27 Şubat 2012 Pazartesi

Makarna ve diğerleri...

"Bana gerçek bir tiramisu yapan ilk kızla evlenicem demiştim yıllar önce bu işe başladığımda, nitekim öyle de oldu" demişti MSA'daki pastacı şefimiz, ilk pastacılık dersimizde bize tiramisu yaparken. Fiyakalı cümle demiştim içimden. Ama gerçek de olabilecek bir cümle. İşte bu yüzden daha fiyakalı.

Sevdiği kadına mutfağın binbir rengiyle tavayı döndüre döndüre resim yapan bir erkek; aşık olduğu adama savoyer, kahve ve kremayla şiir yazan bir kadın... İçimde benimle birlikte doğan mutfak sevdam, bana çatal bıçak seslerinin arasında bir yerlerde aşk olduğunu hep fısıldadı. Kimi zaman denk geldim o aşka, elle tuttum, kokladım, içime çektim. Kimi zaman uzaktan seyrettim girdiği bedenleri. 'Amatör' artı 'profesyonel', geride kalan bunca yıldan sonra kısa özet: mutfak aşktır!

Aşktır, aşktır da herkesin aşkı kendine. Ya da aşkı hissettiği yer diyelim. Örneğin ben hiç bir zaman 'tatlıcı' olmadım. Çikolatanın aşka getirdiği insanları sadece uzaktan keyifle izlemekten başka bir şey yapamıyorum. Bunca yıllık şu ömrümde tuzlu krizine girdiğim anlar, çikolata krizine girdiğim anları 10'a böler, 100'e katlar, 1000'le çarpar. Mesela hiç düşünmeden şunu söyleyebilirim; bende çikolata etkisini yaratan tek şey peynirdir, üstelik her ama her çeşidi. İrade denen şeyin bünyeden yok olmasıdır peynir benim için.

Restoran günleri...

Lakin bir de makarna diye bir kategori var tabi. Benim için mutfak 'makarna ve diğerleri' diye ikiye ayrılıyor desem yalan olmaz. Biri bana gelip "Ey sevgili Zero, bilir misin ki sen bir önceki yaşamında İtalya'nın Toscana Vadisi'nde sarı-yeşil bayırların en tepesine kurulmuş bir değirmende gündüzleri buğday öğütüp akşamları da taştan evinin duvarları arasında una ve yumurtaya bulanıp hababam makarna hamuru keserdin" dese yemin olsun şaşırmam. Benim bunun rüyasını bile görmüşlüğüm vardır:)

Eğer hakikaten varsa 'önceki yaşamlar' ve eğer gerçekten mümkünse o zamandan bu zamanlara bir şeyler taşımak, BEN ve makarna arasındaki harareti eksilmez tutku tam da bunun karşılığıdır. Doğduğum ilk andan itibaren makarnaya asla hayır demediğim rivayet olunur ki, gittim geldim bunca yıl sonra meslek değiştirip aşçı oldum ve çalıştığım son iki yerde de makarnacıydım.

Mutfağımın kraliçe koltuğunda oturan makarna makinem...

Yalnız asla atlanılmaması gereken bir detayı söylemezsem olmaz. Eğer olur da hiç taze makarna yemeden makarna yedim derseniz, büyük hata. Ekmek hamuru, kurabiye hamuru, börek hamuru... Adı hamur olan her şeyin başımın üzerinde yeri var. Hamurla oynamanın keyfini bir yaşayan bilir, bir de yine yaşayan ama söz konusu makarna hamuruysa işte orda durun.

Okul dönemi de dahil olmak üzere şimdiye kadar kimbilir kaç kilo makarna hamuru yoğurdum; koca hamur kazanlarına onlarca kilo unu devirip, yine onlarca yumurtayı içine çırpıp, altın sarısı zeytinyağıyla birleştirip mutfak ahalisinin bana sorarsanız en muhteşem hamur yumağını elde ettim. Hala ve hala o sarımsı göz göz hamuru elime aldığımda inanılmaz mutlu oluyorum.

Martha Şef iftiharla sunar...

Serttir makarna hamuru. Öyle her yola gelmez, karakterlidir. Elle şekil veremeyeceğiniz belki yegâne hamurdur. İçinde un haricinde dünyanın en muhteşem iki besini yumurta ve zeytinyağı vardır ki, tüm bereketini, zenginliğini ama en önemlisi 'aşk'ını bundan alır. Bir araştırma yapmadım, elimde bilimsel veriler yok ama sizce neden sevgililerin yemeğe dair en çok paylaştıkları cümle birlikte makarna yapmak üzerinedir? Sadece kolay olduğu için mi? Menemen yapmak da kolaydır ama makarna... Makarnada aşk vardır. Sevgililiğin tamamen içgüdüsel ve bilinçsiz bir şekilde yaptığı en büyük keşfidir bu bana sorarsanız.

Ve bu da benim uzun zamandır mutfaktaki en büyük tutkuma yazdığım aşk mektubudur:)

21 Şubat 2012 Salı

Ruh Emiciler!!!

Salvador Dali'nin bile hayali aşçı olmakmış. Peh! Geçen gün ben bu bilgiyi paylaşınca bir başka aşçı arkadaşım da Dali'nin şu sözlerini hatırlattı bana:

"Bir deliyle benim aramda tek bir fark var. Deli aklının yerinde olduğunu sanır. Bense deli olduğumu biliyorum."

Zaten kim demiş aşçı olmak akıllı adamın işidir diye.

2011 Filmekimi'nin en muhteşem filmlerinden Tost (Toast)'ta yemek pişirmeye çocukluğundan beri meraklı ve en kötü günlerinde bile mutfakta heyecan ve mutluluk bulan filmin kahramanı, 15-16 yaşlarında ilk kez bir restoran mutfağına girer ve orada şöyle bir cümleyle karşılaşır: Yemek yapmak sezgilerle alakalı bir durumdur, mutfak sınırları içindeyken daima sezgilerini dinlemelisin.

Ben olayı mutfaktan çıkarıp tüm yaşamıma genişletmek istiyorum aslında. Otobüs beklerken de, birinden hoşlanırken de, bir kitapçıda iki kitap arasında kalırken de hep sezgilerimi dinlemek ve onlara güvenerek kararlar almak istiyorum. Ama bu ara sezgiler de bir acayip, o ayrı. Ben bu ara mutfakta en çok ne yaparsam, bünye de onu taklit eder oldu sanırım. Çorba, çorba diye diye bünyemi de, sezgilerimi de çorbaya çevirdim.

Bu aralar mutfaktaki ben:) Dilka Bear sağolsun, beni düşünerek çizmiş:p

Ama artık bir şeyi çok net biliyorum. Zira daha evvel de bahsetmiştim, ruh hali analizi yapmak için mutfaklardan âla mekan zor bulunur. Kendi psikoloğum oldum vesselam. Bıraktım restoran mutfaklarını, kendi mutfağımda en çok, sürekli kendime bir şeyler mi yapmak istiyorum? Biraz bunalım durumları hakim demek. Tepede kara bulutlar, radyoda melankolik hüzünlü şarkılar, biraz kalp ağrıları vs. vs. Ha yok sürekli birileri gelsin gitsin, tencereler fokurdasın, tavalar alev alsın, sofralar kurulsun, yemekten çok yedireyim modundaysam bünyede şenlik var demektir. Eh haliyle ikinci haleti ruhiyeyi daha çok seviyor ve tercih ediyoruz. Lakin bu ara kendisini biraz özlemekteyiz.

İşin ilginci de aslında kötü giden bir şey yokken böyle olmak. Ama diyorum ki sanırım yine her şey benim yüzümden oldu. 2012'ye o kadar hızlı bir giriş yaptım ki, bir anda bir sürü şeyle ilgili çok büyük heyecanlar hissettim, gaza bastım, bulutların üzerine çıktım ve bütün bunların hepsini çok hızlı yaşadım. Şimdiyse nefesim kesildi. Deparı hızlı atmış bir koşucu gibi hissediyorum kendimi. Biri fişimi çekti sanki. Günlerdir elektrik yok!

Yazı, inanılmaz bir heyecanla, müthiş bir keyifle, yepyeni bir projeyle girdi hayatıma bu senenin ilk günlerinde. Günlerce deliler gibi hayal kurdum, yazdım, hayal kurdum, yazdım. İş hayatımda en büyük hedefimle ilgili çok güzel gelişmeler yaşadım, çok heveslendim, heyecanlandım. Kalbimde birine karşı çok uzun zamandır hissetmediğim yoğunlukta bir heyecan beliriverdi, yıllar var hissetmediğim şeyleri hissetmeye başladım. Heyecanın kendisi bile çok güzeldi. Bunların hepsi bir anda oldu ve şu an ben bitik durumdayım. Harry Potter'daki Ruh Emiciler'in gazabına uğradım sanki.

Yine de tüm gücümle içimdeki bu ruh haline yenilmemenin mücadelesi içindeyim. Film izleyip, hareket etmek istemeyen bedenimi sergilere (İstanbullular, Van Gogh sergisini sakın kaçırmayın) sürükleyip kuyunun dibindeki coşkun ruhumu günyüzüne çıkarmaya çalışıyorum. İlk fırsatta kendi evimde ya da bir arkadaş evinde kalabalık bir yemek davetinin mutfak sorumlusu olarak sahne aldığım gün de, 2012'de ilk ve tek kalmasını dilediğim bunalım günlerini de geride bırakmış olacağım iyişallah. Umutla ve özlemle beklemekteyiz!

15 Şubat 2012 Çarşamba

Gri...

İstanbul'da soğuk ve ıslak bir gece. Elimde şemsiye, omzumda içindeki kitap ve defter fazlalığından iyice ağırlaşmış çantam, aklımda son sayfalarını okumakta olduğum İnci Gibi Dişler... Kendimi otobüsün sıcak ama sıcaktan da öte kuru koltuğuna atıp Millat'ın, Macit'in, Irie'nin hikayesinin akıbetini öğrenme derdindeyim.

Tarih 14 Şubat'ı gösteriyor ama memleketimin sevgi pıtırcıkları soğuktan kendilerini kapalı yerlere atmışlar besbelli. Saat hafiften gece yarısına yaklaşıyor olmasına rağmen günün anlam ve önemine bakınca sokaklar beklediğimden boş.

Şu otobüs bir kere beni şaşırtsa da bekletmeden geliverse diye sitemkar cümlelerle, ayaklarım buz kese kese yarım saate yakın bekliyorum durakta. Beklemeyi kıymetli kılmak için takıyorum kulağıma kulaklıkları, önce telefonda şöyle bir sosyal medya turu...


Sevgililer Günü geyiklerinden o kadar kafam ve kalbim bulanmış durumda ki, içimdeki sevebilme gücümü tüm bu yapaylıktan ve vıcık vıcıklıktan korumak için pamuklara sarıp saklama ihtiyacı duyuyorum. Ben böyle dedikçe kimisi sanıyor ki sevgililer gününe çamur atarak kendini bir şey sanan ukalalardan biriyim.

Halbuki çok gerçek sevgiler görerek büyüdüm ben. Büyüdüm ve yine çok gerçek sevgiler görerek yaşamıma yaş katıyorum ben. Hal böyle iken içinde sevgi olan bir güne prensipte nasıl karşı olabilirim? Ama sadece bir ay kadar önce, sevgilisine attığı tokadı anlatarak beni dehşete düşüren bir aşçı arkadaşımın, dün için sevgilisine aldığı çiçeği öve öve anlatışına şahit olup üstüne bir de almayanları ciddi ciddi kadın ruhundan anlamamakla suçlaması ve türevleri şeklinde çoğaltılabilecek yapay, yapmacık, içi boş, şekilci sevgileri görünce... Sadece birkaç saat önce arkadaşımla oturmuş bir iki kadeh demlenip sohbetin dibine vurmuşken yan masaya 'Sevgililer Günü Zoraki Çiftleri'nden birinin çöreklenerek sevgililer gününde yemeğe çıkmamaları durumunda ilişkilerinin göreceği hasarı tartışmalarına şahit olunca... Bazen insanın sadece midesi değil, kalbi de çok fena bulanıyor gerçekten.

İşte tüm bu keşmekeşin içinden hasar almadan günü bitirme derdinde otobüs beklerken çok sevgili ve çok da kıymetli bir arkadaşımın paylaştığı bir videoya şahit oldum. The American Beauty filminden bir sahne... Video İngilizce, merak edenler bu linkten izleyebilir ama ben izlediğim şeyin ötesinde bir anda bambaşka yerlere gidiverdim. Bir insanı düşündüm, tek bir insanı. Ve dedim ki...

Bazı insanlar sevmeli. O kadar kıymetli bir şey taşıyorlar ki içlerinde, kesinlikle sevmeliler. Hani hak ettikleri o sevgiyle olur da karşılaşamazlarsa sanki tabakta kalan yemeğin çöpe gitmesinin yazık olacak olması gibi yazık olur, günah olur, haksızlık olur, ziyan olur. Öyle işte, öyle... Olmasın, hak eden sevgiler ziyan olmasın.

Böyle biten bir gecenin sabahı, çatılarda gördüğüm beyazlıkla başladı yeniden. Gri bir gökyüzü, yağıp yağmamakta tereddüt eden kar...

Ben griyi sadece gökyüzünde seviyorum sanırım. Yeryüzüne inip ruhuma çöreklenmeye kalkışınca olmuyor pek. Lakin bu aralar durum biraz bu. Hal böyle olunca cin çıkarma seansları gibi griyi dağıtma törenleri düzenliyorum ben de kendi çapımda. Tören yerim gayet tabi ki mutfak. Havalar bu kadar soğukken mutfak büyücülüğümü bana en çok hissettiren şey çorbalar... Doğra doğra, at tencerenin içine. Sonra da olabildiğince karıştır, ta ki dumanlar tüte tüte kaynayana kadar. Yüzde yüz garantili ve düşük maliyetli bir terapi önerisi.

Mesela bir mantar çorbası nelere kâdirdir, hemen anlatayım:

Bir: Ruhuna daral gelmiş aşçı (o ben oluyorum) mantar doğramaydı, soğan kavurmaydı derken bir anda eski neşesine kavuşabilir.

İki: Son aşamada çorbaya atılan sarımsak ve nane ikilisinden çıkan muhteşem koku, en hoşlaşmadığınız komşunuzu bile dize getirir. Ertesi sabah asansörde size taparcasına baktığına şahit olabilirsiniz. (- Siz aşçı mıydınız? - Hımm evet!:S)

Üç: Bir de damağınız bayram eder tabi ki. E bir çorbadan da daha fazla şey beklememeli insan!:)

Her seferinde diyorum ben gerçekten doğru meslek seçmişim:)

5 Şubat 2012 Pazar

Bir şehir ve ben...

Bir şehir seçmek istiyorum bu aralar. Kocaman dünya haritasını önüme alıp, bir şehir seçmek. Sonra o şehrin içinde kendimi hayal etmek. Sırtımda çantam, boynumda bir fotoğraf makinesi, elimde olmazsa olmaz minik not defterim. Uçsuz bucaksız sokaklar, caddeler, bulvarlar, meydanlar... Mümkün olduğunca yürümek, yürümek, yürümek... Ayaklarım bir fil ayağı olana kadar. Yürümenin yorgunluğunu ancak keşfedilenlerin büyüsü unutturabilir. Bizzat tecrübeyle sabittir.

Ama en çok pazarlarını keşfetmek isterim o şehrin. Sofraların hangi meyvelerle, sebzelerle renklendiğini, hangi baharatlarla lezzetlendiğini görmek, toprağın, denizin, havanın o şehrin insanlarına nasıl bir bereket sunduğuna şahit olmak.

Böyle bir sokağa kurulmuş olsa o pazar...

İflah olmaz bir hamurişi sever olarak çayımın, kahvemin yanına gidecek en bilmediğim hamur lezzetleriyle buluşmak için pastanelerini gezmeliyim sonra o şehrin. Ekmek kokularını duymalı, şekillerini hafızama kazımalıyım. Yıllar yıllar evvel taa çocukluğumda okuduğum Ekmekçi Kadın'ın hikayesinin ruhuma işlediği o 'ekmek masalları'nın peşinde koşmalıyım. Şimdi şimdi farkediyorum ki, ekmek kültürü olmayan kültürlerle aramda 'ait olamamak' üzerine kurulu bir mesafe var, hiç kapanmayacak. Fırın ve pastane kokularında tarifi imkansız bir samimiyet ve aşk büyüsü olduğuna şiddetle inanıyorum. İtiraf ediyorum, tam da bu yüzden bir fırıncıya koşulsuz şartsız aşık olabilirim, etrafındaki o kokunun hatrına:) Ha bir de kitapçılara tabi. Onlar listenin daima birinci sırasında:)

Denize uzanmış olsa bütün evler...

Bir Nazlı Eray romanı kahramanıymışım gibi şehrin karşıma çıkarmasını hayal ettiğim, kimi hayatta kimi çoktan başka diyarlara göçmüş yaşam kahramanlarını düşlemek sonra... Sınırsız bir hayalgücüyle, sonsuzluğun özgürlüğüyle... Doğumun değil, yaşamın o şehre bağladığı insanlar olmalı düşlediklerim. Hayatlarının bir zamanında o şehirde iz bırakmış, yaşadıkları şehirle bütünleşmeyi bilmiş insanlar.

Prag olsa o seçeceğim şehir misal, Kafka'yla buluşmadan ayrılmak mümkün olabilir mi hiç? Ben bu şehri biraz da onunla sevmedim mi? Saatlerce oturup romanlarını yazdığı, adeta bir parçası haline geldiği kafede bir kahvenin tadını paylaşmalı mutlak benimle. Yoksa imkanı yok rahat bırakmam ruhunu:) İki yıl kadar önce Nazlı Eray'ın Kayıp Gölgeler Kenti'ni okurken tarifsiz bir hayranlık beslediğim Mucha Kadınları'nın izini sürmeliyim sonra Prag'da.

Sarıların arasında kaybolmak mesela...

Ya da minicik bir kasaba olmalı belki. Hayal edilen bir şehrin kuytu bir köşesinde, bir dere kenarında kalıvermiş, eski bir kasaba. Sadece 50 yaş üstü insanların yaşadığı, gençlerin daha hareketli 'merkez'lere kaçtığı dingin bir kasaba. Sırtımdaki çantadan, boynumdaki fotoğraf makinesinden, etrafa yönelttiğim hayranlıkla karışık şaşkın ifadelerden ve gençliğimden turist olduğumu anlayan, elinde pazar filesi evine dönen teyze, sıcak bir gülümseme bırakıverse deklanşörümün içine.

İşte böyle, bir şehir seçmek istiyorum bu aralar. Gitmek için zaman ve fırsat bulup bulamayacak olmanın ötesinde gitmeyi hayal etmek istediğim bir şehir.

Her yıl bu zamanlarda böyle bir kurt gelip düşüverir benim içime. Gitmek kadar gitmeleri düşlemeyi de severim ben. Her gidiş, sadece o yolculuğun kendisinden ibaret değildir asla. Öncesinde hayal edilen, düşü kurulan zamanlardan başlar, yoldan dönülüp yaşananların etkisini devam ettirdiği zamanlarla son bulur.

Yolun fikri içinize düşmeyegörsün...

2 Şubat 2012 Perşembe

Ey sen, pek sevgili 2 Şubat!

Bazı günler eve girer girmez çay suyu koymaya koşasım geliyor. Çantayı, torbaları kapıya atıp paltomu bile çıkarmadan. Acil ısınma planı şartnamesinin birinci maddesi kâbilinden. Malum bu günler, o günlerden. Dondurucu soğukta açıkta kalan tek yerim burnum olmasına rağmen oradan başlayan bir donma aktivitesi tüm bünyeyi sarmaya başlıyor. Hayır diyorum, neden vücudumun sarınmış olan yüzde doksan sekizi ufacık bir alanı hakimiyeti altına alamıyor da, burnumun ucu tüm vücuduma hükmediyor?

Lakin şikayet değil bu yazdıklarım. Bana sorsalar kışın en çok neyini seversin diye, üşüyüp üşüyüp ısınmak için sıcak bir yerlere sığınma telaşını derim. Dışarıda soğuktan üşüyen hayvancıkları ve evsizleri düşünmesem daha da çok yağsın diye kar duasına çıkacağım.


Kar şehrimde hükmünü sürmeye başladığından beri en çok istediğim şeylerden biri çok sevdiğim Kadıköy Çarşısı'nın karlı halinin tadını çıkarabilmekti. Gün bugünmüş. Sebzeler, yeşilikler daha bir taze, balıklar tüm süklüm püklüm yatışlarına rağmen daha bir canlı, fırınlar daha bir mis kokulu, mezeciler daha bir iştah açıcı, kahvecimdeki kahve kokuları daha bir tütsülüydü bugün sanki. Anladım dedim, kar hepimize pek yaramış.

Çayı, kahveyi ne kadar çok severim, malum. Aslan sütünün, kan kırmızısı bir şarabın hayatımın keyif paydalarında ne kadar özel yerleri olduğu da. Ama her zaman o çay bardağının, kahve fincanının, rakı ya da şarap kadehinin öbür ucunda kimin oturduğunun önemi çok büyüktür. Masanın öbür ucu... Her zaman çok önemlidir.

Bir anda sohbet ederken "Bazen koşar adım kendimle buluşmaya gidiyorum" diye bir cümle kurduğunda o 'masanın öbür ucundaki', hah diyorum içimden, sana, hep kendini anlatan arkadaşlar çekiyorsun etrafına Zero, ne güzel. Keyifleniyorum, gülüyorum. "Bak Nathalie, yazarım ama bu cümleni ben, hiç kaçırmam" diyorum. "Yaz" diyor o da bir kahkaha atarak, "hatta arada 'kendimi çok özledim' de derim, bunu da yaz."

Romanlardı 2 Şubat, çaydı, kahveydi, keyifli bir masada lezzetli bir yemekti, filmlerdi, çocukluğumdan gelen bir şemsiye çikolata ve Mabel sakızdı, ortak paydalarda buluşulan hayatlarımızdı, hasretlerdi, özlemlerin paylaşımıydı, kısacası kocaman dopdolu bir sohbetti 2 Şubat. Bugün...

Ve yine en az bu kadar güzel olan bir başka şey 33 yıldır her 2 Şubat. Hayatlarına, Çiğdem ve İbrahim olarak ayrı ayrı bir birey olmanın haricinde 'bir' olmanın, 'bütün' olmanın özelliğini katarak devam eden iki insanın, annem ve babamın 33 yıllık evlilik serüvenlerinin de yıldönümü bugün, 2 Şubat.


2008 yılında iki çok sevdiğim canım arkadaşım, Burcum ve Ferdim, 2 Şubat'ı düğün tarihleri olarak seçtiğinde babam "güzeldir 2 Şubat'ta evlenmek, bak bunca yıla ve zora rağmen biz hâlâ birlikteyiz, bu uğur size de bulaşsın" demişti onları kutlarken. Ve evet, bugün annem ve babam haricinde kutlayacak bir çiftimin daha olması pek hoş:)

Tüm zorluklara, sıkıntılara, bedellere rağmen iyi ki varsınız canlarım. Siz, 'siz' olmasaydınız ben de olmazdım ki:) Kabul, biraz bencil olabilirim:)