12 Kasım 2013 Salı

Bir piknik güncesi: Yazdım, yönettim, oynadım!

Merhaba, benim adım Şans. En azından bir süredir bu adı kullanıyorum. Çoğunlukla hep gülenyüzünü göstermeyi seçtiğim hayatımı dünyanın en güzel coğrafyalarından birinde yaşamayı seçtiğim için uzaktan selam eden dostların cümlelerinde en çok geçen kelime bu. Ben de kendime - en azından bir süredir - bu adı seçtim. Şans... Üstelik fonetiği de hiç fena değil.

Bu yazının yazılma sebebi olan yaşadığım harika gün de bu ne kadar şanslı olduğum tezahuratlarına yeni sloganlar ekleyebilecek cinsten. Dün, yaşadığım coğrafyanın en güzel sahillerinden birinde, rüzgar güllerinin, domates tarlalarının, denizin, ağaçların fonunda harika bir piknik yaptım. Hayatımın unutamayacağım günler listesine bir yeni gün daha ekledim. Lakin hiç azalmayan, hiç eksilmeyen bir sızı ile...

Gereme'de rüzgargülleriyle piknik...

Datça'nın Ege'ye kıyısı olan noktalarından birinde, doğaya hayran ola ola bir gün daha geçirdim. Buralara geldiğimden beri üzerimde tüm kötü olaylara rağmen yerleşen bir huzur ve sükunet varsa sebebi, doğaya her geçen gün duyduğum hayranlıktır. Biz insanların dünyasında kötü şeyler olmaya devam ettikçe ben yüzümü doğaya dönüyor ve sakinleşiyorum. Bu, sadece global dünyada değil, kendi kişisel hayatımda yaşadığım zor zamanlar için de geçerli. Ki buraya geldim geleli en sıkıntılı zamanlarımdan geçiyorum. Ama doğanın her gün mucizeler yaratan güzelliklerinden, kendi ritminde o sekmeyen işleyişinden müthiş bir haz duyuyor ve faniliğimize şükrediyorum. Evet, şükrediyorum çünkü bana tüm bu olanların, kavgaların, kötülüklerin ne kadar manasız olduğunu, asıl kalıcı olanın ne olduğunu gösterip hiç unutmamamı sağlıyor.


Spontane, plansız, programsız gelişen herşeyin tadının nedense hep daha bir başka oluşunun ilk kanıtı üç araba arka arkaya yola çıktığımız anda gösteriyor kendini. Kızlan Köyü'nün içinden geçerken köye yeni gelmiş balıkçının başında toplaşmış kalabalıkla karşılaşıyoruz. Belli ki bu köye de balıkçı, taze balıklar geldikçe uğruyor haftanın belli günlerinde, köy ahalisi de denizin bereketinden nasipleniyor böylece. Çünkü Kızlan Datça'nın denize en uzak köylerinden biri, belki de en uzağı...


Hiç hesapta, planda yokken birden sekiz kişiye, dokuz balıkla doluşuyoruz tekrar arabalara. Artı bir balık, nasılsa bir obur çıkar mutlak diye. Ekmek, peynir, köfte, közlenmek için patlıcan, biber gibi planlı erzağımız da var çünkü. Ama balıklar da yakışıklılıklarıyla cezbediyorlar işte.


Köyden sonra yol epey bozuluyor, aslında az olan mesafeyi 20-30 kilometreyi geçemediğimiz için yarım saate yakın bir sürede alıyoruz. Ama keşke biraz daha uzasa. Öyle güzel manzaraların içinden geçiyoruz ki yalnız olsam durup durup içime çekerim her bir noktayı. Evimin balkonundan her gün selamlaştığım rüzgargüllerinin dibinden geçiyoruz misal. Diğer yanımız domates tarlaları... Gördüğüm manzaradan, Datça'ya bir ay daha yetecek güz domatesi olduğu bilgisini mideme iletiyor hemen gözlerim. Tarlalar dopdolu. E tabi güneş, yeşil domatesleri kızartmak için mızıkçılık yapmazsa.

Her eve lazım!

Derken son noktada varılan deniz, harika bir rüzgarla esen mis gibi kıyılar... Yerimizi ayarladıktan sonra geçen zaman klasik bir piknik güncesi... Balıkları ayıklamak üzere suyun başına giden kadınlar, ateşi yakmak için çalı çırpı toplayan erkekler... Balık temizleme işinden döndükten sonra ateşin yanmış, çayın da semaverde tıngırdamakta olduğunu gören ben, bir mertebe daha yükseliyorum yeryüzünde. Bir de tam karşıdan gündüz gözüyle yarım ay yükselmez mi üstüne? Kendisiyle olan bağımı bilenler, anlayacaktır artık ruh halimi. Gerisi pişirmek, yemek, içmek ve sohbet üzerine...

Günün sonu... Ateş başında içilen çay...

İçimde, o çok sevdiklerimden birini acı bir şekilde kaybediyor olmanın verdiği sivri hüzün de olmasa ben böyle geçen gün ve günleri alır ömrüme baştacı yaparım aslında.