30 Haziran 2008 Pazartesi

İstanbul Sokakları

Siz hiç Somuncu Sokağı'yla tanıştınız mı, ya da Tomruk Sokak'la? Peki hiç Kadıköy'deki Gül Sokağı eşsiz gül kokusuyla karşıladı mı sizi? Kazancı Yokuşu'ndan yuvarlana yuvarlana Cihangir'e, Kabataş'a indiniz mi hiç?

Sizin cevaplarınızı bilemiyorum, ama benimkiler bazıları için evet, bazıları için ise henüz hayır... Henüz diyorum çünkü örneğin Kuzguncuk sokaklarında yürüyerek bitişik nizam dizilmiş evlerin hikayelerini hayal etmedim henüz ama beni bu sokaklarla kağıt üzerinde de olsa tanıştıran bir kitapla buluştum. Yapı Kredi Yayınları'nın çıkardığı İstanbul Sokakları 101 Yazardan 100 Sokak...

Üç, dört aydır elimde aslında bu kitap ve bunca zamandır geziniyorum sayfalarında. Mecaz değil, gerçekten geziyorum. ı01 yazarın kaleminden çıkmış kelimeler, tutmuş elimden gezdiriyorlar beni İstanbul'un sokaklarında. Bildiklerimi bana kendi gözlerinden anlatıyor, bilmediklerimle tanıştırıyorlar.

Örneğin içimi kıpır kıpır yapan, yüzüme muzur bir sırıtış yerleştiren, bir yazarın uzun zamandır hikayesine aradığı ismi bulması anındaki sevinci hatırlatan bir duygu akıyor içime Ece Temelkuran'ın Kuzguncuk tanımlamasından. "Kuzguncuk kesinkes kadındı." diyor Ece Temelkuran. "Bu yüzden olmalı, hâkikatli kadınlarla dolu bir evde yaşayan oğlan çocukları gibi 'sağlıklı' ve sakindi. Kuguncuk erkekleri, epey zaman önce hayattan kaçıp kadınlara iltica etmiş idi! Aynı 'kadınlar evi' atmosferi nedeni ile kadınlar korkusuzca şişmandı burada, kahkahaları ve birbirleri ile konuşmaları da ona göre. İsmet Baba Meyhanesi'ndeki uzun rakı içişleri, Çınaraltı Kahvesi'nde rahatça etrafa bakmaları hep buna işaret ederdi". Şehirlere cinsiyet yakıştırmaya çok meraklı biri olmamdan mıdır nedir, çok sevmiştim bu 'kadın Kuzguncuk' benzetmesini... Ve bundan sonra, sanki daha evvel hiç gitmemişçesine eski anılara dair tüm benliğimi sıfırlayarak gidecektim 'kadın Kuzguncuk' ile tanışmaya.

Kitaptaki çoğu yazıyaysa tanıdık bir ruh hali hakim. "Nerde benim eski sokaklarım" ruh hali... Okudukça haksız olmadığını anladığınız, kendi yaşam serüveninizde arşınladığınız sokakların zaman içinde nasıl bir değişime uğradığını düşününce de sonuna kadar hak verdiğiniz bir ruh hali... Alışıldık, eski, tarih ve ruh kokan sokak isimlerini gasp eden belediyelerse, bu sokakların dolayısıyla da İstanbul'un ruhunu emen keneler gibi... Önce şehirleri şehir, sokakları sokak, evleri ev yapan insanlar sökülüp alınıyor, yerlerinden ettiriliyor, sonra ise onlardan geriye kalan son şey olan sokak isimleri...

Ve algıda seçicilik güdülerimi harekete geçiren kapak resmi... Bir kitabı sadece kapak resmini sevdim diye almam ama kapak resminin dikkat çekiciliği sayesinde değerini farkedip satın aldığım çok kitap olmuştur. Ve bu kitabın kapağında yer alan o taş döşeli, yaşam kokan sokağın nerede olabileceğini sormuş, hayal etmiştim kendi kendime kitabı okumadan önce. Belli ki eskiydi, belli ki bozulmamıştı, belli ki 21. yüzyıl deymemişti üzerine. Ne kadar yanılmış olduğumu 43. sayfada resmi bizzat çeken Ara Güler'in satırları söyledi bana. "Rumelihisarın'ndaki bu sevdiğim sokak, bugün artık yoktur, kaybolmuştur. Rengi ve anıları sadece fotoğrafta kaldı. Böyle böyle bitti İstanbul ve sokakları. Artık dünyanın en güzel ışığı bile aydınlatsa bu sokağı, yeşerecek yaprağı, koklanacak çiçeği yoktur. Rumelihisarı'ndaki bu yokuştan bir demet çiçekle geçmeyecektir bir kadın. Ve yağmur yağsa bile damlalar zevksiz ıslatacaktır oraları".

Fazla söze gerek yok...

23 Haziran 2008 Pazartesi

En Sevdiğim Filmler -2-

NOEL BABA'YA YENİDEN İNANMAK

Kendi akrabalarınızı seçebilmek için size üç isim belirleme fırsatı veriyoruz deselerdi, hiç düşünmeden ilk sırada söyleyeceğim isim Hayao Miyazaki olurdu. Anime ve manga ustası, hayalgücünün sınırlarında dolaşmaktan heyecan ve mutluluk duyduğum Japon dahî... Evet, kesinlikle onunla akraba olmayı çok isterdim, belki bir yerlerden ustalığı ve dahîliği bana da bulaşırdı ümidi ile.

Kim ne derse desin, çocukların hayalgücü zenginliğine biz yetişkinlerin erişmesi çok zor. Ne zamanki Noel Baba diye bir şeyin olmadığını, bunun sadece inanmanın hoş olduğu bir masaldan ibaret olduğu gerçeğini farkediyoruz, o zaman kopuyor çocukluk hayallerimizle olan tüm bağlarımız.

Kendini sürekli o masal dünyanın içinde tutmaya çalışan, masal kitaplarının olduğu raflara uğramadan kitapçılardan kesinlikle çıkmayan biri olarak Hayao Miyazaki'nin dünyasında kaybolmamam mümkün değil elbette. Eğer şimdiye kadar o dünyaya bir şekilde dahil olmadıysanız, bir yerinden muhakkak o kapıyı aralamanızı şiddetle tavsiye ederim.

Ama öncelikle iki tanesi var ki, benim tavsiyem Miyazaki açlışınızı onlarla yapmanız olacaktır. Çok fiyakalı bir açılış olacağının garantisini veririm. Küçük Cadı Kiki (Kiki's Delivery Service) ve Komşum Totoro (My Neighbour Totoro), benim çocukluk, gençlik ve eminim ki yaşlılık dönemlerimin de büyülü sığınakları oldu ve daima da olacak.

Bilmiyorum, bedeninizin her zerresi ile bir film ya da kitaptaki hikayenin bir parçası olmayı dilediğiniz mi hiç? Söylemeye herhalde gerek yok ama benim sayamayacağım kadar çok gelir bu başıma. Ama Kiki ve Totoro'da olduğum gibi özellikle canımın sıkkın olduğu, bu 'gerçek' dünyadan bunaldığım zamanlarda istisnasız hep kaçıp sığınmak istediklerim belirli ve az sayıda oldu. Çünkü hep iyi gelmiştir bu filmler bana. Duru ve onarıcı bir tarafları vardır bu filmlerin ve her seferinde o duruluk tarafından onarılmıştır ruhumun kırık parçaları.

Bir de düşlemeyi sevdiğim bir hayali yaşatmıştır bu iki film bana. Bir karesinin bile çocuğunun ruh sağlığını etkilemesi endişesi taşımayan anne Zeren'in, çocuğu ile Miyazaki Amca'sını tanıştıracağı ânın düşü... Ben bu düşü hep çok sevdim. Ve ister hayalperestlik deyin ister saçmalık, ben Noel Baba'ya inanan çocuklar yetiştirmek istiyorum. Çünkü ben hâla Noel Baba'ya inanıyorum; bu inancı çok seviyorum...

18 Haziran 2008 Çarşamba

Bir Rüya ve Fikret Kızılok ile Uyanmak

Her rüyasından bir uzun metraj film çıkabilecek insanlardan değilimdir. Benim rüyalar çoğunlukla önlerine saçma, anlamsız gibi sıfatları hak ederler. Tabi hatırladıklarım. Bir de çoğunluğu oluşturan hatırlamadıklarım var.

Dün sabah da yine böyle sıfır hafıza ile uyandım, hiç rüya görmemiş gibi. Ama görmüştüm. Sanki biri kulağıma fısıldamışçasına kalktım, cd'lerimin bulunduğu çekmeceye gittim, karıştırdım karıştırdım. Eski bir dosttu aradığım. Uzun zamandır ihmal ettiğim, dinlemediğim, ööyle çekmecede unuttuğum...

Ve en sonunda yere saçılmış cd yığını içinden kendini gösterdi. Belki o da biraz kırgındı bunca zaman ihmal edilmiş olmaya, hemen göstermemişti kendini çünkü. Hemen çıkardım kapağından, koydum müzik çalara. Bütün şarkıları çok özlemiştim ve hepsini dinleyecektim baştan sona, saatlerce dolaşacaklardı ruhumda. Ama öncelikle bir tanesi vardı, önce oydu, onun yeri ayrıydı.

O kadar özlemişim ki kaç kez arka arkaya dinledim sayamadım. Fikret Kızılok'un Harman'ından bahsediyorum. Bilir misiniz, sever misiniz bilmiyorum ama beni alıp götüren, bambaşka, tarifi imkansız bir şarkıdır benim için.

Ve Harman ruhumun kollarından tutup aldı beni, 2004 yazına götürdü. Sıkıntılı bir dönemden sonra gelen güzel günler, yeni bir başlangıç, mutlu bir yaz... Güne Fikret Kızılok'la başlamak, o günleri yeniden hatırlamak çok hoştu da, bunu bir kişinin daha dinlemesi gerektiğini bildiğim için telefona sarıldım ve müziğe biraz daha ses verdim. Tıpkı yine dört yıl evvel bu zamanlar yapmış olduğum gibi...

Gittiği yerden bu şarkı ona da ulaşmış mıdır bilemiyorum ama sevgili Fikret Kızılok'a da bu dünyadan selam olsun! Sonsuza dek yaşamak ve hiç unutulmamak bu olsa gerek...

6 Haziran 2008 Cuma

Ebedi ve Edebi Dost, Kütüphanem...

Arada karşısına geçerim kütüphanemin. Şöyle bir karşıdan bakmak hoşuma gider. Çocuğunun büyüyüp boy atmasından haz ve gurur duyan anneler gibidir halim biraz. Aslında çocuğum olmasından çok, yaşıtım olan bir dostumdur kendisi. Benimle büyümüştür, dolmuştur çünkü. Büyürken hangi evrelerden geçtiğimi, çocuklukta, genç kızlıkta, yetişkinlikte neler okuduğumu, nelerden beslendiğimi gösterir; akan zamanla birlikte benim tarihimdir belki de biraz; ruhumun DNA'sıdır.

Belli bir bilince ve hayat görüşüne sahip olunca insan, bazen geçmişte okudukları için "ne kadar da gereksiz şeyleri okuyarak zaman harcamışım" da diyebiliyor. Ve ayıklamaya başlıyor kütüphanesini. Kişilik sahibi olmasını istiyor çünkü onun. Öyle ne varsa, her telden, her cinsten kitabın toplandığı bir yığın olmasını istemiyor. Toplama kitapların değil, seçilmiş kitapların yer aldığı karakter sahibi bir kütüphane...

Her kitabı okuduğum dönemi hatırlarım çoğunlukla. Biraz da bu yüzden hoşuma gider arada karşılarına geçip şöyle bir göz gezdirmek üzerlerinde. Her kitabın içinde yazan kendi hikayesi dışında, bir de benim onu okuduğum dönemin bana ait hikayesi eşlik eder yanında. Yapışır üzerine. Ve benim için kitabın etkileyiciliği kadar önemlidir o hikaye. Genelde nerde başladığımı değil ama nerde bitirdiğimi hatırlarım kitapları. Hele de bir taraflarımı yıkıp geçmişse... Ciddi şekilde sarsılıp kaldığım bir buhran anıdır çünkü o an. Öğretmeninden yediği en sert tokadın etkisini unutamamak ya da sevdiğine aşkını ilan etmek gibi sarsıcı bir andır; unutulmaz, hep hatırlanır.

Ve bir eve dair en birincil düşümdür kütüphane. Ne zaman ileride içinde sevdiğimin de olacağı o evin düşünü kursam, yaratacağımız kütüphanenin kurgusuyla başlar düşüm. Düşlemeyi en çok sevdiğim andır, yorgun akşamlarımıza eşlik eden bir fincan çayın yanında seçilen kitaplarımızla yeni dünyalara dalıp gideceğimiz o geceler.

Ve bir son söz: Yaşarken bana eşlik eden kitaplarımı seviyorum; onları yazan, çoğunu hiç tanımadığım o insanları seviyorum; ve daha okuyamadıklarım... Sevdiğine kavuşamamış bedbâh bir aşık gibi o kavuşma anını bekliyorum, tutkuyla ve bitmeyen bir aşkla...

5 Haziran 2008 Perşembe

En Sevdiğim Filmler -1-

Sevdim, Seviyorum, Seveceğim*

Öykü kitapları okumayı sever misiniz? Roman okumayı, uzun soluklu bir ilişkiye sahip olmaya benzetirim. Kimi zaman durgun, kimi zaman çalkantılı, her geçen gün daha çok kök salarak bağlandığınız bir ilişki gibi bağlanıverirsiniz okuduğunuz romana da. Öyküler ise daha çok tek gecelik ilişkiler gibidir. Yüreğinizde ani ve tokat gibi bir etki bırakabilir. Kısalığına tezat, etkinin kuvvetine bağlı olarak belki de bir ömür boyu unutamazsınız.

Paris ve aşk güzellemesi olarak beyazperdeyi kırmızı kalplere boğan Paris, I Love You da, böyle bir etki bırakıyor izleyen üzerinde. 22 yönetmenin 5 dakikalık birbirinden farklı aşk ve Paris temalı kısa filmlerinin toplamı olan film, bir nevi hayran olduğunuz yazarların farklı hikayelerinden oluşan toplama bir öykü kitabı okumak gibi. Şaşkınlık, kahkaha, hayret, romantizm ve hayranlık duygularının karışımı bir etki...

Ethan ve Joel Coen, Wes Craven, Alfonso Cuarón, Christopher Doyle, Walter Salles, Gus Van Sant gibi isimler yönetir; Steve Buscemi, Juliette Binoche, Willem Dafoe, Maggie Gyllenhaal, Natalie Portman, Gérard Depardieu gibi isimler oynar; ve bir de konu aşk ve Paris olur ise benim için heyecan kelimesinin bileşkenleri tamamlanmış demektir.

2006 yılında Filmekimi kapsamında da gösterilen Paris, I Love You festivalin, biletleri en çabuk tükenen filmlerinden biri olmuştu. Filmi izledikten sonra yapmanız kaçınılmaz olan şeylerden biri, sizde en çok etki bırakan bölümleri teker teker aklınızda yeniden canlandırmaya çalışmak. Arka arkaya, kimisine hayran kaldığınız, kimisini sadece ufak bir tebessüm ya da hüzün ile izlediğiniz, kimisinde (özellikle de Coen'lerin yönettiği Steve Bruscemi'li bölüm) kahkahalarla güldüğünüz filmler öylesine arka arkaya, siz daha tam tadını çıkaramadan sıralanıyor ki, bittikten sonra geri dönüşlü bir beyin fırtınası kaçınılmaz oluyor. Hatırlamaya çalışırken 'arada atladığım filmler var mıydı' hayıflanmaları ile kesinlikle bir kere izlemenin yeterli olmadığı filmlerden biri Paris, I Love You.

Diğer bir yandan da aslında bir bütün olarak nasıl olduğunu söylemenin zor olduğu filmlerden biri karşımızdaki. Birbirinden o kadar farklı esintiler estiren kısalarla karşı karşıyayız ki... Joel Coen ve Ethan Coen'in yönettiği, Steve Buscemi'ye neden bu kadar hayran olduğumu bir kere daha anlamama neden olan bölüm, filmin en eğlenceli kısalarından. Vampirlerinin bile Paris'in romantizminden pay aldıkları, Vincenzo Natali'nin yönettiği, bilmesem kesinlikle Wes Craven imzalı olduğunu düşüneceğim bölüm, (bir çok insan hiç hoşlanmamış olmasına rağmen) bana Paris'in geçmişten günümüze pek çok özelliğini yeniden hissettirdi, hatırlattı. Tarihin, aşkın, mistisizmin en çok yakıştığı şehirlerden biri olan Paris hakkında yapılabilecek en keyifli çalışmalardan biriydi kanımca.

Gurinder Chadha'nın yönettiği bölüm, doğulu göçmen bir kızla batılı bir gencin yakınlaşması konusunda aslında pek çok açıdan klişeler barındırsa da, etkiliyici bir sevimliliği de sahip bir yandan. Çoğu zaman oryantalizm kokan bu tarz konulu yapımların klişelerini, belki de bu sevimliliği sayesinde üstünden silkmeyi başarıyor.

En şaşırtıcı kısalardan biri ise kesinlikle Wes Craven'a ait olandı. Şaşırtıcılığı, yaklaşımından değil, yönetmenin ne tür bir fantastik 'Paris ve Aşk' rüzgarı estireceğini merak ederken son derece sakin, günümüzün modern dünyasına ait bir öyküyü anlatmayı tercih etmiş olmasından geliyordu. Yine de hikayesine en son anda bir Oscar Wilde eli değdirmesini, güzel bir hoşluk olarak da görebiliriz tabi.

Tom Tykwer'ın, aşkın kör edici yanını anlatmayı tercih ettiği bölümün hareketli romantizmini çok beğenmekle birlikte, Natalie Portman için ayrı bir yıldız koymadan etmeyelim. Sahi, son yıllarda onun kadar güzel gülüp ağlayabilen başka bir oyuncu daha var mı? Sinemada ağlamak nedir görmek isterseniz, Serbest Bölge filminin girişindeki 7 dakikalık o ağlama sahnesini izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim. Fondaki halk şarkısının eşlik ettiği o sahnenin damarlarınızın içine kadar girip sizi alıp götüreceğine eminim.

Son derece keyifli bu 18 kısa filmin içinde hayalkırıklıkları da yaratanlar yok değil. Aşk Zamanı, Internal Affairs, Kahraman, 2046 gibi filmlerdeki eşsiz görüntü yönetmenliği ile her daim kendi imzasını hissettiren ve çalıştığı yönetmenlerden önce adını zikrettiren Christopher Doyle, güzel müzikleri haricinde aşkla ve Paris'le ilgisini anlamakta zorlandığınız bir resim çizerek burun kıvırtan bir gülümseme yaratıyor.

Savrula savrula Paris'in farklı duraklarında dolanacağınız bir 120 dakika vaad eden Paris, I Love You ile hayalgücünüzde yeni pencereler açmaya hazır olun. Ve filmi izledikten sonra kendinize şu soruyu sormayı da ihmal etmeyin: Benim Paris ve aşk hikayem nasıl bir şey olurdu?

*Bu yazı daha evvel Beyazperde'de yayınlanmıştır.