Yıl 1983... Henüz üç yaşında, en büyük derdi evde karıştırılmadık ne kadar çekmece kaldı onu bulmak olan ufak velet bendenizi uyutmakla uğraşırıyor sevgili anneannem. Tam, saatler süren ninnili, masallı uyutma savaşı anneannenin zaferi ile sonlanmış ve kendisi de muzaffer bir kumandan edası ile sessiz sedasız odanın kapısını kapatarak dışarı çıkarken, TAK TAK TAK TAK TAK TAK TAK TAK TAK... O zamanlardan en sevdiğim gürültülerden biri olduğu belli olan bu sesi duyar duymaz, uyku perilerini kışkışlıyorum ve basıyorum yaygarayı. Zavallı anneannemse artık tüm gücünü ve sinirini tek bir insana, dedeme yöneltmiş, benden âla koparıyor kıyameti... "Erdoğan sana kaç kere söylicem şu çocuğun uyku vaktinde daktiloyla yazı yazma, duyar duymaz uyanıyor diye. Bana da yazık canım, kaç saattir onu uyutmak için uğraşıyorum!".
Yıl 1987... Artık dertleri biraz daha büyümüş, farklılaşmış bir Zeren var karşımızda. Okula başladığı bu yılki en büyük derdi, Ali'nin topu Veli'ye atması ile Ali'nin okula gitmesi arasında değişiyor. Ne var bunda dert edecek demeyin sakın! Çünkü bir an evvel okumayı yazmayı öğrenip dedesinin kütüphanesinde göz diktiği kitapları okumaya başlaması lazım. Ama asıl hedefi daha büyük. Dedesinin daktilosunda gözü. Ara ara gizli gizli kaçamaklarla, dedenin uyuduğu bir ânı yakalayıp ya da evden çıktığı anlarda anneanneyi de atlatarak dedenin çalışma odasına sızmayı başardığında, açıyor daktilonun kapağını korka korka basıyor tuşlara. Dede de farkında olacak ki torununun bu sevdasının, arada kucağına oturtup izin veriyor tuşlara dokunmasına. Aldığı keyif öyle büyük ki, kesin hiç vakit kaybetmeden öğrenmesi lazım şu Ali ile Veli'nin hikayesini, şey pardon yani okuma yazmayı.
Yıl 1994... Orta üçüncü sınıfa gidiyor artık Zeren. Görenlerin "Ooo kocaman genç kız olmuşsun Zerencim!" demeye başladığı yıllar. Ama o, bu aralar büyümekle falan pek ilgilenmiyor. Türkçe öğretmeninin okulda düzenlemiş olduğu öykü yarışmasına ilk öyküsünü yazmanın telaşlı heyecanı içinde... Masasının başında oturmuş, kelime kelime inşa ettiği dünyanın içinde kaybolmuşken birden dedesi beliriveriyor baş ucunda. Kollarında daktilosu, torununa uzatıyor. Al, diyor, öykünü bitirince bu daktiloda temize çek ve öyle teslim et hocana. Zeren bu inanılmaz güzel jest karşısında bir cevap verebildi mi veremedi mi, en azından bir teşekkür bile edebildi mi hatırlamıyor, çünkü o an tarif edilemeyecek kadar çok mutlu...
Yıl 2004... 13 Ekim... Bugün Zeren'in doğum günü. 2004'ün hayatının en güzel yıllarından biri olduğunu düşünüyor. Çünkü düş kurmayı bu kadar seven bir insan olmasına rağmen düşleyemeyeceği kadar özel bir insanı getirmiş bu yıl ona. Seviyor! Ve aklı kemâle erdiğinden beri hayatında ilk kez, giden yaşına üzülmek yerine gelen yaşına seviniyor. Aşkın bir hikmeti olsa gerek:) Sabah saatleri... Zilin çalınması ile elinde kocaman bir koli kapıda beliriveren bir adamcağız kargo şirketinden... Kutuyu ne kadar çabuk açmak istedikçe o kadar beceriksiz olduğu bir mücadeleden sonra... Sevinçten ağlamak ne kadar güzel bir şeymiş. Kendi dedesinin daktilosundan bile daha antika bir daktilo karşısındaki ve bu da, yine bir dede daktilosu. O'nun dedesinin daktilosu... Bir doğum günü armağanı, kelimelerin kifâyetsiz kaldığı...
Yıl 2008... O gün bu gündür Zeren daktilosuna tutku ile bağlı. Bilgisayarını da çok sevmesine ve hayatını kolaylaştıran en önemli aletlerden biri olarak görmesine rağmen, hala pek çok öyküsünü daktiloda yazmaya çalışıyor. Dedelere selam olsun!