açıklıyım ki hesap yapmakta zorlanmayın: bu kasabadaki her 34 kişiye bir kitapçı düşüyor! Mucize gibi!

Güzelliklerin sadece bununla bittiğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bir de bu harika kasabanın resimlerine bakın ve kitapların bu kasabanın insanları için ne büyük bir önem ifade ettiğini görün. Kitap raflarıyla donatılmış sokak duvarları, açık hava kütüphaneleri, sahaflar, sahaflar, sahaflar...

Tabi ki bütün bunların bir nedeni var, yani Hay-on-Wye'in kitaplarla bu kadar bütünleşmiş bir kasaba olmasının bir nedeni... Hay-on-Wye için "ikinci el kitapların Mekke'si" diyenlerin ne kadar haklı olduklarını kanıtlayan bir neden...

Tam bir kitap delisi olan Richard George William Pitt Booth, 1961'de ucuz ve sakin bir kasaba olmasından dolayı buraya yerleşir ve pek çok yeri kiralayarak kasabayı kelimenin tam anlamıyla bir açık hava kitapçısına dönüştürür. Ve tüm bunlardan da daha güzel olan şey, 1988'den beri burada düzenlenen kitap festivali... Dünya çapında pek çok yazarı buluşturan bu açık hava festivali, artık Hay-on-Wye'in de sınırlarını aşmış ve dünyayı dolaşan bir festivale dönüşmüş durumda. Avrupa'nın dört bir yanında, Şam'da, Moskova'da, Amman'da yazarlar ve okuyucular, arada hiç bir hiyerarşi, ünvan ve otorite olmadan birarada olarak, okumalar, sohbetler ve buluşmalar gerçekleştiriyor; kısacası tam bir edebiyat tapınması...

Şimdi bir düşünün: açık havada yemyeşil bir alanda, elinizde çay bardaklarınız ya da kahveniz, her gün gördüğünüz yan komşunuzla değil, kitaplarındaki dehaya, edebi anlatıma tutkun olduğunuz bir yazarla göz göze vermiş, bilmem kaçıncı kitabındaki bir karakter üzerine konuşuyorsunuz.

Elif Şafak'ın bir yazısı vesilesiyle öğrendiğim bu muhteşem edebiyat etkiliğinin ve bu etkiliğin çıkış noktası olan kasabanın varlığını bilmek, en azından bana bu dünya üzerinde, şu anda orada olamasam da, gerçekten ait olduğum bir yer olduğunu görmek açısından da mutluluk verdi.

Şimdi saatlerdir aklımda takılmış plak gibi tekrar eden bir cümle: benim hala ne işim var burada?

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Kütüphane Kaplı Şehir

Her yanı kütüphanelerle dolu bir şehir hayal ediyorum. Her mahalleye bir alışveriş merkezi yerine bir kütüphane kurulsa ve apartman komşunuzla alışveriş merkezinin fast food lokantaları yerine kütüphane raflarının arasında karşılaşıp sohbete dalsanız mesela... Kucağınıza sıraladığınız koca koca kitapların ağırlığından kollarınız kopmak üzereyken onun, o tozlu raflardan seçtiği kitabın adıyla büyülenip bitirir bitirmez muhakkak okumak istediğinizi söyleseniz. Ya da komşularla her hafta birinin evinde gerçekleştirilen bol kekli-börekli 'gün'lere ek, bir de her hafta mahalleye en yakın kütüphanede toplaşıp ortak seçilen bir yazarın kitapları üzerine bir okuma günü düzenlense... Bol tartışmalı, zaman zaman hüzünlü, zaman zaman kahkahalı ama çokça akıl karıştırıcı, düşündürücü, sorgulatıcı tartışmalar düzenlense... Hatta ara ara tutamadığınız dedikoducu damarınız kabarsa ve yazarlar hakkında da dedikodu yapsanız. Bir yudum tomurcuk kokulu çay ve bol bol kelime içseniz, herşeyden çok ruhunuzu besleyen.


Öyle büyük bir özlemle beslenen bir arzu var ki içimde bu konuya dair, kütüphane aşkları üzerine kelimeler üşüşüyor aklıma örneğin. Yazmak, düşünmek ve hayal etmek istiyorum. İçi kitaplarla dolu böylesi bir 'mabed'de filizlenen bir aşkın destansı büyüsünü yaratıp Shekespeareyen cümleler kuruyorum kendi kendime. Romeo ve Juliette'i kendimce yeniden yazıyorum. Böyle böyle önümdeki sayfaları doldursam da, içimdeki yoğun tutkuyu, özlemi, ilgiyi bir türlü doyuramıyorum.


Ne kadar kütüphanesiz bir toplumda büyüyoruz hiç düşündünüz mü? Kitaplara, kitap dolusu raflara, sararmış kitap sayfalarına ve o muhteşem eski/yeni kitap kokusuna merak dolu bir bünye içinde yaşamıyorsanız, belki ömrünüz boyu bir kütüphaneye adımınızı bile atmadan sonlandıracaksınız bu dünyadaki varlığınızı? "Amaaan, amma da büyük kayıp!" diye dalga geçecek bir dolu insan tanıyorum bu cümleye, o ayrı. Ama zaten bu da, böylesi kütüphanesiz bir toplumda yaşıyor olmamızın bir sonucu değil mi?


İnternette İstanbul'daki kütüphaneler üzerine bir araştırma yaparken bu resimlerde görünen Atıf Efendi Yazma Eser Kütüphanesi'yle karşılaştım ve resimlerde gördüğüm binaya anında vuruldum. Altında bir Bizans sarnıcı bulunan, duvarları yüksek, tuğla ve kesmetaştan yapılmış, bahçeli ve avlulu olan bu 1741 yılında yaptırılmış kütüphaneye nasıl vurulmayayım, gelin siz söyleyin! 3000 civarında olduğu söylenen elyazması eserleri ile ünlü olan kütüphanenin bu resimleriyle saatlerdir bir zaman makinesine bindim ve 18.yy'a doğru bir yolculuğa çıktım. Tıpkı bir İhsan Oktay Anar romanında geziniyormuşçasına zihnim, bu tarihi okuma 'mabed'inin avlusunda, bahçesinde ve odalarında yaşanmış hikayelerin bir harmanıyla doldu.

Geçenlerde bir blog komşumla yazışırken "sahafına, açık kalmış pencereden sızmış minik bir kitap faresi olsam" diye yazmıştım. Yine böylesi bir masal kahramanı kimliğine bürünüp sürüne sürüne bu avlunun kenarlarından geçmek ve açık kapıdan içeriye sızıp yazılmış ne var ne yok hepsini bir çırpıda kemirmek istiyorum. Sevgili hümanist entellektüel serseri farecik Firmin gibi anlayacağınız...

Evet, hayatta fare olmayı hiç bu kadar istememiştim sanırım:)