30 Nisan 2008 Çarşamba

Bir Daktilo Sevdası...

Yıl 1983... Henüz üç yaşında, en büyük derdi evde karıştırılmadık ne kadar çekmece kaldı onu bulmak olan ufak velet bendenizi uyutmakla uğraşırıyor sevgili anneannem. Tam, saatler süren ninnili, masallı uyutma savaşı anneannenin zaferi ile sonlanmış ve kendisi de muzaffer bir kumandan edası ile sessiz sedasız odanın kapısını kapatarak dışarı çıkarken, TAK TAK TAK TAK TAK TAK TAK TAK TAK... O zamanlardan en sevdiğim gürültülerden biri olduğu belli olan bu sesi duyar duymaz, uyku perilerini kışkışlıyorum ve basıyorum yaygarayı. Zavallı anneannemse artık tüm gücünü ve sinirini tek bir insana, dedeme yöneltmiş, benden âla koparıyor kıyameti... "Erdoğan sana kaç kere söylicem şu çocuğun uyku vaktinde daktiloyla yazı yazma, duyar duymaz uyanıyor diye. Bana da yazık canım, kaç saattir onu uyutmak için uğraşıyorum!".

Yıl 1987... Artık dertleri biraz daha büyümüş, farklılaşmış bir Zeren var karşımızda. Okula başladığı bu yılki en büyük derdi, Ali'nin topu Veli'ye atması ile Ali'nin okula gitmesi arasında değişiyor. Ne var bunda dert edecek demeyin sakın! Çünkü bir an evvel okumayı yazmayı öğrenip dedesinin kütüphanesinde göz diktiği kitapları okumaya başlaması lazım. Ama asıl hedefi daha büyük. Dedesinin daktilosunda gözü. Ara ara gizli gizli kaçamaklarla, dedenin uyuduğu bir ânı yakalayıp ya da evden çıktığı anlarda anneanneyi de atlatarak dedenin çalışma odasına sızmayı başardığında, açıyor daktilonun kapağını korka korka basıyor tuşlara. Dede de farkında olacak ki torununun bu sevdasının, arada kucağına oturtup izin veriyor tuşlara dokunmasına. Aldığı keyif öyle büyük ki, kesin hiç vakit kaybetmeden öğrenmesi lazım şu Ali ile Veli'nin hikayesini, şey pardon yani okuma yazmayı.

Yıl 1994... Orta üçüncü sınıfa gidiyor artık Zeren. Görenlerin "Ooo kocaman genç kız olmuşsun Zerencim!" demeye başladığı yıllar. Ama o, bu aralar büyümekle falan pek ilgilenmiyor. Türkçe öğretmeninin okulda düzenlemiş olduğu öykü yarışmasına ilk öyküsünü yazmanın telaşlı heyecanı içinde... Masasının başında oturmuş, kelime kelime inşa ettiği dünyanın içinde kaybolmuşken birden dedesi beliriveriyor baş ucunda. Kollarında daktilosu, torununa uzatıyor. Al, diyor, öykünü bitirince bu daktiloda temize çek ve öyle teslim et hocana. Zeren bu inanılmaz güzel jest karşısında bir cevap verebildi mi veremedi mi, en azından bir teşekkür bile edebildi mi hatırlamıyor, çünkü o an tarif edilemeyecek kadar çok mutlu...

Yıl 2004... 13 Ekim... Bugün Zeren'in doğum günü. 2004'ün hayatının en güzel yıllarından biri olduğunu düşünüyor. Çünkü düş kurmayı bu kadar seven bir insan olmasına rağmen düşleyemeyeceği kadar özel bir insanı getirmiş bu yıl ona. Seviyor! Ve aklı kemâle erdiğinden beri hayatında ilk kez, giden yaşına üzülmek yerine gelen yaşına seviniyor. Aşkın bir hikmeti olsa gerek:) Sabah saatleri... Zilin çalınması ile elinde kocaman bir koli kapıda beliriveren bir adamcağız kargo şirketinden... Kutuyu ne kadar çabuk açmak istedikçe o kadar beceriksiz olduğu bir mücadeleden sonra... Sevinçten ağlamak ne kadar güzel bir şeymiş. Kendi dedesinin daktilosundan bile daha antika bir daktilo karşısındaki ve bu da, yine bir dede daktilosu. O'nun dedesinin daktilosu... Bir doğum günü armağanı, kelimelerin kifâyetsiz kaldığı...

Yıl 2008... O gün bu gündür Zeren daktilosuna tutku ile bağlı. Bilgisayarını da çok sevmesine ve hayatını kolaylaştıran en önemli aletlerden biri olarak görmesine rağmen, hala pek çok öyküsünü daktiloda yazmaya çalışıyor. Dedelere selam olsun!

28 Nisan 2008 Pazartesi

Bir İçimlik Siyah Süt*

Elimde bir kitap. Belli ki yepyeni, çünkü sayfaları yeni yeni kokuyor. İlk sayfasını çevirirken sanki “play” tuşuna basmışım gibi müzik çalarda da bir şarkı, odanın serin havasına kendisini bırakıp kulaklarıma doğru dans ediyor. Duyduğum bu ilk notalardan şarkıyı çıkarmam mümkün değil. Belki de henüz hiç bilmediğim bir şarkı. Yumuşak ama direktifler verircesine basıyor sanki piyanist piyanonun tuşlarına. Dikkatini kendi üzerinde toplamak ister gibi. Bekliyorum. Bir yanım müziğin tatlı/sert devinimleri içinde savrulurken, bir yanımsa kitabın yüzüme yüzüme merak üfüren ilk satırının cezbine kapılmış. "Her kitap akılda kalmak, yeryüzünde iz bırakmak arzusuyla yazılır. Bu hariç.”.

Zaten isminin barındırdığı müthiş metafordan bu denli etkilenmişken, bir de bu çok fazla diyorum kendi kendime. “Bu kitap okunur okunmaz unutulmak için yazıldı” diyor çünkü bir sonraki cümlesinde de. Ben hiçbir kitabı unutmak için okumam ki. Aslında benim unutmak isteyip istemediğim bile önemli değildir o okuma anı gerçekleştikten sonra. Arsız bir çocuk açlığıyla yutuverdiğim kelimelerin vücuduma girdiği andan sonraki kontrolü bende değildir. Vücudumun hangi devinimlerinden geçerek beynime ulaştıklarını ve geçtikleri yerlerde nasıl izler bıraktıklarını bilemem. Öyleyse imkânı yok, ben bu kitabı unutamam. Yazarından şimdiden özür diliyorum.

Bu arada müziğin ritminde bir değişiklik var. Ve evet, ezgiler oldukça tanıdık gelmeye başladı. Az daha beklesem söyleyeceğim şarkının adını, öylesine dilimin ucunda. Evde kalmış bir kızın tüm mağrurluğu ile yazdığı bir manifesto gibi dik başlı ve kendine güvenli çalıyor, kendi dışındaki tüm dünyaya bıyık altından kocaman bir gülümseme atarak: “Evde Kalmış Kızlar Manifestosu”. Hayır, bu şarkının adı değil, ama ben koysaydım adını, böyle derdim sanırım. Bir saniyelik bir yanılsama yaşıyorum, “deja vu” gibi. Sanki o notaları besteleyen de, o satırları yazan da benmişim gibi. O kadar bana aitler sanki.

Ve sonra aniden yön değiştiriveriyor müzik. Bir de bakıyorum ki, müzik dünyasına damgasını vurmuş kadın müzisyenlerin bir kolâjı sanki dinlediğim. Bjork’un içimde çığlıklar koparan sesini duyar gibi oluyorum derken Tori Amos çıkıyor sahneye. Hayattaki dertlerimi hatırlatıyor ve vuruyor çelişkilerimi suratıma suratıma. Sonra Diane Schuur’un dingin sesini duyuyorum, rahatlıyorum, neşe ve coşku doluyor içime, ölümsüzlük dolaşıyor iliklerimde kısa bir an bile olsa.

Müziğin akışına paralel akıyor önümden sayfalar. Virginia Woolf’un o hep uçurumun ucunda olma halini merak ediyor içimdeki bir ben. İncecik bir ipin üstünde sendelemeden başarı ile yürüyüp düz zeminde dengesini kaybeden bir insan… Bütün intihar girişimlerini, üretme sancısından uzak olduğu “iki eser arası dönem”lerde yapmış olması, tesadüf olamayacak kadar onun ruhuna has bir durum. Zelda Fitzgerald’ı okurken müziğin tonundan tutkunun ölümcül notaları dökülüyor. Okşarcasına sevmeyi bilmeyen yırtıcı tutkularım bir yoldaş buluyorlar kendilerine. Ama o yoldaşlarına bile nefes aldıramayacak kadar tutku dolular ve birbirlerini de öldürüyorlar böyle böyle. Matematikteki hesap burada tutmuyor, eksi ile eksinin çarpımı artı etmiyor.

Derken çok sesli bir orkestranın insanı müziğe doyuran ezgileri doluyor kulağıma. Ölü tek bir hücre bile kalmıyor içimde. CD’nin kapağına takılıyor gözüm. Elektrogitar çalan kadının göğsündeki yaka kartında Sinik Entel Hanım yazıyor. Çok tanıdık. Ama sanki bu orkestranın bir parçası değilmiş gibi. Çalış şekli, havası, duruşu, sanki o bütünden çıkan müziğin bir parçası olamayacak kadar sert. Rock’ın ya da punk’ın izlerini arıyor kulaklarım ezgilerde. Bu ellerin başka bir tınıyı üretmesi mümkün değilmiş gibi geliyor.

Hemen önünde ney üfleyen kadın dikkatimi çekiyor birden. Dinginliği yüzüne yansımış; huzurun ‘yüz’ bulmuş hali. Can Derviş Hanım yazıyor kartında. Onu görünce birden içimde bir his beliriyor; sanki onun neyi olmasa, hepsinden çıkan bu etkileyici bütünün böylesi büyük bir uyuma sahip olamayacağını hissediyorum. Her birine nerede yükselip nerede alçalmaları gerektiğini söyleyen bir orkestra şefi gibi, ama marifet, bunu kelimelere dökmeden hissettirebilmiş olmasında. Hepsini kendi yollarına bırakmış, ancak bu hali ile eninde sonunda olmaları gereken noktalara varacaklarını bilircesine.

Piyanonun başında ise Pratik Akıl Hanım. Ona kalsa bütün tınıları bir orgun tek bir tuşuna basarak çıkarmaya çalışacak kadar uyanık ve zeki. Ama bunu yapamadığına göre piyanonun meziyetlerini de sonuna kadar kullanabilecek bir “elinden her iş gelir”. Orkestra üyelerinden biri, es kaza bir tökezleme yaşarsa açığı kimselere hissettirmeyecek denli piyanosuna ve müziğe hâkim.

Anaç Sütlaç Hanım, çocuğunun bünyesini müzikle doldurmanın faydalarını bilen bir annenin farkındalığı ile titretiyor kemanının tellerini. Belli ki mutfağından çıkıp gelmiş; pişirdiği pudinglerin çöreklerin kokusu sinmiş ellerine. Ama burada da mutfağında olduğu kadar rahat, kendinden emin. Çocuğu için faydalı bir şeyler yapıyor olmanın mutluluğu var suratında.

Boyuna yakın bir viyolonseli bacaklarının arasına alarak bedeni ile bütünleştirmiş bir kadın, Saten Şehvet Hanım. Doksan derecelik bir açı ile araladığı bacakları, kırmızı saten tuvaletinin derin yırtmaçları arasından bir kuğu gibi süzülmüş. Seksapelinin, duygularının ve dişiliğinin sonuna kadar farkında, huşu içinde girmiş müziğin içine. O, müziği değil, müzik onu çalar olmuş, notalar üzerinden akarcasına.

Ve finale gelindiğinde bütün çalgılar susuyor ve müthiş bir perküsyon şovuna şahit oluyor benliğim. Müziğe ibadet etmek de bu olsa gerek diyorum kendi kendime. Kendinden geçmişçesine bir hırsla davullara vuran bu kadının adının Hırs Nefs Hanım olduğunu öğrenmek nedense şaşırtmıyor beni. Bundan başka bir isme sahip olması zaten imkânsızdı diyorum. Böylesine bir hâkimiyet ve kendinden eminlikle en iyisi olmanın adı Hırs, isteklerinin ve hedeflerinin bu denli farkında olmanın adı da Nefs olabilirdi ancak.

Belki kitabı okumuş okurlar için çok daha anlamlı bir yazıdır bu. Çünkü kitabı bir solukta okumuş bir insanın üzerinde kalan izler takip edilerek yazılmıştır. Çok sesli bir orkestra müziğinden alınan keyif gibi çok sesli, çok kişilikli, çok müzikli bir serüven gibiydi bu kitap. Elif Şafak’ın otobiyografik özellikler de taşıyan son romanı Siyah Süt, öncelikle adının içinde barındırdığı müthiş metaforla sizi yakalıyor. Ve bir kere yakalandıktan sonra o yolculuğa çıkmak zorunda kalıyorsunuz, eliniz mahkûm. Ama 305 sayfalık bu yolculuk boyunca uğrayacağınız duraklarda karşılaşacağınız, belki de tanıdığınızı sandığınız insanlara dikkatle bakınız. Eminim ellerinde tuttukları aynalarda kendinizi de görmeyi başaracaksınız.


*Bu yazı 05 Ocak 2008 tarihinde Bianet ve www.elifsafak.us sitelerinde de yayınlanmıştır.

23 Nisan 2008 Çarşamba

Pal Sokağı Çocukları ile Yeniden...

10 yaşındaki ufacık bir kızın, hayatında yaşadığı belki de ilk büyük üzüntünün birinci elden tanıklığını yapan ve ona bu üzüntüyü atlatması için elini uzatan sıcacık bir dost idi Pal Sokağı Çocukları. Doğduğum ve 10 yıllık bir dolu çocukluk anısı ile doldurduğum Kadıköy Selamiçeşme'deki bir çıkmaz sokağın sonunda yer alan evimizden taşınmak üzereydik. Benim için bugün bile hatırladığımda yüreğimi ısıtan tarifi imkansız güzellikte anılarla dolu bir yuva idi Gül Apartmanı'nın üçüncü katındaki o ufak daire. Sobalı ama sobanın sadece içinde bulunduğu salondan başka bir odayı ısıtmadığı, suları doğru dürüst akmayan, dolayısı ile her banyo faslının kazan kazan ısıtılan sular yüzünden annem için bir eziyet, benim içinse keyifli bir oyun sayıldığı, kısacası fiziksel olarak yaşaması oldukça zor bir ev idi. Ama diğer yandan, bütün bu zorlukların belki de bizleri birbirimize daha da yakınlaştıran bir samimiyeti de vardı. Örneğin kışın salon haricinde evin hiç bir yeri ısınmadığı için annem, babam ve ben üçümüz birden salonda yatardık:) Yere yapılan o kocaman yer yatağında uyuduğum kadar huzurlu ve mutlu uykulara yeniden kavuşmam uzun yıllarımı aldı.

Üstelik sadece evin kendisi de değildi benim için o mekanı güzel yapan. Arkadaşlarımdı da. Okul olmadığı günlerde hemen kahvaltıdan sonra, okul günlerinde ise eve gelir gelmez çantamızı fırlatarak çıktığımız çıkmaz sokakta toplanan farklı yaş gruplarından onlarca arkadaş... Ne oyunlar oynamadık ki... Futbol mu oynamadık, dedektifçilik mi yapmadık? Kendi yaptığımız resimleri satmak için tezgah kurmaktan, bisiklet yarışlarına kadar yapmadığımız şey kalmadı. Ama en keyiflisi, karanlık basıp da yemeklerimizi yedikten sonra ailelerimizden zorla kopardığımız izinle yeniden kendimizi sokağa atıp oynadığımız saklambaçlardı. Saklambaç oynamak her zaman çok keyifli idi de, karanlığın yarattığı o gizem bize ayrı bir keyif ve heyecan verirdi.

Ve ben artık her karesi ile evim bildiğim bu sıcak sokaktan, arkadaşlarımdan, oyunlarımdan, odamdan, arkadaşım Özlem'in annesinin oyun aralarında elimize tutuşturuverdiği sıcacık kurabiyelerden ayrılıyordum. Şimdi geçmişe dönüp baktığımda görüyorum ki, çocukluğum da o çıkmaz sokaktan ayrılışımızla son bulmuş. Çünkü taşındığımız muhitte bir daha ne sokaklara çıkıp özgürce oyun oynayabildim, ne de bu vesile ile yeni arkadaşlar edinebildim. Şimdinin ağaç nedir, toprak nedir, koşup oynamak nedir bilmeyen çocukları gibi dört duvar arasında geçti sonraki yıllarım.

Bütün bunları niye mi anlattım? Çünkü küçük dünyamın bu en buhranlı zamanlarında beni en çok teselli eden şey Pal Sokağı Çocukları oldu. Geride bıraktığım arkadaşlarımın tesellisini Nemecsek'de, Boka'da ve Pal Sokağı'nın diğer çocuklarında buldum. Kendi çıkmaz sokağımda olmasa da, kitabımın sayfalarından Pal Sokağı Çocukları'nın Arsa'sında onlarla birlikte daldım oyunlara.

Ve geçtiğimiz aylarda bir gün Galatasaray'daki Yapı Kredi Yayınları'nın bir rafından 10 yaşımın bu en yakın dostu yeniden selam verdi bana. Yapı Kredi Yayınları, ilk kez okuyucu ile buluşmasının 100. yılı şerefine bu eşsiz romanının yeni bir baskısını yapmıştı. Üstelik orjinal baskısından çevrilmiş tam metin olarak... Gerçekten tarifsiz bir sevinçti bu benim için. Kendim için sevinmiştim, bugünün çocukları için sevinmiştim, kitaplığımdaki kitaplarımın arasına çok sevecekleri yeni bir arkadaş koyabileceğim için sevinmiştim. Hemen, zamanında beni ettiği kadar bugün de bu romanı okuyarak aynı şekilde mutlu olabilecek çevremdeki çocukları düşündüm. Onlara hediye etmek için hemen bir tane almalıydım çünkü. Ama bu mutlu anımı taçlandırmak için ilk armağan kendime olmak zorunda idi. Çünkü Pal Sokağı Çocukları'nı o rafta gördüğüm andan itibaren, içimde bu kitabı bir kez daha okumak için ertelenmesi imkansız bir istek oluşmuştu. E ne de olsa 27 yıldan sonra ben Zero'yu çok iyi tanıyordum. Eğer çantamda Pal Sokağı Çocukları olmaksızın o kitapçıdan çıksaydım, bütün gece kendime kızar, sonra da dayanamaz, ertesi gün yine gider o kitabı alırdım:)

Pal Sokağı Çocukları ile ben kitapçıdan ayrılıp evin yolunu tutarken oldukça mutluyduk. Ama en büyük keyif anı, evde sıcacık mis kokulu kahvemi hazırlayıp koltuğuma gömülmemle başladı. Boka, Nemecsek, diğerleri ve ben oldukça keyifli, ama bir o kadar da hüzünlü saatler geçirdik. Kitabın son sayfası çevrildiğindeyse bir dostu yıllar sonra yeniden bulmanın çoşkun sevinci idi bende kalan.

Madem bugün çocukların bayramı, tüm dünya çocukları kadar, dostluğun, fedakarlığın, karşılıksız sevmenin ve dayanışmanın anlamını bilen ve belki de tüm çocuklara bunları hepimizden daha çok öğreten Pal Sokağı Çocukları'nın da çocuk bayramı kutlu olsun!

21 Nisan 2008 Pazartesi

Altın Lale Yumurta'nın!

Semih Kaplanoğlu'nun Yusuf Üçlemesi projesinin ilk ayağı olan filmi Yumurta, 27. İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma kategorisinde en iyi film seçilerek Altın Lale'nin sahibi oldu. Filmin etkisinden günlerce çıkamamış bir sinemasever olarak bunun beni çok mutlu ettiğini söylemeliyim. Özellikle önceki filmi Meleğin Düşüşü'nün aksine, izleyeni (en azından beni) yormadan duygusunu geçirebilen bir çalışma idi Yumurta.

Doğduğu taşrayı terkederek 'kentli' olmayı seçmiş ve kendisine taşrayı ifade eden herşeyle bağını zayıflatmış olan Yusuf'un, annesinin ölümü ile o hep kaçtığı taşraya dönmek zorunda kalması ile yaşadığı kentlilik/taşralılık ikilemi, bana her duygusu ile çok yoğun bir şekilde geçmişti. İstanbul gibi bir metropolde doğup büyümüş biri olarak benzer bir geçmişe sahip olmasam da, Yusuf'un bu iki 'hal' arasında kalışlarını sanırım hep farklı bir şekilde yaşadım ben de. Bir yanım hep taşranın o doğallığı, samimiyeti ve yerelliği içinde yaşamak istedi. Bir yanım ise dünyaya hep daha evrensel bir bakış açısı ile bakma, daha özgür olma, şehrin sunduğu ayrıcalıklardan sonuna kadar yararlanma gibi nedenlerden ötürü ise sürekli bu yerellikten korktu, kaçtı, görmezden geldi.

Bu duyguyu, her ikisini birden yaşamış, en sonunda yerelde sıkışıp kalmayı reddederek şehre 'kaçmış' ve edebiyat kariyeri için en çok arzuladığı şiir kitabını çıkarmış bir karakter üzerinden izlemek, bir anlamda bana kendi duygularımı da sorgulattı yeniden. Şehri seçerken şehrin senden alıp götürdüklerinin de farkında olmak, acı vereceğini bile bile sonu olmayan bir aşka tutulmak gibi... Ama sanırım, mutlak doğrusu olmayan bir soru bu, 'taşra mı kent mi?' sorusu. İnsan sayısı kadar farklı 'doğru' içerebilecek bir soru, ki tek bir bireyin bile kendi doğrusunun ne olduğunu bulması bu kadar zorken...

İstanbul Film Festivali'nin ödüllendirmesi ile yeniden hatırladım Yumurta'nın bana düşündürdüklerini. Biraz daha heyecanla beklemeye başladım üçlemenin diğer ayakları olan Süt ve Bal'ı. Ve bir kez daha sevindim, kısıtlı imkanlarla ama yine de hedeflerinden vazgeçmeden sinema yapmaya çalışan sinemacıların böylesi ödüllerle haklarının veriliyor olmasına. Başta Semih Kaplanoğlu olmak üzere tüm Yumurta ekibine tebrikler!

19 Nisan 2008 Cumartesi

İyi ki Doğdun Nairi:)

Sevgili arkadaşım Hovsep'in yeğeni Nairi bugün 1 yaşına bastı ve bu şirin ufaklığın pastasını yapmak da bana nasip oldu. Sarışın, mavi gözlü şirin mi şirin bir bahar kızına da bahar gibi yemyeşil bir pasta yakışır deyince de böyle bir şey çıktı işte ortaya. Tıpkı onun gibi minicik, yumurtalarından yeni çıkmış civcivler ve kendini onların ortasına atmış sevgili Nairi...

İyi ki doğdun şeker kız, nice mutlu yaşlara:)

İstanbul'a Bahar Festivalle Gelir!

Özellikle kahredici trafiği ile fazlaca haşır neşir olduğum zamanlarda, bir parçası olmaya fazlası ile lanet ettiğim İstanbul'a olan aşkım, yılda en az bir kere Nisan ayında muhakkak tazelenir. Yeniden hatırlarım bu şehr-i cümbüşün bana sunduğu nimetlerin zenginliğini, keyfini... "Herşeye rağmen" derim, "herşeye rağmen yine de yaşanacak bir şehir burası, benim şehrim, ne olursa olsun kopamayacağım, dönüp dolaşıp gelmek isteyeceğim yegane yer"...

Ben hangi mevsimi en çok sevdiğine karar veremeyenlerdenimdir. Her yeni mevsim başlangıcında en çok sevdiğim mevsimin o olduğuna karar veririm. Her birinde sevdiğim bir dolu güzellik vardır çünkü. Sanırım biraz çocukları arasında ayrım yapamayan annelere benziyor bu durumum.

Ve işte yine bir bahar ve baharın en sevdiğim yanlarından biri, İstanbul'umu da ne kadar çok sevdiğimi bana yeniden hatırlatan o sihirli iki hafta, İstanbul Film Festivali... Ben İstanbul'a bahar geldiğini İstanbul Film Festivali'nin ilk haberleri gelmeye başladığı zaman anlarım. Sinema dergileri ve gazetelerde belirmeye başlayan festival haberlerinde bile vardır baharın kokusu. Hele hele festival kitapçıkları da çıktı mı, tamamdır artık, İstanbul ve bahar kucaklaşmaya hazır demektir.

İşte yine böyle coşkulu bir iki haftayı geride bırakıyoruz. İstanbul Film Festivali bir seneyi daha geride bırakıyor. Yine her seneki gibi coşkulu, bilet bulunamayan filmlere hayıflanmalarla ama yine de doyasıya sinema dolu, bol koşturmacalı bir sinema şöleni daha geride kalıyor. İleriki günlerde beni çok etkileyen birkaç filmin üzerinde daha detaylı olarak durmak istiyorum. Ama gördüklerim kadar göremediklerimin de bende derin etkiler (yaralar) bıraktığını söylemeliyim. En çok sediğim yazarlardan biri olan Paul Auster'ın yönetmeni ve senaristi olduğu bir film, festivalin kuyruğuna takılır ve benim şehrime gelir ve ben bilet bulup izleyemem, olacak iş mi bu? Değil, ama oldu işte:(

Böylesi bir festivali güzel kılan sadece filmlerin içine gömülüp başka alemlerde dolanmanız değildir, aynı zamanda sizinle aynı duyguları paylaştıklarından emin olduğunuz hiç tanımadığınız sinema dostları ile aynı koltukları paylaşmak, sinema kuyruklarında birlikte beklemek, aynı kafelerde bir sonraki filmin heyecanını paylaşmaktır. Ve film aralarında Beyoğlu'ndaki kitapçıları arşınlamaktır.

Bu sene festival boyunca bir numaralı eşlikçilerim ise edebiyat dergilerim, olmazsa olmaz sinema dergim Altyazı, Türkiye'nin önemli kadın dergilerinden biri Amargi ve festival kitapçığım oldu. Yanımdan hiç ayrılmadılar ve film aralarında sımsıcak çayımla birlikte en büyük eşlikçim oldular.

Bir kez daha HOŞGELDİN BAHAR ve seneye yeniden görüşmek üzere İstanbul Film Festivali:)

İki Doğum Günü ve Bir Pasta

Günlerdir kağıda dökülmeyi bekleyen satırlar, en sonunda bugün zihnimin koridorlarından çıkıp kendilerine bu sayfada yer bulma şansına sahip oldular. Evet, uzun süredir bu satırların yazarının zaman ve fırsat bulmasını bekleyen "birdilimsohbet" in kurdelasını sonunda bugün kesiyoruz:)

İlk dilimli sohbetimiz ise canım arkadaşım Melo'ya yaptığım ve benim için de bir ilk olan bu şirin pasta ile gelsin. Tatlı lezzetler eşliğinde edilen sohbetlerin tadı da bir başka olur. Sevgili Melo'nun sayesinde uzun zamandır olmadığı kadar uzun bir masa etrafında toplandı sevgili dostlar. Sohbetler edildi, kahkahalar atıldı, hediyeler verildi. Melo kendisine verilen paketleri eller ellemez içindeki hediyenin ne olduğunu bilmek gibi başarılı 'kehanet'lerde bulundu:) Doğum günü çocuğuna mahsus bir hüner olsa gerek. Veee en sonunda doğum günlerinin olmazsa olmazı doğum günü pastasına geldi sıra!

Başta Melo olmak üzere herkesin yüzünde pastayı görünce beliren o sevimli ifadeyi görmek gerçekten keyif verici idi. Herkesin ortak bir dil ile söylediği şey ise "nasıl uğraştın tüm bu detaylarla?" oldu. Aslında çok basit bir cevabı var bu sorunun. Ufacık bir pastanın bile sevdiklerinizde kocaman bir gülümsemeye ve mutluluğa yol açtığını görmek her şeye değiyor. Boşuna değil, pastayı yaparken uğraştığım her an sevdiklerimin yüzlerinde oluşacak şaşkınlık ve mutluluk ifadesini düşünmem. Bu, insana sonsuz bir enerji ve güç veriyor.

Bir kez daha iyi ki doğdun Melocuğum ve iyi ki doğdun Bir Dilim Sohbet:)