28 Mart 2012 Çarşamba

Siyah Koku...

Almakla almamak arasında çok gidip geldiğim bir romandı Siyah Koku. En az üç kez falan Kadıköy YKY'nin rafları arasında farklı günlerde gittim geldim, arkasını okudum, sayfalarını karıştırdım. Beynimin hoperlöründen "Zeren evde okunmamış kitapları unutmaaa" diye çığırırken bir ses, o an için anlamı olmayan bir güdünün etkisiyle dükkandan çıkarken kitap çoktan çantamı boylamıştı.

Şimdi anlıyorum o güdünün ne olduğunu. Biz bazen bilemesek de okunması gereken gelip buluyor işte hedefini. Yaklaşık 5 gündür sürükleniyorum resmen bu romanın satırlarında. Daha bitirmemişken, önümde 70-80 sayfalık bir 'son' dururken ve ben delicesine merak ederken, yazmak istedim bu kitaba dair bir şeyler.

Elimden bırakamadan kelimelerle hasbıhal oluduğum bu romana dair ne hissediyorum dediğimde kısa ve net cevabım: kanımı donduruyor okuduklarım!

Bu romanı okurken ne kahve ne çay, çoğunlukla hep su eşlik etti bana. Susuz bir dünyanın trajedisini okudukça su içmek geldi çünkü hep içimden.

Su kaynaklarının tamamen tükendiği, yıkanmak için, içmek içmek hiç suyun kalmadığı, dolayısıyla da insanların susuz yaşamalarını devam ettirebilmeleri için kartlarla kotalar konup susuzluk giderici hapların dağıtıldığı, sadece suyun da değil artık hiçbir besinin doğal olmadığı, şu an tehlike çok bariz hayatımızda olmadığı için belki daha az önemsediğimiz GDO'lu besinlerin artık her yerde olduğu, bu kadar kötüleşen yaşam koşullarında insanların çıldırmadan yaşayabilerini sağlamak için sürekli havaya antidepresan içerikli gazlar serpildiği bir dünya... Ve aslında buraya yazmadığım çok daha fazlası... Tüm bunların merkezinde, gittikçe vahşileşen dünyada ayakta kalmaya çalışan, herşey bu kadar sentetikken gerçek bir sevgi yaşayabilme çabasında iki insan...

Evet, her bir satır kanımı donduruyor, üstelik sona yaklaştıkça daha da fazla. Ama bunun nedeni daha önce defalarca farklı versiyonlarını okuduğum bir kara ütopya okuyor olmak değil, her bir satırın birebir gerçek olabilecek olduğunu bilmek, hatta bazılarının çoktan 'olduğunu'...

Elini, yüzünü, vücudunu akan bir suyun altında yıkadığı günleri tarifsiz bir hayal olarak hatırlayan artık 'yaşlanmış' bir neslin olduğunu okumak... Hiç olmayacakmış gibi geliyor bazen değil mi? Su nasıl bitebilir ki? Temiz bir suyla yapılmış çay yerine çay hapları; su ihtiyacını yok etmek için susuzluğu giderici haplar... Biraz gözümüzü kulağımızı açtığımızda aslında gidişatın buna yakın olmadığını söyleyebilir miyiz?

Çok da uzak olmayan bir gelecekte neyle karşı karşıya olmak üzere olduğumuzu görmek açısından ama sadece bunun için de değil sağlam bir roman da okumuş olmak için mutlaka okuyun derim Gülayşe Koçak'ın Siyah Koku'sunu.

Ve altını kalın kalın çizdiğim onlarca bölümden sadece biri:

Böyle bir dünyada, su ihtyacını giderici SU haplarını icat eden kadın, Nobel ödülünü tabi ki alacaktı. Kadının asla hakkını yemek istemem; elbette çok önemli bir işti yaptığı - hatta belki de hala bu sayede yaşıyoruz. Bu haplardan yola çıkılarak bitkileri de SU'yun hammaddesiyle aşılayıp öyle yetiştirmek akla gelmeseydi durumumuz vahim olurdu. Ama insanlardaki zulmetme, hükmetme ihtiyacını gideren bir hap üretse birisi, işte, ben asıl ona 'kahraman' derim.

26 Mart 2012 Pazartesi

Ele avuca sığmayan tüm kadınlara...

Uzun zamandır içimde olan bir kıvılcım oturup da adam gibi film izlememi engelliyordu. İki haftada, üç haftada bir bir tane takılıyordu oltaya ki, yetmez, yetemez, hiç bir zaman yetmedi. Kaplumbağa hızında yürüyen hiç kimse, elinde tavşan hızıyla çoğalan bir izlenecekler listesinin hızına yetişemez. Öööyle bakar o listenin uzayıp gitmesine, içi gider ama değemez o filmlerden hiç birine.

Lakin bu ara susuz kalmış bünyenin doymak bilmeyen açlıklarıyla uğraşıyorum. İkişer üçer eksiliyor filmler listeden. Güyya denge burcuyum ama bazen dengeden eser olmayan bir doza ulaşıyor "haz"larım. Evet, haz diyorum çünkü öyle. İyi bir film izlemek, sağlam bir roman okumak doyumsuz bir hazdır.

Arka arkaya devirdiğim filmler arasında bir önceki yazıda bahsettiğim The Way'den sonra çok etkilendiğim bir film daha oldu. Alman manken Uschi Obermaier'ın hayatının bir kesitini anlatan film Das Wilde Leben.

68 kuşağının deli dolu, çılgın, havai, her şeyden önce özgürlüğün geldiği zamanları. Yıllar süren baskıların, savaşların, kapatılmışlığın, susturulmuşluğun patlamasıyla bir havai fişek misali fışkırıyor özgürlükler hayatın her alanına. Cinsel özgürlük, aşırı denebilecek bir paylaşımcılık hüküm sürüyor her yanda.

Ve işte tam da bu zamanlarda gençliğinin göbeğinde olan, sadece ama sadece özgürlüğüne tutkun, inanılmaz güzel bir kadın Uschi Obermaier. Hayatta onu yönlendiren sadece iki şey var, tutkuları ve özgürlüğü. Bu iki duygunun pusulasında önüne çıkan her şeyi hoyratça, sonuna kadar, düşünmeden yaşıyor savrula savrula.

Çok insanın izlerken dejenere olarak değerlendirebileceği bir yaşam belki Uschi Obermaier'ınki. Seks, uyuşturucu, sadakatsizlik, kuralsız ve sınırsız bir şekilde hayatının her alanına sinmiş durumda. Asla tek bir adamın olmak istemeyen, kalmayı seçerse ne âla ama hep gidebileceğini bilerek yaşamak isteyen, bunun peşinden giden bir kadın. Hayatını en uzun süreli paylaşmayı tercih ettiği adam bile ona hep gitmeyi vadettiği için var, gidelim, dünyayı dolaşalım dediği için.

Anne olmayı, takılı kalmayı, hayatın herhangi bir alanına köklenmeyi bir an olsun düşünmemişken içinde büyüttüğü tek çocuğun adı ÖZGÜRLÜK. Öyle bir sahne var ki bir an olsun o özgürlüğünün elinden alındığını hissettiğinde çıldırma noktasına geliyor. Seyahat ettiği karavanın kapılarının kilitli olduğunu farkediyor ve bir an için dışarı çıkamıyor. Çıldıracak denli kendinden geçmesi için yeterli bir sebep bu kapatılmışlık hissi.

Filmin sonuna dair hiçbir şey yazmayacağım elbet. Ama insanın boğazında kılçık gibi kalan bir son olduğunu söyliyeyim sadece. Koltuğa çivilenip kaldığım son beş dakikadan sonra gerçek Uschi Obermaier'ın resimleri ekrandan akmaya başlarken filmin tüyleri diken diken eden sountrack'i çalmaya başlıyor bir yandan. Burdan dinleyin derim.

Sınırsız özgürlüğün de bir esaret olduğunu mu söyledi bu film bana diye soruyorum şimdi. Evet, belki biraz öyle. Ve biraz da kendi özgürlük duygumla bir bağ kurduğum içindir ki sanırım, çok içimde hissettim bu filmi. Özgürlüğümün benim için ne kadar kıymetli olduğunu biliyorum. Ama tek kıymetli olanın O olmamasına dikkat etmek belki de önemli olan. Hep o sözünü ettiğimiz denge... Azıcık da olsa O'na dokunanın üzerini hemen çizmemek... Biri niyet etsin etmesin, O'na dokunulduğunu hissettiğin an ortadan tüymemek...

Evet, bana özgürlük duygumu sorgulattığı için çok etkilendim ben bu filmden. Bu gözle bakıp bu gözle izlemenizi tavsiye ederim. Uschi Obermaier'ın ruhunda ele avuca sığmayan tüm kadınlara gitsin...

15 Mart 2012 Perşembe

Merhem niyetine...

İnsan kendi merhemini kendisi yaratmak zorunda kalıyor çoğu zaman. Nefes aldığın sürece her nefese bir anlam katmak zorundasın. Yoksa olmuyor, yaşanmıyor.

Hrant Dink davasında verilen cezaların komikliğine isyan ederken, tanımasaydım çok şey kaybederdim dediğim çok özel bir dostuma "bana bir şey söyle lütfen" demiştim "bir şey söyle ve ben kendimi bu kadar berbat hissetmeyeyim. Bu dünya yalan de mesela, berbat bir oyunun içindeyiz de, sadece bir oyun..."

"Zerocan, ne kadar zor olduğunu bilsem de, bize umutlu olmak yakışır; umutlu olacağız ki kötülerin midesi bulansın...İnadına iyi olacağız Zero; mutlu olacağız, güleceğiz, çoluğa çocuğa karışacağız, onlara doğruyu öğreteceğiz, dans edeceğiz, aynen böyle..." olmuştu onun cevabı da. Unutmuyorum. Yana yana, acıya acıya dediklerini yapmaya çalışıyorum.

Bazen Kız Kulesi'nde çok güzel iki kadınla kahve içmek oluyor o merhemin adı; İstanbul'a bir de, hep manzaranın içinde olan o Kız Kulesi'nden bakmak; saçlarını Boğaz'ın ortasından esip geçen rüzgarın şiddetine bırakmak...

En az benim kadar efkarlıydı dün Kız Kulesi de...

Bazense bir film oluyor o merhem. Ama öyle böyle bir film değil, "izledikten önce ve izledikten sonra" diye hayatınızı ortadan ikiye bölebilecek filmlerden biri. Abartıyor muyum? Kendim için hayır. İliklerime kadar öyle büyük bir heyecan duydum ve her bir sahnesini o kadar içimde hissettim ki, bir el üzerimdeki tozu silkeleyip savurdu sanki.

The Way, sana hayatımın filmi diyeceğim hiç tereddütsüz. Daha kaç kere izlerim bilmiyorum ama bugün bir kilit döndü bende sanki bu filmle. Bir iki yıl sonra dönüp bu yazıyı tekrar okuduğumda şu an aklımda olanların ne kadarını gerçekleştirmiş olacağım, merak ediyorum. Burada evrene notumu düşmüş olayım, detaylar bende kalsın:)

40'ına yaklaşırken doktorasını, tüm akademik yaşamını elinin tersiyle iterek kendini yollara teslim eden bir oğul. Oğlunun kararını da, yaşama bakışını da kesinlikle desteklemeyen, kendi snop yaşamı, golf arkadaşları arasında yaşamını sürdüren bir baba. İki uç da olsa hayatta bir baba-oğul olarak varolmanın rahatı, konforu. Lakin gün gelir o ayaklardan biri kırılır. Oğul hiç geri dönmemek üzere gider. Yaşamını adadığı, kendini bulduğu o yola ömrünü bırakır. Ve film işte tam da bu noktada başlar. Tamamlanmayan, tamamlanamayan o yolu baba yürümeye karar verir. Oğlunun çantası, oğlunun eşyaları, oğlunun külleriyle artık yolda olma sırası ondadır.


Yol filmlerini her zaman sevdim. İster metafor olsun, ister sahici yolun getirdiklerini hep önemsedim. Duymasını bilene her yolun söylediği onlarca cümle olduğuna hep inandım. İşte belki de bu yüzden Şairin Romanı'nı edebiyatta nasıl ayrı bir yere koyduysam, o ihtişamlı roman bana nasıl derinden dokunduysa, sinemada da The Way'i oraya koyuyorum.

Sanat her şeye en güzel merhem. Türkiye gibi tırnaklarını her gün etinize geçiren ülkelerde merhemsiz yaşanır mı, düşünmek dahi istemem. Yolsuz da, merhemsiz de kalmamak dileğiyle...

13 Mart 2012 Salı

Kim demiş zaman her şeyin ilacıdır?

Bu sabah bir yazı yazmak için oturdum bilgisayar karşısına. 8 Mart'ta katıldığım çok keyifli bir söyleşi ve ardından gelen konser, bir kitap ve yine bir iki mutfak anektodu derken yarıladım yazıyı ki geldi haber. Sivas davasına zaman aşımı... Mide bulantısı, utanç, kan kaybından ölmek üzere olan vicdanlar...

Bir yazdığım yazıya baktım, bir televizyona. Yazdıklarımın beş para etmez bir çöp yığını olduğunu düşündüm ve "Select all" yapıp sil tuşuna basmak için bir saniye bile düşünmedim. Ne anlatıyorum ben yahu? Kitapmış, konsermiş, söyleşiymiş, yıllar sonra üniversitede olmak çok güzelmiş falan da filan. Bir yığın sabun köpüğü. Yıllar evvel cayır cayır göz göre göre yakılmış insanların katilleri için "zaman aşımından özgürlük" diyen bir ülkenin hukuku bana bugün "özgürlüğe giden yol insan yakmaktan geçer" dedi. Kitabına da, konserine de, söyleşisine de diye diye çöpe gönderdim yazdıklarımın ve yaşadıklarımın her birini.

Kendi pis işlerine zamanı alet eden insanoğlu... Derlerdi ki zaman her şeyin ilacıdır. Yok efendim, artık yemezler! Bugünden sonra zaman hiçbir şeyin ilacı olamaz artık.

Çok sevgili Onur Caymaz yine çivi gibi bir yazı yazmış bugün. Soruyor "3 Temmuz 1993 günü, Madımak’ta, kaç kadın koynuna bir katil aldı diye düşünüyorum. Söyle katil söyle, YANARAK TÜKENİR Mİ?"

Ya her şeyi bir tarafa koyuyorum. Bütün inançları, görüşleri, kimlikleri... Sıfırlayın kendinizi ve şu sahne gelsin gözünüzün önüne. Ağızlarından tükürükler saça saça bir otelin önüne birikmiş nefret kusan bir kalabalık, otelin içindeki çoluk, çocuk, kadın, erkek bir grubun cayır cayır yanışını öfkeli haykırışlarla izliyor. Biri ufacık çocuğunu omuzlarının üzerine almış, ona bu korkunç sahneyi kıvançla izletiyor, işte böyle bir bebekten katil yaratıyor.

Bir insan gerçekten insansa yani insan kılığına girmiş başka bir yaratık değilse bu olay karşısında değil zamanaşımı, zaman kaybetmeden adalet serper o ateşin üzerine. Adalet merhemdir, en derin yaralara bile kabuk bağlatabilir. Ve normal koşullarda adalet hukuktan doğmalıdır, lakin bu ülkenin hukuku adalet değil, direk suç doğuruyor, suça teşvik ediyor, suçu baş tacı ediyor.

Utanıyorum, hem de çok. Ve bu ülkede yaşamaktan gerçekten çok korkuyorum.

Bu sayfada çok az yer verdim hep bu tür konulara. Fakat artık iptâlim yani, bunca rezilliğin arasında çaydan, çorbadan bahsedecek halim kalmadı benim. Ne zaman normale dönerim bilmem. Belki de artık normale dönmemek gerek, onu da bilmem!

6 Mart 2012 Salı

Virginia Woolf İstanbul'da!

Tarih 6 Mart 2012. Bugün hiç eve girmemeliyim dedirten ışıl ışıl bir güneş gökyüzünde. Kışsever bendenizin bile kemikleri, bulduğu bu pırıl pırıl güneşi bırakmayı istemiyor; geleceğini bilsem onu eve götürebilmek için ikna çabasına girişeceğim.

Güneşin ulaşmayı başaramadığı kuytular hala kışın keskin izlerini taşıyor, bahar henüz oralara ulaşmamış. Ama Kadıköy'ü baştan aşağıya turlayıp çantama günün ganimetleri olarak mumluklarımı, kelebek yüzüğümü, Sevim Burak'ın Yanık Saraylar kitabını attıktan sonra Güneş'le muhteşem randevum için attım kendimi deniz kenarına. Kadıköy'de Karaköy vapur iskelesinin yanındaki çay bahçesinde sözleşmiştik kendisiyle:)


Martılar, deniz, tavşan kanı çayım, sessizliğe bürünmüş hüznüne rağmen hala ihtişamlı Haydarpaşa yanı başımda; Şehir Tiyatroları'nın Mart ayı programı ve Virginia Woolf'un Mrs. Dalloway'i masamda... Arkadaşımı beklerken ve güneş kemiklerimi ısıtırken biraz kitap okuyayım istemiştim aslında bu manzaranın karşısında ama değil tek satır okumak, kitabın kapağını bile açmadım. Can Virginia da burda olsa eminim o da aynısını yapardı, kitabın satırlarını değil, İstanbul'un söylediklerini okumaya çalışırdı dedim.

Sonra da bir fikir düştü aklıma. Virginia Woolf'u İstanbul'da hayal etmek istedim. Ya bu şehirde yaşasaydı, ya hayatının bir döneminde bu şehirden geçseydi?

Çok savaşırdı bence Virginia Woolf İstanbul'la. Yırta yırta kanatırdı bu şehir, ruhu zaten kan revan içinde kalmış bu kadının tenini. Mazoşist ruhunu daha çok bilerdi. Çok beslenir; acıyla, hüzünle, kanla, aşkla, sanatla, denizle, kahkahayla, ölümle dolar, tam da bu yüzden daha çok üretir ama bu şehirde yaşadığı her gün ölüme biraz daha yaklaşırdı. İçinde her nefes alışıyla biraz daha büyüttüğü ölüm oyunu oynayan o çoçuğu bana kalırsa en çok İstanbul'la beslerdi.


Böyle insanları, ciğerimin taa orta yerinden gelircesine çok ama çok iyi anladım hep ben. Huzursuz ruhlar, yaraya sürekli bıçak sokanlar... Virginia Woolf, Sadık Hidayet, Yusuf Atılgan... Evet bir yanım anlattıkları hikayelerin karanlığını çok iyi anlıyor, derinden hissediyor ama bir tarafım da var ki, renge, pozitif enerjiye, keyif denen o hipnotik güce, dolayısıyla rakıya, beyaz peynire, hoş sohbetlere, turuncuya, yeşile, denize, güneşe tutkun. Bunu niye mi yazıyorum? Bazen okuduklarımın enerjisiyle yaşadıklarımın enerjisinin çok çeliştiğini düşünürüm de ondan. Yaşarken ki enerjime bakanlar, okuduklarımın karamsarlığına, karanlık tonuna çoğu zaman şaşarlar. Halbuki zannedildiği kadar karanlık bir etki almam. Çünkü hayatın ne kadar boş, acımasız, adaletsiz, karanlık olduğunu söyleyen bu yazarlar bana "işte bu yüzden yaşa" der bir taraftan da "her anının tadını çıkar, istediğin şeylerin peşinden koş, keyif almaya çalış, hayat nasılsa boş."

Mrs. Dalloway benim en sevdiğim Virginia Woolf romanıdır. Üniversitedeyken okumuştum ama şimdi İlknur Özdemir çevirisiyle yeniden basılınca bir kere daha okumak istedim çünkü İlknur Özdemir çok sevdiğim bir çevirmendir. Yine Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'sıysa roman değil ama bir insanın, özellikle de kadınların kendilerine vakit ayırmaları, özen göstermeleri, eşlerinden, çocuklarından ayrı zamanlar ve ortamlar yaratmaları gerekliliğine dair çok önemli cümleler söylediği bir kitaptır. Ve her kadın, kadınlık manifestosu kabul edip muhakkak okumalıdır.


Haldun Taner Sahnesi'nin önünden geçerken bu sene kendime en çok kızdığım tiyatrosuzluğu biraz olsun telafi edebilmek için Mart ayının Şehir Tiyatroları bültenini aldım. Kaçıp gitmeden bir yerinden yakalamalı tiyatro gecelerini diye... Gerçi özellikle Devlet ve Şehir Tiyatroları'ndan eskiden aldığım hazzı çok alamadığım için son birkaç yıldır, ayağım kesildi sanki bu sene. Nerde o dört beş sene evvel izlediğim Yangın Duası, Ful Yaprakları... Üç dört kere üst üste aynı oyunu izlediğimi bilirim. Ama yine de sezon kapanmadan birkaç oyunu cebe atma niyetindeyim.

Ve son cümle: hoşgeldin Bahar!

4 Mart 2012 Pazar

Bir krem karamel hikayesi...

Her ailenin kendine has menüleri, yemekleri vardır. Her özel gün geldiğinde yapılan, sofranın vazgeçilmezi olan, aile üyelerinin günler öncesinden o sofrada buluşacak olmaktan ötürü heyecan duydukları yemekler...

Bizim ailede rutin zamanlarda olduğu gibi özel günlerde de mutfağın tek bir taçsız kraliçesi, baş büyücüsü, mutfak cadısı vardır. Hâşa, ben değilim elbet o, olsam olsam yamağı olurum ben onun. Tabi ki hayatımın kadını, birtanem anneannemden bahsediyorum! Ben ustayım diyen nice aşçıyı eline aldığı bir oklava, bir maşa, bir de kepçeyle dize getirmezse ben de hiç bir şey bilmiyorum demektir:)

Bizde ailenin baş aşçısı, ustası ana kraliçe anneannemse, ailenin tatlısı da kesinlikle krem karameldir. Hani bir oylama yapsam bizim familyanın tüm bireyleri üzerinde, bir kişiden bile ikinci bir tercih çıkmayacağından adımın Zeren olduğu kadar eminim, o kadar! Yani bir nevi krem karamel diktatörlüğü de diyebiliriz buna. Peki neden? Tamam çok güzel tatlıdır kendisi ama yeterli bir neden mi bu kadar istisnasız bir hakimiyet için?


Ben size anlatayım nedenini. Aslında her şey şimdiye kadar yazdıklarımın içinde gizli. Bahsi geçen bu muhteşem tatlı, öyle zannedildiği gibi sadece bir tatlıdan ibaret değildir. Yeryüzündeki tüm krem karameller ikiye ayrılır. Bir, anneannemin krem karamelleri; iki, diğerleri:))

Nedir, ne yapar, nasıl bir sihri vardır bilmiyorum demeyeceğim. Çünkü artık biliyorum. Benim onunla aramda yıllardır olan usta-çırak ilişkisi bir el vermek misali kulağıma fısıl fısıl gizlerini fısıldamakta, ellerime dokuna dokuna hünerini bulaştırmakta.

Aklımda 7-8 yaşlarımdan bir sahne... Bir bayram günü mü yaklaşmakta, yoksa bir doğum günü vs. mi var, orasını hatırlamıyorum. Bildiğim bir tek, haftasonu anneannemin evinde tüm aile hep birlikte yemek yiyecek olmamız. Haftalar evvelinden anneanneme "Anneeeee bir krem karamel yapsanaaaaa" nidalarıyla ikinci kuşak bireyler tarafından siparişler verilmiş. Büyük aile yemeklerinin olmazsa olmazlarından dolmalar sarılıyor, soğan sarımsak, baharat kokuları sarmış iki gün evvelinden evi. Lakin büyük gün öncesindeki son gün sadece krem karamele ayrılmış. Çünkü yapılacak olan miktar, yemeğe gelecek insan sayısının üç katı:) Nedeniyse çok basit: ailede tek porsiyonla hayatta doymayacak insanlar olmasının yanında, ana kraliçe gece sonunda evine dönen yavrularını kol altlarında koca borcamlarla dinmeyen nefislerini dindirsinler diye krem karamelle uğurluyor:))

Anneannem çok geniş olmayan mutfağına sığamaz, oldum olası salonunu da mutfağının bir parçası haline getirirdi. Bu halen de böyledir. Salondaki upuzun yemek masasının mutfak tezgahına dönüşmüş olmasından ötürü sandalyelerden birinin üzerine dizlerinin üzerinde tünemiş olan bendeniz, kocaman bir yumurta yığınına tedirgin tedirgin bakıyorum. Küçük olan bedenler etraflarındaki her şeyi koca koca algılar, bilirsiniz. Gerçi ufağım diye haksızlık etmeyeyim, üst üste dizilmiş 38 yumurta halen gözüme kocaman bir yığın olarak görünüyor:) Anneannem teker teker kırıyor kocaman bir kasenin içine her bir yumurtayı. Yumurta kırılırken çıkan sese, içinden akan berekete, bir kenarda biriken kabukların "burada güzel bir şeyler oluyor" diyen sıcacık resmine bayılıyorum ben. Hayranım anneanneme. Ne güzel şeyler yapıyor bu kadın! Bir gün onun gibi olabilsem keşke! Çok net hatırlıyorum o gün o Zero'nun içinden geçenleri.

Şekerin erirken ulaştığı o muhteşem kıvam ve kahverengilik, kaynayan sütten çıkan o buğulu koku, sonra sütle yumurtanın muhteşem buluşması, hiç durmadan çırpma işini sürdüren güçlü kollar...


Yirmi küsür yıl kadar önce sandalyede dizleri üzerine çömelmiş hayranlıkla izlediği bu resmin, yıllar sonra ana karakteri olan Zero... Tanıdık bir restorandan aldığım toplu bir sipariş üzerine anneannemin salonunu bu sefer ben mutfağa çevirdim. İstedim ki bizim ailede çok özel bir yeri olan bu tatlı, tadının içine karışan o 'anneanne evi ruhu'ndan mahrum kalmasın.

Yine üst üste kırk küsür yumurta, litrelerce süt, şeker... Kaynayan sütle yumurtayı birleştirirken yumurtalar pişmesin diye mikservari bir güç sergilemeye çalışan bir sağ kol... Arkamda, sağımda, solumda artık iyice yaşlanmış olsa da tüm bereketini, gücünü, hamaratlığını benden esirgemeyen anneannem...

Bir de küçük bir kız vardı, orda, sandalyelerden birinin üzerinde çömelmiş oturan, her kırılan yumurtanın heyecanıyla bir o yana bir bu yana yerinde duramadan kıpırdanan... Belki başka kimse değil ama ben gördüm onu ve dedim ki ona "Merak etmeyesin sakın, sen bir gün bu resmin baş kahramanı olacaksın. Yemin olsun!"

1 Mart 2012 Perşembe

Sandık odası

İçimdeki sandık odasını kire, toza, pasa, yığıntı ve yıkıntılara teslim etmeyeceğimin sözünü vereli çok oldu kendime. Defterlerimin geçmişine dönüp baktığım zaman 10 Haziran 2010'u gösteriyor satırların üzerindeki tarih. Satırlardaysa "Neden hep özensizliğe, üst üste yığılmalara, toza, terkedilmişliğe mahkumdur sandık odaları? Kirinden, pasından, tozundan içine girmek istemezsin, ciğerin yanar, öksürük tutar. Sen girmek istemedikçe ve giremedikçe de toz tozu çağırır, pas pası. Peki ya ruhumuzun sandık odaları? Şimdilerde ne kış, ne yaz, ne bahar temizliği bendeki; ömür temizliği yapıyorum zaar. Her insanın sadece kendinde kalmasını istediği, sakladığı, gözden ırak tuttuğu "şey"leri vardır sandık odasına kitlediği ama gün gelip birikenlere bakmak için kapıyı açtığında içeriden ceset kokuları da gelmemeli. Havalandırmaya, temiz tutmaya belki en çok sandık odalarının ihtiyacı varken, mümkün olsa onlarca kilit vuracağız kapıya. Lakin şimdi, bundan sonra..." diye kendime verilen sözlerle devam eden cümleler...

Sözüm söz o gün bugündür. Evlerdeki sandık odaları çamaşır suyuyla, deterjanla temizleniyor da söz konusu ruhunsa pek işe yaramıyor bu arkadaşlar. Lakin ben muhteşem bir kireç sökücü bulmuştum o günlerde kendime. Izdıraplı ofis günlerinin çıkışında haftada iki kez saat dokuzmuş, şimdi evde olup koltuğa serilmek güzelmiş demeden gittiğim yoga derslerim nice deterjana taş çıkarır cinsinden temizliyordu beni.


Sonra ben aşçı olma yollarında koşturur, hababam kepçe sallarken can dostum, arkadaşım yoga eğitmeni olmak için vurdu kendini yollara. Bunun hikayesini paylaştığım o yazıya baktığımda keyifleniyorum geçtiğimiz yolları düşünerek. Onunla birlikte yoganın hayatımdaki yeri de bambaşka çok daha temelli, köklü bir yere erişti. Sadece sandık odası temizliğinde değil, tüm evin ferahı için lazım olduğu, bir yaşam tarzı olması gerektiği gerçeği girdi hayatıma.

Amma velakin... Aşçı olmanın gerçekleriyle yüzleşmek öyle kolay olmuyor. O restoran senin bu restoran benim koşturur, mutfak tezgahları arasında oklava sallar, kazan karıştırır, fırını küreklerken deli yorgunlukların kurbanı olur bendeniz. Sonuç, bir süredir yogaya dolayısıyla kendime ayrılamayan zamanlar çıkar ortaya. Ama bir kere gerçekten, bedeninizin her köşesiyle nefes almanın hazzına varmışsanız, uyku sorunları dahil pek çok sıkıntıya çözüm bulmuş, adeta yıllar sonra yeniden güneşe çıkmışsanız, döner dolaşır, bir yerden yeniden yakalarsınız ihmal ettiğiniz güzellikleri.

Bendeki de aynen bu hesap oldu. Uzun zaman sonra yeniden yogayla buluşmak, boğulmak üzereyken son anda ciğere yeniden hava gitmesi gibi bir şey.

Mis gibi havalandırılmış bir odada, bir köşede kötü enerjileri dağıtması için yakılmış bir adaçayı tütsüsü, diğer köşede Budalı mumluklarda yanan mumlar, yere serilmiş matlar, ders sonrası şavasana duruşunda üzerimize örtmek için sıcacık battaniyeler eşliğinde yoga yapmak... Teşekkürler arkadaşım, yolunla yoluma değer kattığın için.

Geçenlerde yazmıştım "benim Ruh Emiciler'i yok etmek için kendi Patronus büyümü arıyorum" diye (Harry Potter okuyucuları çok iyi bilirler) buldum, hep de bana çok yakın olan bir yerde!:)