26 Eylül 2008 Cuma

Mum Işığının Gölgesinde...

Yağmur yağıyor, susuz bıraktığı yeryüzüne özlemini ifade edercesine yoğun, coşkulu. Karanlık dışarısı, göremiyorum yağmuru aslında ama penceremde kalan damlalardan anlıyorum, bir de pencereye düşerken bıraktığı çıtır çıtır seslerden. Taa uzakta şimşek de çakıyor. Ama çok uzakta belli, sesi ulaşmıyor çünkü.

Böyle bir sonbahar gecesi kaçmaz deyip sıcacık bir adaçayı eşliğinde kuruldum camın kenarına elimde kitabım. Böyle kuru kuru oturup da kitap okumaya asla razı olmayan, illa kendine bir atmosfer yaratma merakında olan ruhum (yağmur da yağıyor ya dışarda, iyice coşkun vaziyette), hemen orda burda kalmış mumları toplayıverdi etrafına. Başucu lambam, etrafında mumlar, çayım, kitabım ve ben hep birlikte son derece mutluyduk. Uykuya doğru bu atmosferde yola çıkacaktık. Ne zaman ki uyku perileri bendenizi teslim almaya karar verecek, ufak bir mum söndürme operasyonuyla kitap başucuna bırakılıp uykuya dalınacaktı. Yani plan böyleydi. Ama olmadı. Neden mi?

Başucumdaki mumlara takılan aklım beni bambaşka anlara, sözlere, bana ait olmayan anılara götürdü. Babaannemin sözlerine, onun anılarına... Çocukluğumdan beri kitaplara olan tutkumu ve elimden düşürmediğim kitapları gördükçe babaannem, her seferinde sanki daha önce anlatmamış gibi, daha babaanne olmadığı dönemlerdeki çocuk/genç 'babaanne'yi anlatırdı.

"Ben de aynı senin gibiydim biliyor musun Zerencim. O kadar severdim ki kitap okumayı. Ama o zaman kitap alabilecek çok paramız olmadığı için dönüp dönüp aynı kitapları okurdum. Ama olsun o bile çok hoşuma giderdi. En çok da Ekmekçi Kadın'ı (Xavier de Montepin) okumayı severdim. Yutarcasına okurdum sayfalarını. Her gece okumadan yatamazdım. Başucumda elektiriği açık görürse babamın kızacağını bildiğim için yorganın altına alırdım bir bakkal mumunu, o mum ışığında okurdum ellerimi satırlarda gezdire gezdire. Onu da gördüklerinde, gözlerin bozulacak o ışıkta, diye yine kızarlardı ama vazgeçmez yine de okurdum ben. Genç kızlığımda da, evlendikten sonra da hep çok sevdim kitap okumayı ama çocuklar olduktan sonra çok zorlaştı kitap okumak. Yine de zaman bulmaya çalıştım hep. Napar eder para biriktirir ayda bir, iki ayda bir bir kitap alırdım muhakkak. Ama sonra bir gün dedenin işleri bozuldu, çok sıkıştık paraya. Dört çocuk, karınlarının doyması lazım. Topladım bütün kitaplarımı, üç çuval kitabı satıverdim içim ezilerek". Burda dururdu muhakkak. Hâla üzüldüğünü bu duraksamadan anlardım. Sonra da derdi ki "Hep, çocuklar büyüyüp de hepsi kendi hayatını kurdu mu, yani bir nevi ben ev hanımlığından emekli olduğumda, kurulacağım koltuğuma, bütün gün kitap okuyacağım derdim kendi kendime, ama yavrum şimdi de gözlerim müsade etmiyor, bir gazeteyi bile zar zor okuyorum. Ama sen oku, hep oku, benim içimde kalanların acısını çıkarırcasına oku".

Öyle mi oldu, onun sanki bir duaymışçasına söylediği bu son cümlenin hatırına mı ben bu kadar düşkün oldum okumaya yazmaya bilemiyorum fakat hep kitap okuma aşkına dair tutkulu ama buruk bir hikaye olarak yer etmiştir aklımda babaannemin bu sözleri.

Şimdi benim başucumda mumlar, ufak bir okuma merasimi düzenlerken düşüverdi aklıma, yıllar boyu onlarca kez dinlediğim bu sözler. Ben mumları bana elektiriği kapa diyen biri olduğundan değil keyfimden yakmıştım, ama öyle olmasa da, sadece o mumun ışığına ihtiyacım olsa da yine de vazgeçmez, ben de okurdum kitabımı. Yani koşullarımız olmasa da, tutkumuz aynıydı babaannemle. Tüm bunlar aklıma düşünce her şeyi bir kenara bırakıp oturdum bilgisayarın başına. Yazı, kitabın önüne geçti. Yazmazsam olmayacaktı.

Yazı babaanneme dair sanki biraz geçmiş zamanda akıvermiş ama belirtmek isterim ki kendisi hayatta (sağlıklı ömürleri olsun) ve beni elimde kitap her görüşünde yine aynı şeyleri anlatmaya devam ediyor. Tek bir şeyde biraz değişiklik var, o da artık hiç okuyamadığına dair şikayetleri... "İki satır okuyayım hemen uykum geliyor yavrum, gazete elimde bir bakmışım başım düşmüş, halbuki başucumda hala kitap biriktiriyorum belki bir gün okurum diye" gözlerinde o günün yine de elbet bir gün geleceğine dair ufacık bir umut...

24 Eylül 2008 Çarşamba

Filmekimi Başlıyoooor!

Sonbaharın en güzel dönemlerinden biri yaklaşıyor benim için. Gözlerimi açmış, kulaklarımı dikmiş, ha geldi ha gelecek derken merakla haberlerini takip ettiğim Filmekimi'nin biletleri yarın satışa çıkıyor. Çok fazla merak ettiğim birçok filmin gösterim programında yer alıyor olmasından dolayı ayrı bir heyecan basmış durumda beni:)

10 Ekim'le 16 Ekim arasında yapılan 7 günlük minicik bir festival Filmekimi. Yılın en iyi pek çok filmini bir arada sunarak yazın çoğu zaman uzaklaştığımız sinema salonlarına biz İstanbullu sinemaseverleri yeniden çağıran, sonbaharın ve kışın müjdecisi olarak adlandırmayı daha çok sevdiğim bir festival... Yağmurlu bir İstanbul gününde İstaklal Caddesi'nde elimde bilet sinemaya koşmak, ya da tam pastırma yazı dediklerinden güneşli bir sonbahar gününde, bir elimde çayım bir elimde birazdan gireceğim filmle ilgili detayların yer aldığı bir broşür sokaklara serilmiş masalara tünemek, hiç tanımasam da aynı filmi izlemiş olmanın ortak ruh hallerinde buluştuğumuz sinemaseverlerle ayaküstü bir iki çift laf etmek... Bütün bunlar, festivallere dair izleyeceğim filmler kadar keyif veren şeyler benim için.

Ofiste çalıştığım dönemlerde gerek Filmekimi olsun, gerek İstanbul Film Festivali olsun, hafta arası 2.5-3.00 YTL gibi komik rakamlarda olan bilet fiyatlarından yararlanamayıp da izleyemediğim filmler için o kadar üzülürdüm ki (içimdeki şeytanın "bas istifayı, çık git, özgürce izle filmlerini" deyip de beni yoldan çıkarmaya çalışmasını zorlukla engellemeye çalıştığımı itiraf edeyim:)), bu sene hafta arası günlerde 19.00'a kadar olan tüm seansların 3.5 YTL olmasından sonuna kadar faydalanacağım için ne kadar mutlu olduğumu siz düşünün artık:)

İzlemeyi düşündüğüm birkaç filmle ilgili düşüncelerimi de paylaşmak istiyorum. Dediğim gibi merak ettiğim film sayısı çok. Hatta biri bana kredi açsa da hepsini izlesem diyorum:) Canım bankacı arkadaşıma, Meloş'a sesleniyorum, bankaların bu konularda da sanat severlere destek olması gerek bence; hep araba ya da ev almak için mi kredi alacağız, değil mi ama:)

En ama en merakla ve heyecanla beklediğim film Beşir'le Vals (Waltz With Bashir). Bu tür canlandırma animasyonlar teknik olarak zaten izleme keyfini doruğa çıkaran çalışmalar benim için. Ama bunun yanında filmin (belgeselin) konusu da çok çarpıcı. 1982 Lübnan Savaşı'nda yaşanan Sabra-Şatila katliamı sırasında bölgede asker olan yönetmen Ari Folman, savaşa ve o günlere dair hiç bir şey hatırlamadığını farkeder. Bir asker arkadaşıyla karşılaştığında arkadaşı ona her akşam o günlere dair kabuslar gördüğünü anlatır. Böylece Ari Folman için hafızasının kilitli kalmış dehlizlerine doğru girişeceği ürkütücü bir yolculuk başlayacaktır. Filmin gerçekten çok çarpıcı bir fragmanı var. Sadece fragmanından bile tüylerimi diken diken eden sahneler oldu ki, filmin tamamını izlediğimde ne hissedeceğimi bilemiyorum. İsteyenler fragmanı, filmin orjinal sitesi olan bu linkten izleyebilir.

Bir diğer merakla beklediğim film, Josè Saramago'nun muhteşem romanı Körlük'ün sinema uyarlaması. Şu aralar Saramago'nun, Körlük'ün metafor olarak tersi sayılabilecek Görmek isimli romanını okuyorum. Bu iki kitabı da şiddetle tavsiye ederim. Her iki kitapta da 'Körlük' ve 'Görmek' kavramları üzerinden bir distopya yaratılarak çok başarılı toplum ve devlet eleştirileri yapılıyor. Çok etkilendiğim Körlük romanının beyazperde uyarlamasını da (Körlük / Blindness) heyecanla beklememin en önemli nedenlerinden biri yönetmen Fernando Meirelles, diğeri ise hangi filmde oynasalar izleyeceğim iki başarılı oyuncu Julianne Moore, Gael García Bernal. Filmin gösteriminin 12 Ekim akşamı olacağını düşünürsek, izlemeyi düşünenlerin o zamana kadar kitabı muhakkak okumalarını tavsiye ederim.

Ve... Bana deseler ki, kendini tanımlayacağın bütün halleri eksiksiz sıra sıra yaz! Hiç düşünmeden söyleyeceğim şeylerden biri, tam bir Hayao Miyazaki fanatiği olduğum olacaktır. Bu Japon animasyon dehası ne çekse izlerim. Bir ara artık film yapmayacağını söylemişti de, diğer bütün filmlerini sanki bana ondan miras kalmış gibi nasıl da özenle saklar olmuştum. Son filmi Küçük Denizkızı Ponyo (Gake no ue no Ponyo) Filmekimi'nin en güzel süprizlerinden. Daha evvel Miyazaki filmleri arasında en sevdiğim iki tanesiyle ilgili de bir yazım olmuştu ki, bu filmleri kesinlikle minik arkadaşlarıma da tavsiye ederim. Miyazaki hayal dünyası son derece geniş bir yönetmen. Çocukların da hayal dünyalarının sınırsızlığını düşünecek olursanız, bir araya geldiklerinde her iki taraf açısından da nasıl keyifli bir durum ortaya çıkacağını siz düşünün:) Miyazaki tüm dünyada yaş sınırlarını ortadan kaldırmış bir yönetmendir. Onun filmlerini izleyen kitleler arasında yan yana oturmuş biri 6 yaşında biri 70 yaşında iki kişiyi görmeniz hiç de şaşırtıcı olmaz. Dolayısıyla benim 'kaçırılmayacaklar' listemde bu film kesinlikle baş sıralarda...

Ne yapıp edip kaçırmamaya çalışacağım son filmse Limon Ağacı (Etz Limon). Son derken daha izleyeceğim çok film var ama bu dördünü izleyemezsem festivali kırık bir kalple kapatırım, o bakımdan:) Limon ağaçlarını korumak için İsrail'le korakor bir mücadeleden sakınmayan Filistinli bir kadının hikayesi Limon Ağacı. Berlin Film Festivali'nde dünya prömiyerini yapan filmin aldığı alkışlara ek olarak bir de 2008 Berlin Panorama İzleyici Ödülü'yle festivalden ayrıldığını da ekleyeyim. Bölgedeki savaşa her zaman insan hikayelerini öne çıkararak yaklaşmayı kendisine düstur edinen Eran Riklis'in (Suriyeli Gelin) yönetmen koltuğunda oturuyor olması da, benim için filme dair ayrı bir merak konusu.

Festival boyunca da izlediklerimi, gördüklerimi, festival atmosferini, ilginç olayları buradan paylaşmak istiyorum. Yarın bilet satışları başlıyor. Emek Sineması'nın önünde birikecek bilet kuyruğunu şimdiden düşünmek istemiyorum. "Bilet kalmadı" gibi sözlere ise kesinlikle tahammülüm yok. (Bu aralar birkaç tiyatro oyunu için duyduğum bu sözden artık bana gına geldi). Ama kuyruk problemi yaşamak istemeyenler ya da bilet almak için taaa İstiklal'e kadar gidemem diyenler için Biletix gibi bir imkanın olduğunu da belirtiyim.

Öyle çok özlemişim ki bu heyecanları, gören yıllardır bu imkanlardan uzağım sanır. Daha şurda en son Nisan ayındaki İstanbul Film Festivali'nin üzerinden bir yıl bile geçmedi. Ama bu sene farklı bir haller var üzerimde. Heyecanlıyım, mutlu olduğumu hissediyorum:) Eylül'e girmeden önce çok pohpohladım kendisini, "çok özledim seni, gel artık" diye mektuplar bile yazdım. Şimdi sıra Ekim'de diyorum:) Ne de olsa doğduğum ay, güzelliklerini benden niye esirgesin ki:)

Not: Benim bu taktik tuttu galiba, herkese tavsiye ederim:)

18 Eylül 2008 Perşembe

Bir Masal Kahramanı Olan Ben ve Sobee!

Aslında masal deyip biraz abarttım sanırım. Kısacık, minikler için yazılmış ufak bir çocuk kitabı diyelim. Bir kahramanı ben, diğer kahramanı ise çok önemli bir dönemi, okul öncesi çocukluk yıllarımın hatıralarını paylaştığım arkadaşım Zerrin. Zaten adından da kolaylıkla anlayabilirsiniz: Zerrin ile Zeren Okulda:)

Baktıkça hâlâ gülümsemekten alamıyorum kendimi. O bol evcilikli, kimi zaman doktor, kimi zaman anne, çoğu zaman iyi bir aşçı olduğumuz, birbirimize durmadan misafirliğe gidip bol bol çay kahve ikram ettiğimiz, derdimizin sadece acaba o gün hangi oyunu oynasak olduğu o günler... Nasıl da bıkmadan oynardık her gün her gün aynı oyunları:)

Kitabın nasıl oluştuğuna gelirsek... Aslında tek bir kitap değil bu. Tıpkı Ayşegül serisi gibi bir seriydi Zerrin ile Zeren serisi de. Benim elimde olan sadece Zerrin ile Zeren Okulda; diğer kitapları da Zerrin saklıyor. Yaratıcımızın adı ise Eray Canberk, Zerrin'in dayısı. Şiir ve edebiyat meraklıları belki tanırlar bu ismi, ama tanımayanlar için Wikipedia'daki bilgiyi kısaca burada geçeyim: "Eray Canberk, 1940 yılı İstanbul doğumlu Türk ozan, yazar, çevirmen... Birçok ansiklopedi ile sözlükte konu yazarı olarak , ayrıca Milliyet Çocuk, Bando, Kırmızı Balon gibi çocuk dergilerinde çalıştı. 1963'den başlayarak şiirleri, öyküleri, denemeleri, eleştirileri, günlükleri, incelemeleri ile çevirileri Yelken, Varlık, Yeditepe, Şiir Sanatı, Yeni Gerçek, MAY, Broy, Yandıma, Adam Sanat, Ludingirra, Hürriyet Gösteri, Cumhuriyet Kitap, Dünya Kitap, gibi dergilerde yayımlandı."

Hâlâ da aktif olarak çalışmalarına devam eden, kitapları, eleştirileri, çevirileri, çeşitli dergi ve yayınevlerinde yayınlanan bir yazardır kendisi. Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılabileceği gibi çocuk kitaplarına, masallarına, öykülerine çok önem verip kendi de eserler üreten bir yazar olduğundan, ne Zerrin ne de ben kendisine nasıl bir ilham verdiğimizden habersiz oyunlarımızı büyük bir keyifle oynarken bir kitap kahramanı olurvermişiz bir anda.

O günlerde, kitaplar basılıp da önümüze konduğunda, çok da anlamamıştım nasıl hoş bir jestin, nasıl önemli bir değerin parçası yapıldığımızı. Ve bundan olsa gerek, yıllar bu güzel anının izini ne yazıktır ki silivermiş hafızamdan. Ta ki, bir süre evvel Zerrin'le buluşup arkadaşlığımızın ve o masum yıllarımızın kağıda dökülmüş önemli hatırasını birbirimize hatırlatana kadar...

Şimdi sayfalarını karıştırıyorum. İki minik oyun arkadaşının bir edebiyatçının gözünden nasıl göründüğüne bakıyorum; benim şimdi oyunlarını gözlemlediğim kendi kuzenlerimi, etrafımdaki minikleri düşünüyorum; onların bende bıraktıkları izleri takip ediyorum; ben onlarla ilgili yazsaydım neyi nasıl yazardım diyorum; diyorum da diyorum...

İyi ki biz o oyunları oynamışız, siz de bizi iyi ki yazmışınız Eray Hoca! Elleriniz, kaleminiz dert görmesin... Geçenlerde bu mutlu hatırayı yeniden hatırlamama vesile olan arkadaşıma da kucak dolusu sevgiler... (O kendini biliyor:))

Gelelim şu minik blog oyunlarından birine daha... Sevgili :)den'in sobesiyle merhaba dedim bu haftaya. Hafta biterken üzerimde kalmasın, cevaplarımı paylaşayım dedim.

1. Blog yazmaya ilk ne zaman başladın?

Sinema ve edebiyat dergilerine yazılar gönderedurayım, bir gün 'gönderemediklerim' kategorisindeki yazılarıma ilişti gözüm. Neden gönderemiyordum? Çünkü biraz fazla bana aitlerdi. Başka yerlere yazı göndermenin, malum, bazı kuralları vardır. Yazının içeriğinin belli bir konseptin, hatta bazı yayınlar için belli bir resmiyetin dışına çıkmaması gerekir. Bu kategoriye girmeyip de bilgisayarın klasöründe git gide biriken diğer yazılara ilişince bir gün gözüm, yahu ben neden bir blog açmıyorum diye sordum kendime. Sorunun arkasından cevabı geldi, fazla düşünmeden de Bir Dilim Sohbet çıkıverdi ortaya.

2. Blog yazısı konularının belli bir çizgide olmasına özen gösteriyor musun?

Yukarıda da bahsettiğim gibi aslında bu blogu açarkenki isteğim, benden belli sınırlamalar ve kurallar bekleyen profesyonel yazıların haricinde daha özgür olabileceğim bir alanda yazılarımı yayınlayabilmekti. Bir kısıtlama, resmiyet, kural olmayan, içeriğini de, isteklerimi de sadece kendimin belirleyeceği bir blog olmasını istedim. Yani bu site de yer alacak her şeyin sınırı sadece Ben'im. Bir gün canım bir yemek tarifi paylaşmak isterse onu da yazarım, ya da başka bir gün polika yazmak isterse onu da...

3. Blog yazmayı ne kadar sürdüreceksin?

Zeren varolduğu sürece yazı yazacaktır. Buraya yazdığım tüm yazılar bu blog olmasa da yazılacaktı muhtemelen. Yazıp da paylaşmamayı tercih edeceğim bir gün gelmediği sürece - ki bu pek mümkün değil - devam edeceğimi düşünüyorum.

4. Blog yazmak senin için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı?

Artan bekleyişin ya da birilerinin senin yazılarını okumak istediğini bilmenin şöyle güzel bir yanı var. Böyle bir durumda olmasa insan, yazı yazmayı, günlük tutmayı, havadan sudan da olsa düşüncelerini, hislerini bir kağıda karalamayı ihmal edebilir. Bu ihmalkarlık bir noktadan sonra kolayca tembelliğe dönüşüp bir zaman sonra ise insanı yazıdan tamamen uzaklaştırabilir. Ama yazdıklarını insanlarla paylaştığın bir platformun olması, uzun sürebilecek böylesi bir tembelliği engelleyebilir diye düşünüyorum. Ben şu noktaya kadar kesinlikle bir zorunluluk hissetmedim ki bu yazı yazmaya karşı bir soğukluk duymam demek olur. O da, hayatıma dair asla gelmesini istemeyeceğim bir gündür.

5. Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor musun?

Yazı yazdığım süre benim için asla başka şeylerin yerine koyduğum bir süre değil. Blog yazmak da yazı yazma sürecimin bir parçası... Bazen bilgisayarın başına oturduğumda şu ikilemle karşılaşıyorum sadece. Beni bekleyen farklı farklı dosyalar oluyor çoğu zaman önümde. Artık kendilerine bir son bekleyen öyküler, fikri çoktan oluşmuş ama kağıda geçmek isteyen hikayeler, eleştiri yazıları, bloğumda paylaşmak istediklerim... Bu anlamda bazen bölündüğümü ve nerden başlamam gerektiğini bilemediğimi hissettiğim anlar oluyor. O nedenle zaman zaman bloğa yazmak istediklerimi öne alıp diğer yazılara başlamaktan feragat ettiğim oluyor; bazen de tam tersi. Ama bu da yazı için yine başka bir yazıdan feragat etmek oluyor ki, daha ne istiyim:)

Bu soruları bloglarında cevaplamış başka arkadaşlara yazdığım yorumlarda da bahsettiğim gibi hangi konuda, ne olursa olsun canı yazmak isteyen herkes hiç durmadan yazmalı ve madem artık böyle paylaşım imkanları da var, cümle alemle paylaşmalı bunları. Hayatın karmaşasını çözmese de yazı yazmak, daha katlanılır kıldığında hemfikir olsak gerek:)

17 Eylül 2008 Çarşamba

Kadıköy-Beşiktaş Hattı

Vapura binmeliyim en kısa zamanda. İnce belli bir bardak çayı avuçlamalıyım. Yavaş yavaş kendini daha da çok hissettiren sonbaharın, vapurun güvertesinden görülen İstanbul'daki izlerini sürmeliyim. Tepesinde güneşi saklayan bulutların verdiği gri havanın, yine bulutların etkisiyle maviden laciverde dönen denizin Haydarpaşa üzerinde nasıl da güzel bir hüznü asılı bıraktığını görmeliyim belki bir milyonuncu kez, ama her seferinde daha da çok büyülenerek.

Ama bunları bir an evvel yapmalıyım. Nasıl özlemişim ki, içimdeki sesin çığlıkları kulaklarımda uyandım bu sabah. Kadıköy'den Beşiktaş istikâmetinde olmalı bu yolculuk; Üsküdar-Beşiktaş tadına doyamadan bitiveriyor ki, keyif günlerim için bu nedenle pek tercih edilir değildir kendileri. Karaköy ya da Eminönü de makbuldür ama benim canım biraz da Beşiktaş iskelesindeki çay bahçesinden karşı kıyıyı izlemeyi de çektiğinden, bu seferlik istikâmetim böyle olsun diyorum. Çantamda dışarı çıkıp okunmak için kıpırdanan kitabımın varlığını hissetsem de, İstanbul'u izleyebileceğim en özel mekanlardan biri olan vapurdaki o keyif anlarını, kitap okuyarak elimin tersiyle itemem ne yazık ki. Kitaplar her daim başımın tacıdır, kabul, ama her şeyin de bir sırası var:)

Bir vapur yolculuğu sırasında yüzüme çarpan rüzgarın o yumuşak serinliğini hissetmezsem; sanki vapuru ve içindeki yolcuları görünmez bir tehlikeden korumak istercesine tüm yol boyunca yanımızdan uçarak bize eşlik eden martılarla göz göze gelmezsem; motorların çıkardığı o bembeyaz köpüklere suyla oynamaya bayılan çocuklar gibi dayanamayıp bir gün kendimi bırakıvereceğimden korkmazsam; yanımda, karşımda oturan kadınlı erkekli o yarım saatlik 'vapurdaş'larımın o an yaşadığımız keyfin ne kadar farkında olup olmadıklarını anlamak için teker teker yüzlerine bakmazsam, belki günah defterime değil ama kabahat defterime büyük bir çizik atılır diye düşünürüm. O nedenle sevgili kitabım, sen o yarım saat boyunca çantamda durmaya devam et. Nasıl olsa Beşiktaş'ta hemen iskelenin yanındaki o minik çay bahçesinde kaçırdığımız zamanın telafisini etme fırsatımız olacak seninle, üstelik yanında bir bardak demli çay olacağına da söz veririm sana. Bilirim, sen seni en çok bir bardak çay eşiliğinde okumamdan hoşlanırsın:)

Sevmeyen yoktur şu vapur keyfini. Bu şehirde yaşayan için ayrı, uzak olan için ayrı bir keyif, bir özlemdir. Ne zaman İstanbul'la ilgili bir iki satır karalayacak olsam, muhakkak bir yerlerden sıyrılıp gelir, ilişiverir satırlarıma. Sırf şu vapur halleri üzerine yazılmış bir öykü bile kurgulamadın mı zamanında? Belki bir gün bir kış sabahı onu da paylaşırım bu sayfalarda.

Evet, karar verilmiştir! Bir iki gün içinde tek başıma, önümüzdeki birkaç hafta içinde de arkadaşları örgütleyip bol vapurlu yolculuklara çıkılacak. Yolculuk dedimse bakmayın, hepsi İstanbul içi. Ama arkadaşlarla muhtemelen iki yaka arası yolculuk kesmeyeceğinden, şöyle adalara doğru uzanmak da gerekebilir:) Ah adalar... Onlar da ayrı bir aşk, dolayısıyla da ayrı bir yazı konusu... Ama zaten gidilirse bol bol fotoğraf çekilir, sonra da burda paylaşılır, böylece adalardan da bol bol bahsedilir.

Deniz kokusu sizin de burnunuza geldi mi? Beni tüm yazı boyunca hiç terketmedi:)

12 Eylül 2008 Cuma

Eylül Hediyeleri

Bugün güzel bir gün. 28 yıl önce bugün değilmiş ama bugün güzel, en azından benim için... Nasıl da dört gözle beklemiştim Eylül'ü, bilmeden nasıl güzelliklerle geleceğini.

Geçen sene de yine aynı hasretle beklerken bu sonbahar güzelini, biliyordum neden bir an evvel gelmesini istediğimi. Asker yolu gözlediğim o sevimsiz yaz aylarının bitmesi demekti Eylül, kavuşmak demekti, bir daha ayrılmamak demekti, ziyarete gidilen günlerin dönüşünde artık geride sevdiğini bırakmayacak olmak demekti... Ve sonunda sefa geldi, hoş geldi.

Bu sene ise ne için beklediğimi tam olarak bilmeden bekledim Eylül'ü. Evet vardı tabi yoluna girmesini istediğim şeyler ama bunları sadece Eylül'den değil, Ekim'den de, Kasım'dan da, Aralık'dan da bekliyordum; önemli bir kış olacaktı vesselam. Önce sağlık diyordum elbette ki. Son iki yıldır çektiğim sıkıntıların sonuna gelmiştim, son virajı da dönmeyi başarırsam 2008'le birlikte geride bırakacaktım tüm o kötü hatıraları.

Sonra yeni tanışmalar, yeni birliktelikler demekti Eylül. Ve tıpkı olmasını dilediğim gibi tüm endişeleri silip süpüren kocaman bir 'merhaba'yla geldi. Mutlu etti, gülümsetti. Ve sonra resimde gördüğünüz harika morlu beyazlı çiçeklerdi Eylül, bir sabah adınıza çiçek var diyerek kapımı çalan. Masumiyet Müzesi'ydi, bir haftamı birlikte paylaştığım.

Ve bugün gelen, taa mayıs ayında tohumunu atıp beklediğim güzel bir haberdi Eylül. Üç yıl boyunca birlikte yatıp kalktığım sevgili hayal kahramanlarım bir romanda buluşmuş, sonra da benden yayıncı bulmamı talep etmişlerdi. Kırar mıydım hiç onları? Ben daha bile hevesliydim. Satır satır birlikte kaleme aldığımız her kelimeyi daha çok insanla, daha çok okuyanla paylaşmanın coşkusunu yaşamayı kim istemez? Ve bugün geldi güzel haber. Basmak isteriz kitabınızı dediler. Mutluyum demem az kalır, anlatamam sevincimi.

Ah be güzel Eylül! Nasıl da karamsardım halbuki Ağustos'u uğurlarken. Her şeyi nasıl da birden bire, adım adım yoluna koymaya başladın. Ama gidişin yaklaşırken söyle arkadan gelecek Ekim'e Kasım'a ki, senin kadar iyi davranmayı unutmasınlar bana:)

Evet, bugün güzel bir gün, hem de çok güzel bir gün...

10 Eylül 2008 Çarşamba

Bir Gün Batımının Hatırlattıkları...

Güzel bir fotoğraftı penceremde bugün gün batımı. Salonun duvarlarına vurmuş kızıllığından farkettim ilk. Baktım pencereden; kendi halinde kızara kızara iniyordu ufuk çizgisine.

Sonra birden bire bir film düşüverdi aklıma. Önüne, arkasına, sağına, soluna dikilen koca koca bloklar yüzünden ne günün doğuşunda ne de batışında, hiç bir zaman diliminde güneş ışığına şahit olamayan bir evin hikayesini anlatan bir kısa film... Hayatımda izlediğim beni en ters köşeye yatıran filmlerden biri...

11 Eylül trajedisi üzerine çok fazla yazıldı çizildi, hatta filmler bile çekilmeye başlandı. Dünyanın farklı farklı yörelerinden (İranlı, İsrailli, Fransız, Amerikan, İngiliz, Hintli vs.) 11 yönetmenin, kendi 11 Eylül'lerini anlattıkları 11 dakikalık hikayelerin toplamından oluşan 11'09"01-September 11 isimli film, şimdiye kadar izlediklerim arasında en çarpıcı olanıydı.

Ama özellikle bir tanesi, Sean Penn'in yönetmiş olduğu, filmin en sonunda yer alan 11 dakikalık hikaye, 11 Eylül'e en akla gelmeyecek bireysel bir insaniyet noktasından yaklaşan inanılmaz çarpıcı bir filmdi. İzleyebilecek olanlarınız varsa kesinlikle tavsiye ederim. Ama izlemeyi düşünenler lütfen yazının bundan sonraki bölümünü okumasınlar çünkü hikayeyi paylaşmak istiyorum.

Pencerenin önüne yerleştirilmiş kupkuru solmuş bir çiçeğin görüntüsüyle açılır filmin ilk karesi. Yeni bir güne başlamanın heyecanıyla kendi kendine konuşup şarkılar söyleyen tonton bir ihtiyardır evin sakini. İlk bakışta halinde tavrında coşkun bir mutluluk olduğunu hissedersiniz. Ta ki, bu mutluluk görüntüsünün, derin yalnızlığının hüznüyle baş edebilmek için oynanan masum bir oyun olduğunu anlayana kadar. Ölmüş olduğunu hemen anladığınız eşinin fotoğrafına yönelir kamera, sonra yalnızlığının izleriyle yüklü ama belli ki hepsinin eşiyle paylaşılmış koca bir ömrün izlerini taşıyan tüm o diğer eşyalara...

Ölümün ve yalnızlığının yıkımıyla tüm bunları redderek baş etmeye çalışmaktadır. Hâla ölmemiş gibi eşiyle yaptığı konuşmalardan, ona gardırobundan elbise seçmesinden, güzel görünebilmek için her sabah traş olmasından anlarsınız aslında derinlerde kalmış hüznünün yükünü. Yarattığı bu mutluluk oyununda tek bir hayıflanması vardır eşiyle paylaştığı. "Çiçeklerin" der penceredeki solmuş çiçekleri kastederek, "ışık olmadığı için böyle solup gittiler. Eğer ışık gelseydi onları uyandırırdı. Işık uyandırmaya, canlandırmaya yarar". Sonra durur ve "Aslında kasabadan bir ev almalıydım, orda her zaman ışık olurdu" der.

Böyle böyle hep birbirini tekrarlayan zamanın akışına şahit oluruz. Her daim açıktır televizyon; belli ki kendi sesine eşlik eden yabancı bir ses olarak sadece televizyonu bulabilmiştir. İzlemez ama hep açıktır, gece uyurken bile. Uyurken yatağın hep eşine ait olan kısmındadır eli, onu okşadığına inanaraktan.

Sonra yeni bir günün başladığına şahit oluruz. Ama ne güneşin doğuşudur bunu gösteren, ne de eve giren ışık. Ev hep karanlıktır, saati gün ışığına bakarak değil, kameranın sürekli saati göstermesinden anlarız. Yaşlı kahramanımız hâla yatağında uyurken televizyon ekranına kayar kamera. New York'un İkiz Kuleleri'nin kapkara dumanlar içinde yanmakta olduğunu göstermektedir televizyon. Derken Kuleler'den biri daha fazla ayakta kalamayarak yıkılmaya başlar; o, yer çekimine direnemeyip aşağı doğru çökmeye devam ederken pencerede duran çiçeğin üzerine pırıl pırıl parlayan bir ışık doğmaktadır. Kule tamamen yıkıldığında yatağında yatan kahramanımızın üzerine kadar gelmiştir artık gün ışığı. Artık güneşle evin arasına giren hiç bir engel kalmamıştır ortada.

Belki yıllardır ışıkla uyanmanın ne demek olduğunu unutmuş olan ihtiyar, yaşadığının ayrımına varamaz bir an; gözleri kamaşır, bakamaz bile etrafına. Derken uzun zaman sonra kavuştuğu gün ışığını utandırmamak istercesine, kupkuru kalmış çiçekler birden bire açmaya, yeniden canlanmaya başlar. Çılgınca sevinme zamanıdır artık. "Bak sevgilim, bak" diye bağırır ihtiyar çılgınca. "Yeniden açtı çiçeklerin, yeniden açtı" der kahkahalar atarak. Sonra bir an durur ve bu coşkulu sevincin yerini, karanlığın saklamayı başardığı hüzün alıverir. Işıkla dolan ev, ona eşinin artık gerçekten olmadığını hatırlatmıştır. "Keşke bugünü sen de görebilseydin bitanem" der elindeki çiçeklerin açmış olduğunu kastederekten. Ama artık sözlerin yerini gözyaşları almıştır. Evin git gide artan aydınlığından ikinci kulenin de yıkılmakta olduğunu anlarız ve film biter.

Farklı yaklaşımı ve hüznü başarılı bir şekilde destekleyen görselliğiyle de beni çok etkilemişti bu film. Başka insanların korkunç acılar yaşamasına neden olan bir trajedi, tüm bu olanlardan habersiz yaşlı bir adamın anlık mutluluğuna, daha sonraysa kaybının derinliğini hatırlatan hüzünlü bir olaya dönüşebiliyor.

Pencereme vuran gün batımının bana düşündürdükleriydi tüm bunlar. İçimden geldi, paylaşmak istedim. Işık hepimiz için bir hayat, bir canlılık kaynağı. Benim penceremin önündeyse bu sene ikinci kez yeni meyvelerini vermeye başlayan limon ağacım büyüyor. Hiç solmaması dileğiyle...

7 Eylül 2008 Pazar

Masumiyet Müzesi'nden Topladıklarım

Evet, sonunda bitti. Hikayenin varacağı noktanın merakıyla yutarcasına okuduğum kitapların bitişi, neden üzerimde tam tanımlayamadığım bir hüzün bırakır? Bu soruyu sık sık sorarım kendime. Şu ana kadar verebildiğim tek cevap şu: O kitabı okuduğum günler boyunca her kahraman hayatımın bir ferdi olup çıkıverir. Kendi ailemin, arkadaşlarımın, sevdiklerimin ve hatta kendimin dertlerine kederlenip sevinçleriyle mutlu olduğum gibi bu kahramanların başlarına gelenler de bende aynı etkiyi bırakır. Gözümden uyku aka aka elimden bir türlü bırakmayı başaramayıp gece yarılarına kadar okuduğum kitapların, gece rüyamda bile bana eşlik ettiklerine az mı şahit olmuşumdur? İşte ne zaman ki, kitabın o günlerce debelendiğim sayfaları son bulur, çok alıştığım o kahramanları bir daha hiç görememecesine bir yolculuğa uğurlamışım gibi bir hüzün basar üzerime.

Bir haftadır Masumiyet Müzesi'nde, yaklaşık yarım saat önce sona eren (bu yazı pazar gecesi 23.00 sularında yazılmıştır) derin bir yolculuk halindeydik ben ve benim edebiyat sever ruhum. Bu bir haftalık hayat dilimimin hemen hemen her anında bana eşlik eden, çok sevdiğim kızıl güzeli Eylül'ün bana getirdiği güzel bir armağandı bu kitap. Bir hafta boyunca Kadıköy Çarşısı'nda, minik kahvecimde, doktor randevumda, gece başucumda, salonda okuma koltuğumda, yemek masamda, sevdiğimle pazar kahvaltısında, gazetelerin yanında hep benimle birlikte nefes aldı. O benim ömrümün bu bir haftalık dilimini paylaştı, bense onun/Kemal'in/Füsun'un kırık hikayesini. Hatta kimi zaman benim onu eşe dosta anlatışımı dinledi hemen yanı başımda. Orhan Pamuk'un yeni kitabının merakıyla sorulan hep aynı sorulara verilen yanıtlardı benimkiler. Ama ne kadar anlatsam da sanki tam ifade edemiyor olmanın mahcubiyeti ve "en iyisi alın siz kendiniz okuyun" önerisi vardı bu eksik cevaplarda. Alın, bir an evvel okuyun ki, konuşalım uzun uzun, içimde kalanların hepsini dökebileyim bir bir masanın üzerine. Genelde sevdiğim pek çok kitabı, en sevdiklerimin okumasını dört gözle beklerim ki, karşılıklı koyu sohbetlere gelsin sıra. Kahveler, dumanı tüten çaylar eşlik etsin hararetli tartışmalara.

Lafı çok uzattım gibi aslında. Ama şu dakika, kalemime ket vurmayacağım. İçimden gelenleri olduğu gibi aktarmakla yükümlü o. Madem şu an düşüncelerin yükü çok ağır üzerimde, durmasın içimde hiç bir duygu/düşünce, giden gitsin gidebildiği yere.

Kitabı bitirdikten ancak yarım saat sonra oturabildim yazının başına. Ama bu yarım saat içinde benim için oldukça değerli şeylerin başında ufak bir gezintiye çıktım farklı zamanlara, farklı mekanlara. Yazının bundan sonrasının manevi ağırlığı, kitabı okuyanlar için biraz daha farklı olabilir. Çünkü kitaptaki o duygu yoğunluğunun izleridir o yarım saat içinde yaptıklarım ve şimdi bu satırlar. İfade ettikleri anlamı, üzerlerinde taşıdıkları anılar benim oldukları için belki sadece benim anlayabileceğim eşyalarımla zamanda yolculuk yaptığımız ufak bir törendi bu yarım saat. Gittiğim yerlerdeki klavuzlarım, anılarımı üzerlerinde taşıyan eşyalarımdı kısacası. Bazıları, gördüğünüz bu fotoğraflara sığdırılmış, sadece benim bildiğim ortak bir paydaya sahip eşyalarım...

Tarih sözcüğü çoğumuz için hep ders kitaplarından öğrenilebilen, sanki ancak büyük büyük imparatorların, devletlerin sahip olabileceği, sadece onların yaratabileceği bir kavram olarak var. Halbuki her birimiz, eskitip geride bıraktığımız her günle bir tarih yazıyoruz farkında olmadan. Kendi yaşadıklarını, eskittiklerini değersiz bulan çok insan gibi bu tarih de, bizim tarihimiz de önemsiz, değersiz bulunabilir belki. Çünkü kafamızda, sadece önemli ve büyük insanlar tarafından yaratılmışsa tarihin tarih olabileceği anlayışı hakim.

Eğer siz de böyle düşünenlerdenseniz, kendi tarihinizin farkına ve önemine varabilmek için bir de Masumiyet Müzesi'ni okuyun derim. Emin olun, belki her gün mutfakta yemek yaparken elinize aldığınız bıçağın, eşinizin cebine sıkıştırdığınız mendilin, birbirinize notlar yazdığınız tükenmez kalemin, yokluklarının hayatınızda hiç farkedilmeyeceğini düşündüğünüz bu sıradan, günlük eşyaların, aslında nasıl da sizin hikayenizi taşıyan değerli varlıklar olduğunu anlayacaksınız.

"Proust kitabında, ölümünden sonra teyzesinin evindeki eşyaların bir kerhaneye satıldığını, teyzesinin koltuklarını, masalarını bu kerhanede her görüşünde, eşyaların ağladığını hissettiğini yazmıştır. Pazar kalabalıkları müzelerde gezinirken, eşyalar ağlıyor Orhan Bey" diyor kitabın bir bölümünde Kemal. Siz hiç ağlayan bir eşya görmediniz mi? Şimdi anlıyorum ki, ben görmüşüm. Ölümünün beni çok üzdüğü bir aile büyüğümün yıllar sonra dolabının içinde saklı kalmış, tozlanmış, yıpranmış, rengi solmuş şapkasını gördüğümde hissettiğim o anlam veremediğim ürpertinin ve hüznün neden olduğunu anlıyorum şimdi. Bir İstanbul beyefendisi olarak sokakta ne zaman rastlaşsak neşeli bir kibarlıkla kaldırıp selam verdiği o şapka, üzerinde taşıdığı anılarla birlikte unutulmuş olmanını verdiği hüzünle ağlıyordu.

Ve kimisi kutulara yerleştirilip saklanmış, kimisi her günümü paylaşmanın verdiği sıradanlıkla yıpranmış kendi eşyalarımla düzenlediğim minik törende sıra. Ayrıntılar, çok özel oldukları için bana kalsın ama zaten kimilerini bu gördüğünüz resim karelerinin içine sığdırmaya çalıştım olabildiğince.

Ömrümün en güzel satırlarını yazmam için hediye edilmiş bir dolmakalem; Taksim semalarında gezilmiş güzel bir Eylül günü sonrası elime tutuşturulmuş bir mektup; 26. yaş günümde ömrümde aldığım en güzel çiçeklerden kurutulmuş bir demet; yüzlercesine gidilmiş, bazıları saklanmış tiyatro ve sinema biletleri; bir kitapçı gezmesi sırasında diğer bir eşini de sevdiğime aldığım bir kitap ayracı; unutulmaz bir oyunun tanıtım afişi ve daha niceleriyle çıkılan ufak bir zamanda yolculuktu benimkisi. Hatırladıklarımla ne kadar mutlu olsam da, Masumiyet Müzesi'nin burukluğunu atmam pek kolay olmadı.

Eminim, önümüzdeki aylar, hatta belki de yıllar boyunca Masumiyet Müzesi'yle ilgili çok fazla yazı yazılacak, edebi yönü, anlattıkları, üslubu, Orhan Pamuk kitapları arasındaki yeri çok konuşulup tartışılacak. Bunların hepsi de önemli ve çoğu belki benim de merakla okuduğum yazılar olacak. Ama bu kitabın bana verdiği ve kimsenin atlamamasını istediğim en büyük hissiyat, kendi kişisel tarihimizi, detaylarımızı, bizi biz yapan, anılarımızı taşıyan her türlü eşyayı ıskalamadan, sıradanlığına burun kıvırmadan önemsemektir. Hayat sona erdiği zaman, bizden geriye, sevdiklerimize bize ait olan eşyalarımız kalacak. Ve bize sevdiklerimizden kalan eşyaların verdiği teselli gibi, bizim eşyalarımız da onlara bir teselli verecek, hikayemizi duymak isteyen kulaklara fısıldayan bir masal anlatıcısı gibi.

Şimdi sıra Çukurcuma'daki Masumiyet Müzesi'nde... Kemal ve Füsun'un şerefine... Son cümlenin buruk hüznü, yutkundukça batan bir katık gibi kaldı üzerimde...

3 Eylül 2008 Çarşamba

Kahve Kokusu

- Yavrum, evde hiç kahve kalmamış, akşamüstü misafirlere ikram edecek kadar bile yok. Gelirken Kadıköy'e uğrayıp da bir 200 gr kadar alsan?

- Ama Kadıköy'e değil, Taksim'e gidiyorum anneannecim. Bir sefer de kahveyi bakkaldan alsak ne olur ki?

- Olmaz kızım, bilmiyor musun, ben artık başka kahve içemiyorum, hem her misafir benim kahvemin bir başka olduğunu söylüyor, bilmiyor musun neden? Şimdi bakkaldaki kahveden yapıp misafirlerime mahçup olamam! Ne olur yolunu biraz(!) değiştirip Kadıköy'e de uğrasan?

-Tamam tamam, alırım sen merak etme, ben ister miyim hiç misafirlerine mahçup olasın:)

Bu diyalog, anneannemle benim ya da kuzenimin ya da evde kahve kalmadığı bir anda dışarı çıkacak olan herhangi birimizin arasında yıllar boyu defalarca tekrarlanan, hâla da tekrarlanmaya devam eden bir ritueldir. Durumlar, kelimeler ya da anneannemin kahve almasını istediği kişiler değişebilir, ama istenen şey hep aynıdır. Kadıköy Çarşısı'nın içinde, ufacık bir dükkana sıkışıp kalmış, ama bütün sokağı o efsunlu kokuyla doldurmaktan geri durmayan Fazıl Bey Kahvecisi'nin kahvesi...

Ama o kadar da değil! Alırken özel olarak tembih edilecek, biraz koyu kahveden, biraz da açık olanından koydurulup ikisi bir arada harman yaptırılacak. Sırf açığından olursa kahve çok acı olur; sırf koyusundansa da sert... Ama ikisini şöyle evde güzelce bir harmanladınız mı, hem tam tiryakilik bir kahveniz olur, hem de eviniz tüm komşuları bir anda kapınıza toplayacak kadar buram buram kahve kokar.

Ayrıca bakmayın siz anneanneme zaman zaman böyle nazlandığıma. Mümkün olsa da tüm mahallenin kahvesini ben alsam:) O kutu gibi küçücük, ama son derece özel ve karakterli bir şekilde düzenlenmiş dükkana her girişimde, kendimi Hansel ve Gretel'in çikolatadan yapılmış evi bulduklarındaki kadar mutlu hissederim. Öyle bir kokudur ki o, daha sokağın köşesinden beni yakalar. Ve böylece bütün duyularım tek bir organımda toplanır: burnumda!

Yıllar içerisinde pek çok başka yerde daha gördüm Fazıl Bey Kahvecisi'nin açıldığını. Alışveriş merkezlerinde, ışıltılı lüks caddelerde... Ama hiç birinin o küçücük dükkanın yerini tutması mümkün değil benim için. İçmedi mi başı ağrıyan tiryakilerden değilimdir, ama kahve dendi mi de ağız tadım hep o lezzeti arar.

Şimdi bir de birkaç senedir gelen misafirlerine kahve de yapıp sunuyorlar. Dilerseniz bir de kendi elleriyle sıktıkları tazecik limonata da var. Dükkanın önünde sokağa taşan üç beş tane minicik masada oturup o büyülü kokunun etkisiyle kabaran nefsinizi dindirmeniz de mümkün anlayacağınız. Benim gibi, böyle bir keyfi üç-beş dakikalık kısacık bir ana sığdıramayacak kadar keyfinize düşkünseniz, hani şöyle kahvenin yanına en iyi, güzel bir dosttan sonra sürükleyici bir roman gider derseniz, üst katlarında minicik bir de asma kat var. Özellikle kış aylarında soğuktan kaçarken sığınmalık keyifli bir yer. Hele bir de Zeki Müren'in o gramafondan gelen sesini açmışlarsa...

Bazı kitaplar vardır; daha yaşayan, daha canlı, daha dinamik kitaplar... Bizzat sokaklarda, caddelerde akan hayatı, birbirlerine değen, omuz vuran insanları anlatan kitaplar... Ben böyle kitapları, o kitabın ruhu bana da geçtiğinden midir nedir, hep dışarlarda bir yerlerde, o sokaklara, caddelere taşmış kafelerde, çay bahçelerinde okumak isterim. Şu an elimde Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi var ve bu da tam böyle bir kitap. Bugün kitabın içine sızmış ruhum, adres olarak Kadıköy Çarşısı'nı ve bu minicik kahveciyi seçti. Doğru bir seçimmiş ki, başımı kaldırdığımda akıp giden zaman, dakikalardan saate çoktan terfi etmişti.

Bir gün yolunuz düşerse, kahve almasanız bile sırf o kokuyu duymak için dalıverin o sokağa. Eğer masalardan birinde nefes almadan bir kitaba gömülmüş birini görürseniz, selam verme şansınızı da bir deneyin derim. Çünkü tanışma ihtimalimiz yüksek olabilir:)

1 Eylül 2008 Pazartesi

Modernizm Taklitçiliği

Evet, sonunda benim de başıma geldi! Sevgili Yasemin tarafından Bir Dilim Sohbet maceramın ilk 'mim'iyle sobelenmiş oldum. Benim gibi, sadece tek bir kelimenin bana çağrıştırdıkları üzerinden sayfalarca yazı yazmayı, öyküler türetmeyi seven biri için çok da keyifli bir oyunmuş bu doğrusu:) Geçtiğimiz hafta her şeylerden uzak ufak bir mola almış olduğum için biraz geç yazabiliyorum ama şimdi daha iyi anlıyorum ki, doğru zaman bu günmüş.

Konumuza gelince... Taklitçilik! Biraz kesip biçip yoğurduktan sonra mayalanmaya bırakalım bakalım; sonuçtan memnun kalacak mıyız? Ona da yazının sonunda hep birlikte karar verelim!

Aslında bu bir haftalık mola bu yazı açısından çok hayırlı oldu diyebilirim. Neden mi? Ne yazmam gerektiği konusu, hep beynimin bir yerlerinde cevap arayıp dururken hoş bir tesadüf, yazmam gerekenleri birden önüme seriverdi.

Meraktan resmen kurdeşen dökmek üzere olduğum Orhan Pamuk'un yeni kitabı Masumiyet Müzesi, 29 Ağustos itibarıyla kitapçılarda yerini aldı. Ve Orhan Pamuk, Banu Güven'e kitabını anlattığı NTV'deki programda modernizmi taklit eden hayatlardan; Türkiye'de, modernizmin getirilerini kendi içinde tam olarak özümseyemese de, geleneğin/göreneğin etkisinde fazlasıyla kalmış olsa da, görüntüde modern olmaya çalışan, ama aslında taklit olmaktan öteye geçemeyen hayatlar süren insanlardan söz etti. Şimdiden yarılamış olduğum kitap, bunun örneklerini veren öyle satırlarla dolu ki, birkaç alıntı koymayı düşünürken altını çizdiğim satırların çokluğu, "E biraz daha kasarsan kitabı olduğu gibi yazacaksın Zeren" dedirtti bana doğrusu.

Orhan Pamuk'un değil de, kendi satırlarımla anlatmaya çalışırsam... Taklitçilik, adı üzerinde kulağa pek hoş çağrışımlar getirmeyen bir kelime. Orjinal olmamak, taklit olmak... Tüm olumsuz çağırışımlarının içinde aynı zamanda bir suçlayıcılık durumu da barındırıyor. Bir şeyin taklit olduğunu söylemekle, onu aslında aşağıladığımızı, orjinal olmamakla suçladığımızı, küçümsediğimizi ve değersiz bulduğumuzu da söylemiş oluyoruz. Bu her ne kadar taklit olan pek çok şey için geçerli olsa da, tamamen toplumsal bir gerçeklik, kaçınılmaz bir çelişki olan modernizm taklitçiliği için çok da geçerli olmamalı kanımca.

Hepimiz içinde yaşadığımız toplumun, hatta dünyanın bize sunduklarının etkisi altında büyüyor, şekilleniyoruz. Yüzyıllar boyu çok da esnekliği olmayan geleneklerin hüküm sürdüğü bu topraklara atılmış olan köklerimiz, Batı'dan esen modernlik rüzgarından elbette ki etkilenecek. Ama ne boyutta etkileneceğimiz; yaşantımızın bir taklitten mi, yoksa modern olsun, gelenekçi olsun özümsenmiş bir sahicilikten mi ibaret olacağı; köklerimizin mi daha derinde, yoksa gövdemizin mi daha dışarıda olacağıyla alâkalı. Tabi bir de çevremizi saran diğer ağaçların (yani toplumun) bize dayattıklarına ne kadar karşı çıkıp çıkamadığımızla...

Çok iyi eğitim almış, hatta Avrupa'da okuyup modernizmin suyunu kaynağından içmiş çevrenizdeki erkekleri şöyle bir getiriverin aklınıza. Söylemde, cinsellik dahil kadın ve erkeğin her konuda eşit olduğunu savunup da, konu kendi evleneceği kıza geldi mi bakire olmasını isteyen kaç erkek tanıyorsunuz? Ya da bunu tersine çevirip kadınlar üzerinden düşünelim! Cinsellik dahil kadın/erkek eşitliğini sonuna kadar savunup da bakirelik kavramını kabusu haline getiren kadınları bir düşünün! Ne kadar modern görünürse görünsün, ne kadar 'şehirli' olursa olsun, modern yaşamın maddi olanaklarından ne kadar yararlanırsa yararlansın, pek çok insanın içi bu çelişkilerle karman çorman. Ve işte bence bunun adı da, içindeki suçlayıcılık ifadesini çıkarmak koşuluyla modernizm taklitçiliği. İçimizde kendimizi inandıramasak da, modernizm bize öyle olması gerektiğini söylediği için bunu söylüyor ve sadece bir taklitten ibaret kalıyoruz. Bu, tek başına bir bireyin, kendi ne kadar öyle olmasını istese de, toplumun genel kabul görmüş inançlarının üzerine çıkmasının ne kadar zor olduğu gerçeğini gösteriyor.

Benim için oldukça düşündürücü ve keyifli olan bu blog oyunana beni davet eden Yasemin'e bir kere daha teşekkür ederim! Madem şimdi birini sobeleme sırası bende, ben de sayfasında bize okuduğu kitapları, şiirleri ve yazarları paylaşan sevgili Kitap Kurdu'nu seçeyim. Belki aklına taklitçilik konusunu işlemiş olan güzel bir kitap ya da bir iki satır şiir gelir ve bizlerle paylaşır ve böylece okuma listemize eklenecek yeni bir kitap daha girmiş olur. Ben merakla bekleyeceğim:)