31 Mayıs 2008 Cumartesi

Avustralya Yolcusu Kalmasın!

Her çeşidi zordur vedaların. Talihsiz bir kelimedir Veda. Hüzün barındırır, tam da bu yüzden kimseler yanaşmak istemez pek yanına. Ama nafile! Ne kadar bizden uzak olsun desek de, gelmişse eğer günü gitmelerin, veda ile yaşamasını da bilmektir bize kalan.

İşte böyle bir geceydi dün gece. Koca bir salon dolusu insanla birlikte bize eşlik ediyordu Veda. Sevgili arkadaşımız Bayzar'ı bundan sonraki hayatını sürdüreceği Avustralya'ya yolcu etmeden önce son bir kez daha bir araya gelmişti tüm dostlar. Evlenmişti ve onu orda bekleyen sevdiği adama kavuşmakla bizlerden ayrılıyor olmanın burukluğu arasında şekillenmişti yüzü.

Çok kalabalıktık ve benim için Veda'nın hüznünü bastıran bir güzellik olmuştu bu kalabalık. Dost olmanın, dost kazanmanın, önemsemenin ve önemsenmenin, karşılıksız sevginin Veda'ya baskın çıkmasıydı. Başrolu kapmayı bir türlü beceremedi Veda, ta ki gecenin sonu gelene kadar. Benim için dört senelik, ama çoğu arkadaş için yaklaşık yirmi senelik bir dostluktu söz konusu olan.

Resimde görülen pasta, tüm dostları adına tarafımdan yapılmış bir uğurlama armağanıydı. Hepimizin yürekten inandığı ve dilediği bir şey vardı: Geride bıraktıklarından çok daha büyük mutlulukların ve güzelliklerin eşiyle paylaşacağı yeni hayatında onu bekliyor olması. Yüreklerindeki tüm iyi niyetle bunu dileyen onca dostun enerjisiyle tüm bunların gerçek olacağına inanıyorum. Bir kez daha, her şey gönlünce olsun arkadaşım:)

27 Mayıs 2008 Salı

Nice Mutlu Yaşlara!

Tam 22 yıl öncenin 26 Mayıs'ında evimize gelen bir konuktu o. Minicikti; büyüdükçe sadece bebeklerde olduğunu öğrendiğim inanılmaz bir kokusu vardı, bebek kokusu... Küçük annem teyzeciğimin kızıydı, kuzenimdi, ama bana o artık senin kardeşin dediler. Kardeş neydi ki? Altı yaşındaki bir kız çocuğu için gerçek anlamını çok da bilemeyeceğim bir kelime idi belki de sadece. Sözlükteki açıklamanın değil, yılların altını doldurduğu bir anlam oldu. Öz kardeşleri olmayan iki insanın kardeşliğiydi bizimkisi.

Ve şimdi 22 yıl sonra yine bir 26 Mayıs gününde bir elimde mikser bir elimde krema, aklımdaysa geçen 22 yılın anılarıyla bir doğum günü pastası yapıyorum. Kardeşimin pastasını... Kelebek narinliğinde ve yine kelebekler gibi rengarenk bir genç kızın pastasını da yine kelebekler süslesin istedim. Canım kardeşim nice mutlu yaşlara, renklerin hiç ama hiç solmasın:)

22 Mayıs 2008 Perşembe

Kirazlardan Haberler!

"Toplayın artık bizi" diye bir ses duymuş geçenlerde annem. Dikkate almamış gaipten gelen bu sesin dediklerini. Derken seslerini duyuramayan topluluk aralarından bir elçi göndermeye karar vermişler anlatsın dertlerini diye.

Elinde hortumu ile çiçekleri sulamaya çıkan babam karşılaşmış bu elçiyle de. Ama o, annem gibi görmezlikten ya da duymazlıktan gelmemiş neyse ki olanların. Anlamış hemen. Nasıl anlamasın? Olgunluktan ağaçtaki yerinden vazgeçip kendisini toprağa bırakan bir çift kirazmış karşılaştığı. "Tamam" demiş "Artık olanlarınızı toplamanın vakti geldi demek". Dertlerini anlatabilmenin sevinciyle kirazlar bir bir atıvermişler kendilerini çanakların içine. Sonra da kilolarca olmalarının sevinciyle komşularla paylaşılmak üzere yola çıkmış pek çoğu. Ne de olsa komşuların da göz hakkı varmış üzerlerinde. Kışın en soğuk günlerinde donmasını önlemekten tutun da, çiçeklendikleri günlerde o muhteşem görüntüyle göz banyosu yapmaya kadar paylaşmışlar her anını, yaşamışlar birlikte.

Bir tek, yıllar evvel dikilmesinde payı olan ve boy attığı her sene kilolarca meyve vereceği bu günleri düşleyen evin küçük kızının sofrasını şenlendirememişler. Çünkü o çok uzaklardaymış. Birkaç yıldır ne göz ne el emeğini veremez olmuş, uzaklıklar durmuş hep arada, aşılamamış, gidilememiş. Her sene, bir sonraki sene artık derken bu sene de geçivermiş.

Ama bu sene kararlı küçük kız. Kirazla eriğe yetişemese de, o kayısı şölenini kaçırmamaya kararlı. Bekle beni kayısı, yakında geliyorum:)

20 Mayıs 2008 Salı

Yine Geldi Gitmelerim!

Yine geldi işte. Hatta bu sene geç bile kaldı. Kıpır kıpır kıpır işliyor içimde. Her sene kronik bir vâka halinde artık. Tutulmasam olmaz.

Evet, yine geldi gitmelerim. Evim, İstanbul, bulunduğum her yer dar geliyor şimdilerde. Kitapçılarda, marketlerde elim ilk, gezi dergilerine gidiyor. Televizyon izlerken bir bakmışım karşımda gezi kanalları... Bir de bu ara sık sık eski gezilerin fotoğraflarını karıştırır oldum. Yaraya tuz basmak, ateşi körüklemek gibi, depreştirdikçe depreştiriyor.

Beni bu havalar mahfetti, diye söylenir dururum her yıl bu zamanlar, havalara bulurum kabahati. Bütün bir kış, bu mükafatı hak etmek için yaşamışım gibi, artık zamanı geldi gitmeliyim der içimdeki bir ben.

Bir masal gibidir o gidişler. Külkedisinin bir geceliğine prensese dönüşmesi gibi, aslında size ait olmayan bir zamanın içine dalarsınız. O berrak sular, denizler, dağlar, ormanlar ait değildir aslında sizin yaşamınıza. Siz bilgisayarla yaşamayı bilirsiniz, kapalı ofisler, korna gürültüleri, sıkış tıkış kalabalık caddeler... O yüzden de o gidişlerin dönüşlerinde at arabasının balkabağına dönüşmesi gibidir her şey. Masal biter, eski dostlar(!) bıraktığınız yerde sizi bekler.

Ama ben o dönüşleri hiç düşünmek istemiyorum şimdi. Sadece ve sadece gidişlerde aklım...

16 Mayıs 2008 Cuma

İçinde Olmak İstediğim Kareler

Fotoğrafları da, fotoğraflanmayı da çok severim. Ama en çok da fotoğraflardaki hikayeleri okumayı... Harekete geçebilmek için fırsat kollayan iflâh olmaz hayalgücüm motorlarını yeniden çalıştırmaya başlayıverir. O fotoğraf karesinin öncesi ve sonrasıdır kurguladığım, merak ettiğim.

Sinema sevdasını türeten bir aşktır bu. Çünkü görsel bir sanattır sinema, arka arkaya akan fotoğraf karelerinin perdedeki yansımasıdır. Bir filmin hikayesinin, senaryosunun, kurgusunun, oyunculuğunun ne kadar sağlam olması gerektiğini bilse de içimdeki sinemacı, görüntü kalitesini hep ayrı bir yere koymaktan da geri duramaz. Çünkü sinemanın öncelikle görsel bir sanat olduğunu hiç unutmaz.

Herhangi bir duyguyu sözle anlatmak değildir sinemada marifet. Çünkü bunu edebiyat da yapabilir, tiyatro da. Halbuki sinemayı özel ve diğer sanatlardan ayrı kılan, sözlere gerek kalmadan, görüntülerle bir duyguyu seyirciye geçirebilmesidir. Zaten bu dürtüyle başlamıştır sinema sanatı. Adı üzerinde SESSİZ SİNEMA. Öyle ki, sesli sinemaya geçiş olduktan sonra onca yıldız çıkaran bu sektör, sessizliğin hüküm sürdüğü dönemlerdeki kralını, Charlie Chaplin'i hiç ama hiç unutmamıştır.

Son dönem Türk Sineması'nda görüntüyle duygu aktarımı konusunda kimselerin eline su dökemeyeceğini düşündüğüm tek insan, bu 16 Mayıs gecesinde tüm dünya sinemacılarının beğenisine sunuyor son çalışmasını. Nuri Bilge Ceylan bir kez daha Cannes Film Festivali'nde Üç Maymun filmi ile büyük ödül için yarışıyor.

Nuri Bilge Ceylan sinemasını beğenmek ya da beğenmemek değil söz konusu olan. Yaptığı sinemayı bir bütün olarak beğenmeyenlerin bile teslim ettiği tek bir gerçeklik var ki, filmlerinki görsel lezzet insanın iştahını kabartan cinsten.

Katıksız bir takipçisi olarak Nuri Bilge Ceylan filmleri izledikten sonraki Ben'i şöyle tarif edebilirim sizlere: Diyaloglar, monologlar ya da heyecan dolu aksiyon sahneleri (yoktur zaten) değil, unutulmaz kareler kalır aklımda; sadece her biri bir duygunun isim verdiği unutulmaz kareler... Hüznün karesi, aşkın karesi, yalnızlığın karesi... Ve hayran olan yanım kulağıma hep "ben de bu karenin içinde olmak isterdim" diye fısıldar.

Ve karı bana yeniden sevdiren yönetmendir Nuri Bilge Ceylan. Metaları da bir duygu aktarım aracı haline getirebilen sihirli bir kameradır onunkisi. İşte bu nedenle kar, artık kar değildir yalnızca. Uzak filmindeki o unutulmaz yalnızlık ve İstanbul kokan karlı sahneler ve İklimler filminden resimde görülen bu kare... Ben hüznün fotoğrafı olarak adlandırmayı tercih ediyorum bu kareyi, bilmem siz ne dersiniz?

Bir yandan da, içinde olmak istediğim karelerin bir bütünü olarak adlandırıyorum Nuri Bilge Ceylan sinemasını. Öznesi olmak istediğim fotoğraflar... İnanıyorum ki, kamerasını doğrulttuğu her insan, kendisini hiç olmadığı kadar özel hissedecektir onun görüş alanında.

Ve her insanın kendine ait bir rengi olduğunu bana öğreten bir yönetmendir Nuri Bilge Ceylan. O rengiyle daha bir güzelleşen, kimliğini/varoluşunu bulan, ruhunu bir ayna gibi yansıtabilen insan... Örneğin İklimler filminde, fotoğrafta da görülen Ebru Ceylan'ın rengi, puslu bir beyazdır bana göre. Filmin başlarında hakim olan sarı ve kahve tonlarından ziyade, sonlardaki karlı beyazlıkta daha bir belirgindir güzelliği, daha bir durudur, dolaysızdır.

Ve kendimi merak ederim, acaba benim rengim nedir diye... İçinde olmak istediğim kareleri hayal ederim. Böylece bulmaya çalışırım rengimi. Biraz tahmin eder gibi olsam da, emin olmak zordur yine de.

Sinemayı, kareleri, renkleri ve Nuri Bilgi Ceylan'ı takip etmeye devam...

11 Mayıs 2008 Pazar

Pinokyo ve Arkadaşları

Çocukken oyuncaklarımın benimle konuşmasını nasıl da isterdim. Bunun nafile bir istek olduğunu anladıktan sonra başladım ben onları konuşturmaya. Hikayeler anlattılar; benden habersiz gezip gördükleri yerlerden bahsettiler; bilmediğim diyârların, görmediğim alemlerin masal kahramanları oldular. Keşfedilmemiş bir kukla sever olacağımın sinyallerini daha o yaşımda verirmişim meğerse.

Şimdi düşünüyorum da, her çocuk adı konmamış bir kuklacı aslında. Hangi çocuk oyuncaklarını en sevdiği hikayelerin ya da sınırsız hayalgücünün başkahramanı yapıp da dile ve cana getirmez?

Sonra bir gün annelerin uyurken anlattığı bir masal ya da "bu vazoyu sen mi kırdın bakiyim?" sorusuna verdiğiniz hayır cevabına "bak yalan söyliyim deme sakın, pinokyo gibi burnun uzar sonra" serzenişleri sayesinde kuklaların en meşhuru ama aynı zamanda da en yaramazı Pinokyo'yla tanıştık. Canlanıp dile gelmesi, bir odun parçasından yontularak yapılmış olduğu için hareket ederkenki o komik halleri vs hepsi güzeldir de, bence bir çocuk için en çok o minik yaramazlıklarıdır cezbedici olan. Hangi çocuk hoşlanmaz ki biraz haylazlıktan?:) Bilmiyorum benim gibi gerçekten korkanınız var mıydı söylenen o çocuk yalanları sonrasında burnunun uzayacak olmasından?:)

Benim çocuk olduğum yıllarda ben ve benim gibi çocuk olanlar kendi minik kuklalarımız oyuncaklarımızla, hâla anlatılmaktan/canlandırılmaktan vazgeçilmemiş Karagöz ve Hacivat oyunlarıyla, sırdaş ve arkadaş Pinokyo'larımızla çeşitlendirirdik kuklacılık yeteneklerimizi. Şimdi bizim bu çocukluk 'aşk'larmız pek ortalarda olmasa da, 11 yıldır hoş bir bahar geleneği olarak devam eden bir festival var İstanbul'da. Baharın son ama en yeşil ayını şenlendiren bir festival, Kukla Festivali...

Ne yazık ki bu sene festival 9 Mayıs itibarı ile sona erdi. Önceden yazıp haber vermekte geciktim. Ama bu yazıya başlarkenki niyetim zaten festival haberciliği yapmak değildi. İstiyorum ki, kuklalardan, oyuncaklarımızdan, onlarla yarattığımız hayallerden, hikayelerden, masallardan hiç vazgeçmeyelim. Hayal gücümüz hep zengin kalsın, tıpkı bir çocuğunki gibi.

Arada bir gerçeklikten biraz sıyrılabilmek, kendimize canımız istediğinde kaçıp gidebileceğimiz yeni dünyalar yaratmak, paylaşmak onları önce çocuklarla sonra birbirimizle... Bence 'gerçek' dünyayı da arada bir biraz kendisi ile baş başa bırakmalı. Her gün, her an onunla yüzleşmek zorunda olup da sürekli canımız acıyınca, her yanını didiklemektense bırakalım biraz da kendi hali ile boğuşsun. Masallar okuyalım biraz, çocukluk kitaplarımızı karıştıralım belki, Pinokyo olsun, Heidi olsun... Nasılsa ne zaman dönmek istersek, orada tüm haşmeti ile bizi bekliyor olacak 'gerçek' dediğimiz o dünya. Hem belki o da bize bu kadar zarar vermekten vazgeçer böylece. O canımızı acıtan gerçekliği yaratan da biz insanlar olduğumuza göre belki biz yîkarsak biraz kendimizi, süslenirsek çocukluk masallarımızla, gerçeklik de acıdan, önce döner ekşiye, sonra da belki... Denemeden öğrenebilir miyiz ki?

Not: Resimde görülen Pinokyo kuklası çok sevgili bir dostun doğum günü armağanıdır. Canım arkadaşıma bir kez daha teşekkürler...

10 Mayıs 2008 Cumartesi

Çifte Kumrular

Fazla söze ne hâcet. Fotoğraflar her şeyi anlatıyor kanımca. Güzel bir kutlama gecesi pastasız olur mu? Olmaz! E olmazsa da ortaya böyle minik kalpli pastacıklar çıkar.

Solda gördüğünüz Süslü Hanım'la sağdaki Kibar Bey'in tek istekleri, mutluluk içinde bir ömür birlikte yaşlanmak. Kadehlerini de bu dilekle güzel günler için kaldırdılar, geçmişteki güzel günler gelecektekilerin bir habercisi olsun diyerekten. Etraflarındaki görünmez aşk perileri ise bu güzel dileklere kayıtsız kalmak olmaz dediler ve ellerindeki bütün mutluluk iksirlerini bu şirin çiftin üstüne boca ettiler:) Süslü ile Kibar, bir an kulaklarında "sonsuza dek mutlu kalın" diye bir fısıltı duyduklarını sandılar. Sahoş oluyorum galiba, dedi Süslü. Ben de, diye cevap verdi Kibar, ama sanırım mutluluktan!

6 Mayıs 2008 Salı

Limon Ağacı

Hiç limon kokan bir bahar havasına uyandınız mı? Endâmı yerinde pek çok çiçeği bile kıskandıracak kadar güzel bir kokusu vardır limon çiçeğinin. Hele hele o narin beyaz çiçeklerin meyveye dönüşmesini izlemek, içinizdeki tüm inanışları kabartır, doğaya ibadet edersiniz adeta.

Artık benim de bir limon ağacım var:) Hediye vermenin de bir inceliği olduğunu bilen, sırf almış olmak için değil gerçekten o insana özel bir şeyler hediye edebilmenin derdinde olan dostlar tarafından armağan edilmiş bir limon ağacı...

Yıllar önce Burhaniye/Ören'ki bahçemize kendi ellerimle diktiğim bir limon ağacım vardı. Tam odamın pencerisinin altına doğru diktiğim minicik bir ağaç... Her sabah pencereyi açıp da limon çiçeklerinin o eşsiz kokusunu içime çekmek tarifsiz bir mutluluktu. Ama beni sürekli hayalkırıklığına uğratmaktan vazgeçmeyen bir sevgililik ilişkisi gibi idi aramızdaki ilişki. Güzel güzel çiçeklerini açar, o çiçekler zamanla yemyeşil meyvelere dönüşür, büyür ve ben sabırsızlıkla sarıya dönüşüp olmalarını beklerken bir sabah bir bakarım, bir şey olmasın diye gözüm gibi baktığım meyveler daha olmadan dalından düşüvermiş. Her şey bir anda sil baştan olur, yeni çiçekler ve yeni meyvelere bel bağlanır ama hep aynı son, hep aynı son... Uzun yıllar bu bedbâh ilişkiyi kıramadık karşılıklı olarak.

Derken gitgide mesafeler girdi araya. Ben büyüdükçe iş, güç derken pek sık gidemez oldum oralara. Şehrin dertleri, uğraşları derken oralarda, uzaklarda kaldı limon ağacı. Unutuldu diyemeyeceğim, çünkü annemler oraya gider gitmez telefonda ilk sorduğum ağacım olurdu. Nasıl görünüyor; yaprakları iyi mi; büyümüş mü; çiçekleri, meyvesi var mı? Ama benleyken olduğu gibi bensizken de farklı bir gelecek çizmemişti ağacım kendine. Ta ki bu seneye kadar... Önce komşulardan gelmişti kötü haber. "Limon bu sene pek iyi değil, kurumuş gitmiş, ufacık bir şey kalmış". Bol bol tembihledim annemleri giderlerken "aman iyi bakın ona, kış soğuk geçtiği için üşümüştür belki, ama iyi bakarsanız toparlanır yine" diye. Meğer tüm çabalar nafile imiş. Göz görmeyince gönül katlanıyor ama yine de üzülüyor insan.

Bu haberi alışımın üzerinden çok geçmemişti ki, geçtiğimiz haftasonu çok uzun zamandır görmediğim dostlar geleceklerdi benim küçük sırça köşke. Kapıyı açtığımda bir de ne göreyim, ellerinde dallarından turuncu turuncu meyveler sarkan koca bir ağaç... Nasıl mutlu oldum, nasıl mutlu oldum anlatamam!

Gerçi bakmayın kocaman dediğime, henüz daha çok küçük kendileri. O yüzden öyle kocaman kocaman meyveler veremez daha. Ama ne gâm, birlikte büyürüz, öyle değil mi?:) Ve bana öyle geliyor ki, sanki bu sefer daha iyi anlaşacağız. Daha şimdiden filizlenen dalları ile bana göz kırpar gibi, yerimi de seni de sevdim dercesine... Ben de seni sevdim limon ağacı; ben seni hep sevdim...

Küçük İnsanların Zaferi

Soğuk kış günlerinde en çok, içimizi ısıtacak bir şeylere ihtiyaç duyarız. Dumanı tüten sıcacık bir kase çorba; buğusu ile burnumuzun ucunu, bardağının sıcaklığı ile ellerimizi, bir ufak yudumu ile içimizi ısıttığımız demli bir bardak çay; sıcaklığı ile değil de bol tarçınlı ekşimtrak tadı ile olmazsa olmaz bir bardak boza... Bütün bunlar tamam da, tek başına yeter mi? Bir şeylerin de ruhumuzu ısıtması gerekmez mi?

Ruhum bu sıcaklığa ihtiyaç duydukça (istisnasız her an) kitaplığıma yönelirim. Bilirim çünkü ordadır aradığım. Bazen daha evvel defalarca okunmuş, bazense henüz keşfedilmemiş yeni dünyaları, yeni hayalleri çekip alıveririm o raflardan. Yeni bir serüvene başlamanın heyecanı ile koltuğuma kuruldum mu, sıcaklığını arayan ruhum başlayıverir hüzünle, gözyaşı ile, acı ile, aşkla, sevinçle, kahkaha ile, hayretle, öfke ile, sabırla yoğrulmaya.

Geçtiğimiz kışın bu anlamda benim için unutulmazlarından biri idi Karşılaşma. Aşağıdaki yazı, bu kitabın bende bıraktığı izler sürülerek yazılmıştır. Daha evvel 22 Aralık 2007 tarihinde Bianet 'te de yayınlanan bu yazımı, burada da paylaşmak istedim.



"Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti" pek çok edebiyat okurunun bildiği gibi Orhan Pamuk'un Yeni Hayat isimli kitabının giriş cümlesidir ve artık rüştünü ispat etmiş bir yeniyetme gibi başka pek çok kitap için de kullanılan bir tanımlama haline gelmiştir. Bu nedenle artık belki biraz da klişeleşmiştir. Ama öyle bir an gelir ki, anlatmak istediğiniz düşünceyi o 'klişe'den daha iyi tanımlayabilecek başka bir ifade şekli bulamazsınız.

Markar Esayan imzalı Karşılaşma, hayatınızı değiştirmese de yüreğinizde hoş bir sıcaklık bırakacak başarılı bir çalışma. Hikaye, kurgulama ve üslubun birbirlerine son derece uyumlu bir şekilde harmanlanması ile okuduğunuz her satırın yüreğinize, beyninize ve bedeninize harf harf kazındığını hissediyorsunuz adeta. Ve böyle böyle gerçekleşiyor değişim; roman boyunca devam eden bütün dalgalanmalardan, gerilimlerden, arınmalardan geçerek yoğrulmuş bir zihin ve vicdan kalakalıyor en sonunda kucağınızda. Tıpkı romandaki tüm kahramanların acı çeke çeke, kanırtıla kanırtıla, tökezleye tökezleye bu değişimden geçmeleri gibi.

Romancılığın çekirdek ailesi hikaye, kurgu ve üslubun kesinlikle birbirlerinin üzerine basmadan, eşit bir önemde yükseldikleri etkileyici bir bütünlüğün eseri Karşılaşma. İlk olarak öykünün çok üstün bir çarpıcılığa sahip olduğunu düşünüyorsunuz. Hemen arkasından, öykü ne kadar çarpıcı olursa olsun, her hamlesi finale kadar hesaplanmış başarılı bir satranç oyunu gibi dahiyane bir kurgulamaya sahip olmasaydı, öykü böylesine bir etki yaratamazdı diyerek kurgudaki başarıyı öne çıkarma eğilimine giriyorsunuz. Sonra içinizdeki edebiyat aşığı ses birden bağırmaya başlıyor "Peki ya üslup, peki ya üslup?" diyerek. Ve ister istemez teslim bayrağını açmak zorunda kalıyorsunuz ki, mevzu bahis dönemin diline uygun ve şiirsel masalsılığın çok başarılı bir şekilde harmanlandığı bu üslubun hakkını teslim etmek bir farz oluyor.

Okuyucuyu daha ilk satırından içine alan İlk Söz isimli bir oyunla başlıyor kitap. Bilmecelerle dolu bir oyun. Bir oyun, çünkü ilerledikçe bütünü anlaşılmaya başlanacak bir bulmacanın ilk karelerini doldurmaya başlamış olduğunuzu daha o dakikadan anlayabiliyorsunuz. Kitabın anlatıcısı olacağını anladığınız kişinin, yıllar boyu basılmasına yanaşılmayan hikayesinin son buluşunu okurken, başlangıca dair merak tohumları dimağınızda yerini çoktan alıyor. Evet, sonunu okumanın kitabı anlamsızlaştırdığı hikayelerden biri değil bu. Nitekim bunun bilinciyle yazar, son perdeyi daha en başından okuruyla paylaşmakta bir sakınca görmüyor. Öncelikle şunu belirtmeli; klasikleşmiş hiç bir kalıp, ne edebi anlamda ne de yaşamsal anlamda, geçerli değil bu kitapta. Zamansal döngüde son zannedilen başlangıç, başlangıç zannedilen son... O nedenle meraklı okurlarına da muzur bir sırıtışla gülümsüyor sanki Esayan, "Sonu size en başından söylüyorum" dercesine. Kısacası tembellik yapmanın yeri ve zamanı değil. Eğer merak ediyorsanız, satırlarında emek harcamanız gereken bir kitap bu.

Böylelikle Zayrmar Parseğyan'la tanışma gerçekleşiyor. Hayatının son deminde tanıştığınız bu adamın birazdan anlatmaya başlayacağı hikayesini can kulağıyla dinlemenizi tavsiye ederim. Zira bu öyle kolay kolay rastlanacak ve tecrübe edilecek bir hikâye değil. Sayfalar, keza öykü ilerledikçe bir dünya ile tanışıyorsunuz. Ermeniler, Rumlar, Alevi ve Sünni Türkler, Çingeneler ve daha nice farklı farklı kökenden gelen bir dolu insanın kendi hayat rollerini oynadıkları bir dünya. Tanıdık geldi değil mi? Bir zamanların Türkiye'sini ve İstanbul'unu mu çağrıştı size? Yanılmadınız! Mekanımız İstanbul; şimdilerde bu kültür çeşitliliğinin renkleri solmuş/soldurulmuş olsa da, hala yapılmak istenen gibi siyah ve beyaz olmaya direnen, solgunlaşmış olsa da görmek isteyen gözlerin farklı renkleri yine de seçebileceği, İstanbul'un yaşayan damarları Dolapdere ve Kurtuluş semtleri. Ve bir adam, Pehlivan Usta adında, ya da Kalaycı, siz hangisini kullanmak isterseniz. Geçmişin acıları ile yüklü, mağrur ve sessiz. Tıpkı o acıları yaşamış pek çok gayri müslimin de olduğu gibi. Ama öfkeden uzak. Barışmış öfkesiyle, akıtmış onu. Acıları ile yaşayabilmek için, gelecekte de yeni acıların üreticisi olmamak için unutmayarak yeni yarınlar kurmayı seçmiş, söylemesi kadar kolay olmasa da.

Zihinsel, düşünsel ve edebi anlamda kitabın okura sunduğu onca güzelliğin arasında bir tanesi var ki, ona ayrı bir paragraf ayırmamak günahların en büyüğü olacaktır: Gomidas Vartabed. Sadece Ermeni tarihinin değil, dünya tarihinin de en önemli müzik adamlarından biri sayılması gereken bu isim, yaşadığı dönemde çevresine kattığı zenginliği Karşılaşma'nın satırlarından da esirgememiş. Bu önemli şahsiyetin yaşamı ile ilgili satırbaşlarını bu sayede öğrenebilsek de, kanımca en önemlisi tehcir zamanı yaşadığı insanlık dışı muamele sonucu zihninin geçmiş olduğu sessiz direniştir. Yaşadığı zalimliklerle dolu dünyayı yaşanmaya değer bulmadığı anda kendisini, mesken tuttuğu bedene hapsederek dış dünyaya kapaması, Gomidas Vartabed'in tehcir öncesi dönemi kadar üzerinde durulmaya değer. Ölene kadar kaldığı Fransa'daki hastanede gördüğü rüyalardan da anlaşılacağı gibi kendi zihninde yarattığı dünyada yaşamaya devam etmiştir aslında büyük usta.

Sorunların, sanılanın aksine, 'büyük insanlar' (politikacılar, devletler) tarafından değil, 'küçük insanlar' tarafından çözümlenebileceğini savunan bir kitap Karşılaşma. Birbirlerine sırtlarını değil de yüzlerini dönmeyi başarabilmiş küçük insanların zaferi, Pehlivan Usta gibi, Derviş Efendi gibi... Klasikleşmiş hiç bir kalıbın bu kitapta geçerli olmadığının boş yere söylenmediği gibi, 'küçük' insanlar gerçek anlamda büyük, 'büyük'ler ise küçük bile olamayacak kadar anlamlarını yitirmiş ve etkisiz.

Biliyorum, siz de böylesine büyük bir ‘küçük insan’ tanımıştınız. Unutmayı değil, özellikle hatırlamayı seçtiği acılarından, o acıları duymak bile istemeyen insanlara doğru koskocaman bir hoşgörü köprüsü inşa eden bir büyük ‘küçük insan’, Hrant Dink… Ve öyle bir an geldi ki, kendimin de aslında bu romanın bir kahramanı olduğunu anladım, o ana dek adım hiç geçmemiş olsa da. Bu dünyadan ahirete yolculuğa çıkan bir kahramanın evinin önündeki mahşeri kalabalığın arasında “Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz …’ız” diye bağıran kitaptaki ben; bir sene önce bir başka kahramanı uğurlarken ki ben gibi… 23 Ocak 2007 Salı günkü ben/ biz, bir sene bile dolmadan bir roman kahramanı olacağımızdan habersiz çınlatmıştık sesimizi bu ülkenin aydınlık semalarında. Belki KARŞILAŞMAmıştık hiç, belki bilmiyorduk kalabalıklarımızı. Ama artık biliyoruz ve şimdi yeni bir KARŞILAŞMA zamanı. Siz de o kalabalıktan biri iseniz okuyun, ama çok daha önemlisi okutun! Kalabalıktan olmayanlara, zenginliklerimizi anlamayanlara… KARŞILAŞMAk anlatacaktır!

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Nefes Alamayan Kentler

Paul Auster’ın en kendine has, en yalnız, en varoluşçu ve tüm zaafları ile birlikte belki de en ‘insan’ karakterlerinden biridir Auggie Wren. Kitaplarının arka kapaklarında “20. yüzyıl Amerikan Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden biri” olduğu yazan Paul Auster’ın ilk senaryo çalışmasından fırlamış bir karakterdir de aynı zamanda. Ana teması kentler olan bir yazıya neden onunla başlandığına gelince… Yaşadığı kentin varoluş düzeniyle varolabilen (ya da belki, kendi varoluşuna uyabilen kentlerde yaşamayı seçen de diyebiliriz), o kentin nefes alış ritmine kendi nefes alışını uyduran, tıpkı bir sevgililik ilişkisinde olduğu gibi hem alan hem veren, hem öğrenen hem öğreten taraf olan bir karakterdir Auggie Wren. İlginç bir koleksiyonerdir de aynı zamanda. Yıllar boyu her sabah saat 07.55 sularında oturduğu caddenin köşe başında fotoğraf makinesi ile belirir. Ve saati istisnasız her sabah 08.00’i vurduğunda makinesinin tuşuna basar. O günkü kadraja kimler girmiştir, hangi insanlar hangi insanlık halleri ile (gülerek mi, hapşırarak mı, somurtarak mı bilinmez) o fotoğrafta yer almışlardır? Bunları ancak Auggie Wren bilir. Hayattaki en büyük arzusu, bu fotoğraflardaki insan ve yaşam halleri ile yaşadığı kentin, o kentin insanlarının hikâyesini anlatmaktır. Böylece günler ve aylar boyu yan yana gelen fotoğraflar arka arkaya sıralandığında bir film gibi akacak ve o istese de istemese de artık bir yaşam, bir kent hikâyesi, Brooklyn’in hikâyesi anlatılacaktır.

Kent ve insan… Bu iki olgunun aslında ne kadar da birbirlerine bağlı, iç içe, ayrılmaz, kopmaz bir bütün olduğunu hatırlatan önemli bir örnek Auggie Wren’in hikâyesi. İnsanı hep merkeze koymaya, özne yapmaya alışkın biz insanoğulları, kentleri de hep kendi varoluşumuzun bir alt öğesi olarak görmeye meyilliyiz. Aslında insandır kentleri yapan, inşa eden. İnsanlar kadar kentler de bir yapıcı, bir şekillendiricidir. Yaşadığımız kentin havasına suyuna alışkındır bünyemiz. Kokusu bile bizim kokumuz olmuştur artık. Fark etmeden taşırız üzerimizde. Başka bir kente gidiverdiğimizde burnumuza geliveren farklı kokuyu algılayınca fark ederiz ilk, her kentin sahip olduğu farklı bir kokusu olduğunu. Patrick Süskind’in ünlü romanı Koku'nun baş kahramanı Jean Baptiste Grenouille gibi her türlü kokuyu algılamaya duyarlı bir burnunuz olmasına gerek olduğunu da sanmayın sakın; farklılıkları fark etmeye açık bir bilinç yeterli olacaktır, kimi yağmur, kimi ekşimtırak bir gizem kokan farklı şehirlerde aldığınız nefesin ayırdına varmaya. Örneğin kahvenin bağımlılık yapan o yoğun tadına ve kokusuna tutkun bir insanın Nepal’e sevdalanmaması mümkün müdür hiç? Ege’nin arnavut kaldırımları ile süslü, yokuşlu dar sokaklarında dolaşırken ciğerleriniz hiç mi dolmamıştır buram buram tüten o zeytinyağı kokusu ile?

Evet, insandır belki o kokuyu veren. Ama bir o kadar da o kenttir, o kasabadır insana o kokuyu verdirten. Özellikle yukarı Ege diyebileceğimiz o sahil şeridinde nesiller boyu yaşayagelen insanlar için içine doğdukları toprağın onlara doğal olarak sunduğu bir ezberdir zeytinyağcılık. Ellerine kollarına, evlerinin taştan duvarlarına, sokaktaki kaldırım taşlarına, saçlarının tellerine kadar sinmiş, bir ten kokusu haline gelmiştir. Yakışmıştır, yapışmıştır o şehre, o şehrin insanlarına. Ege’nin o yumuşak mevsimi ile, rüzgarı ile, denizi ile uyumludur, dosttur. Ve işte tam da bu nedenle o kente yakışır, o kentin sokaklarında, o kentin insanlarında bu kadar güzel kokar. Hiç düşündünüz mü, bunca sevdiğiniz o kokunun, ekşi ve acı kokuların anlamlarına tezat bir tatlılıkla hüküm sürdüğü Diyarbakır toprağında ne kadar sakil kaçacağını?


Bir doğa cennetidir Ege sahilleri. Denizi, ılık rüzgârı, dağlarından akan gürül gürül sularıyla aydınlıktır gündüz gece. Coşkunun adıdır Ege’de yaşam. Gülen yüzlü insanlardır, berekettir, dinginliktir. Bunun yanında, mistik bir doğu masalının içinde gizemli bir heyecandır Diyarbakır’da yaşam. Ateşli kavgaların, tutkulu sevdaların topraklarıdır. Sevdalar da kavgalar da dibine kadardır, ‘deli’ bir ‘kan’dır Diyarbakır’da yaşam. Şehrazat’ın masallarından fırlayıp gelmiş, destanlaşmıştır ruhlar da, hayaller de, gönüller de. Birinden birini seçmek ne mümkün? Her biri kendi içinde, her biri kendi insanına güzeldir.

Her toprak, her kent kendi bereketi ile güzel olduğu kadar, kendi insanı ile de değerlidir. Bir bakıma insanlar, yaşadıkları kentlerin nefesi, yaşam kaynaklarıdırlar. Bağından bahçesinden, parkından, ormanından önce insanlarını kaybeden kent değil midir asıl nefessiz kalan kent? Memleket sevdası da, gurbet kavramı da farklı anlamları olsa da, göbek bağı ile bağlıdırlar birbirlerine aslında. Memleket sevdası duyan insan içindir başka bir kentte yaşamanın gurbet acısı; gurbette yaşayan insan içindir memleket sevdasının yarası.

Ama insanoğlu bu, rahat durur mu hiç? Birbiri ile didişmeden, sen/ben kavgası yapmadan, hayatı kendine de başkalarına da zindan etmeden olur mu? Tarih denen kalın ciltlik tamamlanmamış romanın sayfaları yerlerinden, yurtlarından, kentlerinden edilmiş insanların, öksüz, insansız, nefessiz bırakılmış kentlerin hikâyeleri ile dopdolu.

Fazla uzağa da gitmeye gerek yok. Asırlar boyu üzerinden geçip gitmiş ve kimisi de gitmemiş kalmış çeşitli medeniyetlerin nakış gibi işledikleri çok zengin bir toprak Anadolu. İmkân olsa da dile gelse, eminim sandığımızdan çok daha fazla anlatacak hikâyesi vardır.

Zaman içinde yeni yeni kentler edinmiş, kimilerini de kaybetmiştir Anadolu. Kentlerin akıbeti de pek farklı değildir. Onlar da bir kaybedendir. Savaşlarla, kıyımlarla, göçlerle insanlarını, nefeslerini kaybetmişlerdir. Her kent kendi coğrafyasına, iklimine, yapısına göre alışkanlıklar edinir, tıpkı insanlar gibi. Cumbalı taş evlerin, bu evlerin bahçelerinden, balkonlarından sokaklara taşan Rum köylülerin o kendilerine has dilleri ile şenlendirdikleri Türkçe sohbetlerin, Rumca atışmaların bu denli yakıştığı Cunda gibi bir Ege kasabası daha var mıdır? Elbet vardır, ama bilen bilir ki Cunda da bir başka güzeldir. Bu evleri, bu insanları ile nefes alır, ruh bulur Cunda. Cunda insanı bilir ki, kıvrıla kıvrıla yükselen Arnavut kaldırımları ile bezeli sokaklarına es kaza bir beton ev dikilecek olursa, tüm o büyü bozulacaktır. Yan yana sıra sıra dizili cumbalı taş evler küsecek, yadırgayacaklardır bu değişimi. Daha bir küskün, daha bir alıngan bakacaklardır onları sahiplenmeyen insanlarına. Ne yazıktır ki, 20. yüzyılı 21’e bağlayan bu günlerin fotoğrafı, her geçen gün daha bir küskünleşen, alınganlaşan bu evlerdir. İçiniz cız eder o sokaklarda dolaşıp da, her geçen sene daha çok sayıda beton yapılaşmayla karşılaşınca. Ama ne çare, nesiller boyu o topraklarda boy vermiş, nefes almış insanlar, artık başka şehirlerde, alışkın olduklarından farklı yapılaşmaların, farklı yaşam serüvenlerinin olduğu kentlerin ‘aykırı’ları olarak nefes almaya çalışmaktadırlar. Kendi insanından koparılan kentler içinse geriye sadece onlar için yas tutmak kalır. Anadolu, bir nevi de insanlarının yasını tutan kentlerin bir bütünüdür bana kalırsa.

Aslında şöyle bir düşünecek olursak, devlet ve iktidar denen şu güç odakları, tarih boyunca dönem dönem kentlerin demografik yapıları ile oynamamış olsa, bu kentlerin bağrında büyüyüp yetişmiş insanlarını, nefeslerini başka topraklara sürülmek zorunda bırakmasa, kentler de böylesi nefessiz kalmazlardı hiç şüphesiz. Astım hastaları gibi şehirlerimiz. Kendilerine adapte olamayan, farklı farklı coğrafyalardan zorla gelmiş/gelmek zorunda bırakılmış insanların alışkanlıklarını sindirmeye çalıştıkça kusan, yorulan, bitkin düşen, yaşlanan şehirler…

İstanbul’un yapılaşma sorunları tartışılırken mütemadiyen hep şehrin boş bulduğu her yerine gecekondu kuran insandır suçlanan. Emirgan’da boğazın sırtlarında gecekondu yapan insan yadırganır, hakir görülür. Kim bilir Anadolu’nun hangi bölgesinden gelmiş bu insanların kodlarına İstanbul Emirgan’da boğaz sırtlarında hangi şekil ve koşullarda yaşanacağına dair bilgiler mi depolanmıştır? Belki kendi toprağında kalsa/kalabilse yadırganmayacak bir yaşam şekli, başka bir toprakta yadırganabilmekte ve hatta ne gariptir ki ayıplanabilmekte.

İnsan vücudunda nefes almayı sağlayan en birincil organ akciğerler ise hiç şüphesiz ki, bir şehrin ciğerleri de insanlarıdır. Biraz da anılarıdır o kentleri kent yapan ve o anıların baş rollerindeki insan da, çoğu zaman artık o anılar kadar eski ve uzaktır zamanda.

Kentleri, o kentlerin insanlarını, nefeslerini fotoğraflayan, anılaştıran bir fotoğraf sanatçısı Ara Güler. Son cümle böyle bir ustanın olsun. “Betonlaşmış bir sokağın artık anısı bile olamaz. Artık kemikleşmiş bir iskelettir, kokusu da yoktur, rengi de”.

1 Mayıs 2008 Perşembe

Meyve Bahçesi

Rengarenk bir meyve bahçesine düşmeyi kim istemez? Hele hele baharın cıvıl cıvıl tüm renklerini bizlerle paylaşmaya başladığı bu günlerde... İşte canım böyle bir meyve bahçesine düşmek istedi ama madem bir tanecik ağaç bile görmeye hasret bir beton yığını içinde yaşıyorum, ben de kendi bahçemi kendim yaratayım dedim:) Gerçi benim pastam meyve bahçesinden çok, meyvelerin arasına düşmüş bir parmak çocuğun haline benzedi:)

Ama ben tek bir kişiyi düşünerek yaptım bu pastayı. Meyvelerin cezbine kapılıp her seferinde göbeğini şişirmekten kurtulamayan canım babamı... İşte bu şişkinlikten göbeğini tutan minik, babamı temsil ediyor. Kendisine yapılan bu pastayı yiyemeyecek kadar uzak olsa da, yemiş kadar mutlu olacağını biliyorum. İstanbul'dan Ören'e armağan olsun:)