22 Nisan 2012 Pazar

Ferzan Özpetek benim neyim olur?

Abim, kardeşim, komşum, dostum falan diyebilmeyi isterdim. Malesef bu dünyada hiçbiri değil. Belki başka bir dünyada, evvel dünyalarda bunlardan biri, hatta birkaçıydı, ki bu konuda ciddi şüphelerim olmasına neden olan yoğun bir bağ ve çekim hissediyorum onun dünyasına, anlattıklarına, lisanına.

Ve yine bir süredir bir Ferzan Özpetek dalgası vuruyor benim kıyıya. Nerden geldiğini bilmediğim bir dalga. Zaman zaman belli bir tada aş ermek gibi, belli duygulara ve hassasiyetlere de aş eriyor, ihtiyaç duyuyoruz sanırım. Benimki biraz o hesap. Çok beğenmediğim filmlerinde bile bana derinden dokunan en azından bir sahne muhakkak yakalamışımdır. Ve işte şimdilerde o derin dokunuşların peşindeyim yeniden.

Tertemiz, sıfır kilometre, lekesiz bir yol önümde. Hayatımda yeni bir dönemin daha başlangıcını yapıyorum. 28 Nisan akşamı Datça'ya giden bir otobüsün içinde artık deniz kokan sabahlara, tamamen kendime ait olan bir evde uyanmak üzere yol alıyor olacağım. Bu cümleleri kurarken bile kalbim heyecandan güm güm! Ve bu yeni başlangıç kesinliğine eriştiği ilk günden beri yanımda benimle geleceğine karar verdiğim ilk şey Ferzan Özpetek filmleri oldu. İşte tam da bu yüzden bu aralar Kadıköy'ün kitapçılarından bende olmayan filmlerini toparlama peşindeyim.

Daha önce uyandığım ve bundan sonra uyanmak için burnumda tüten Datça sabahlarından biri...

Gidiyor olmanın getirdiği artı bir farkındalıkla bu aralar İstanbul'daki sevdiklerimle, ailemle geçirdiğim her an daha bir kıymetli. Şerbet gibi bir İstanbul sabahında mis gibi yeşilliklerin içinde bir masada çekirdek aile olarak başlayan bir kahvaltı sofrası, bir iki saat içinde kocaman bir sofraya evriliverdi. Ferzan Özpetek'in de filmlerine sıklıkla serpiştirilmiş herkesin bir ağızdan konuştuğu, kahkaha attığı o kocaman sofralara benzer bir sofra... Bir an sessiz kalıp içimden bu farkındalığı kendime hatırlatıp gülümsüyorum. "Şu an gizli bir kamera ne hoş olurdu."

Tüm bu kahkahalardan, sohbetlerden çok keyif alan bendeniz, bir süre sonra kendi kendine kalma ihtiyacıyla sıyrılıveriyor kalabalıktan. İçimde muhakkak bir film izlemeliyim duygusu. Bir film. Bir Ferzan Özpetek filmi. Bavula girmeyi bekleyen filmlerden hangisine yönelmem gerektiği konusunda en çok dinlemem gerekenin sezgilerim olduğunu çoktan öğrendim. Hamam'ı seçiyorum çok düşünmeden. Yıllar evvel izlediğim ama içimde bıraktığı izlerini derinleştirmem gereken bir film Hamam. Bazı filmleri de, kitapları da belli yaşlar geldikçe sürekli yeniden izlemek ya da okumak gerektiğine inanırım.

Yarattığı atmosferleri izlemeye nasıl da hayranım ben bu adamın! Ortamın ruhunun duygular için mükemmel bir tamamlayıcı olduğunu bilen, belli ki bunu derinden yaşayan biri.

Filmin tam ortasında bir yerde şu düşünce gelip yerleşiyor içime: Hemen tüm filmlerinde bir 'geçmiş' hikayesi vardır Ferzan Özpetek'in. Ve bana kalırsa filmin ana hikayesinden çok daha yoğun bir tutku vardır o hikayeyi anlatışında. Geçmişini İtalya'da bırakıp bir nevi İstanbul'a kaçan bir kadının, burda bir hamam satın alarak onu işletme hikayesi ve tüm bu süreçte yaşadıklarını İtalya'daki kardeşiyle mektuplarla paylaşması, bu filmin 'geçmiş' hikayesi. Film boyunca o mektupların okunduğu her sahne, çok hissedebildiğim bir sızı olarak yerleşti içime.

Bazılarımızın hikayesi, bizden çok daha önce başlıyor aslında. Belki hepimizin öyle de, bazılarımızın daha çok. Önceden kurulmuş bir saatin kadranına girdiğin anda, bir daha hiç bir şey eskisi gibi akmıyor, akamıyor.

Ve ben yine, kurulmuş o kocaman sofraları, etrafındaki gürültülü insan kalabalığını gördükçe iştahla yenmiş lezzetli bir yemeğin doygunluğunu yaşıyorum. Çocukluğumda tadını çokça aldığım ve biliyorum ki ömrüm boyunca da peşinde olacağım o kalabalık keyiflerin hazzı sürekli damağımda. Hayatımı yönlendiren mutfak sevdamın köklerinde yatanın da çocukluğumdaki bu resimler olduğunu çok iyi biliyorum.

"Hamamlar garip yerlerdir. Buharın, bedenle birlikte gelenekleri de gevşettiği garip yerler" diyor Ferzan Özpetek Hamam'da. Sahi Ferzan Özpetek benim neyim olur?

20 Nisan 2012 Cuma

Yeraltı'nda bir sofra!

"Kadın oluşuma dair sıkıntı duyduğum tek bir mevzu vardır; şöyle canım çektiğinde tek başıma oturup eski İstanbul meyhanelerinden birinde demlenememek! Yoksa bunun dışında pek memnunumdur cinsiyetimden." Oturduğum masanın içinde bulunduğu ortama girdiğim ilk anda, ara ara hep düşündüğüm bu cümleler düşüyor içime ve paylaşıyorum masanın öbür ucundaki özel insan ile.

Tren yolunun hemen dibine kurulmuş, yağmur altında salaş bir meyhane... Çilingir sofrasının âlası; birer dilim peynir, haydari, ezme ve olmazsa olmaz kâbilinden sohbeti katık edince Hayyam'ın kılıç misali satırlarına, şiir tadında bir gece daha ekleniveriyor hayatın keyif paydasına. (Bu aralar oldum olası hayalini kurduğum mekanların hepsi, aynı kafamda çizdiğim haliyle karşıma mı çıkıyor ne?)


Datça'da, önümüzdeki hafta temelli gidişimde beni karşılamak üzere bir ev bırakıp, tüm işimi gücümü ayarlayıp 'yeni' hayatımın kapısını sadece 15 günlüğüne, beni beklemesi için kapatıp geldim yeniden İstanbul'a. Giderken döndüğümde bulmayı beklemediğim güzellikler vardı İstanbul'da. Hayat, bu aralar en çok süprizler gongunda çalıyor saatini.

İstanbul'un "Bende geçireceğin son günlerini çok kıymetli kılacağım sana. Unutmayacak ve hep o anki heyecanınla hatırlayacaksın" cümleleri geldi kulağıma taa ben Datça'da iken. Gerekli gereksiz teşekkürleri sevmem ama edilmesi gerektiğinde de teşekkür yerine gitmelidir. Sebep olana da, İstanbul'a da çok teşekkür... Her ne olursa olsun hiç unutmayacağım bir on gün geçirdim ve daha nicelerini de geçireceğim belki.

Çilingir sofrasıyla biten bir gecenin sabahında pek kıymetli bir randevumuz vardı Zeki Demirkubuz ile. Yeraltı'nı, geçen cuma ben Datça'dayken vizyona girdiği günden beri bir an evvel izleyebilmek için kavruluyordum. Emek Sineması elden gidince İstiklal'deki en sevdiğim tek sinema olarak kalan Beyoğlu Sineması'nda oynadığını görünce de filmin ayrı bir memnuniyet duydum. Sinemayı terkederken içimden geçen cümlelerin ortak duygusu "sana geri döndüğümde lütfen keyif aldığım güzelliklerinden daha fazla eksilmeyesin İstanbul" idi.

Sinema öncesi Aznavur Pasajı'nda karşımıza çıkan olağanüstü kare... Böyle bir yatağım olsun istiyorum:)

Ve Yeraltı... Bu film, yıllardır zaman zaman bazı filmlerinde beğeniden zerre uzak olsa da görüşüm, hep hayranlıkla takip ettiğim Zeki Demirkubuz sinemasını neden bu kadar ilgiyle izlediğimin A'sı, B'si, C'si gibi. Kimseleri umursamadan, sadece kafasındakini yapan bir yönetmen olması büyütüyor onu perdede.

Bazı insanların 'saati' kurulurken içeriye bir 'es' kaçıveriyor sanki. Zaman işlerken o 'es'in önüne geldiğinde, bir saniye olsun duralamadan atamıyor akrebini öne. Bir saniye, on saniye, bir dakika, farketmez ne kadar olduğu, geride kalıyor ve artık ne kadar çabalasa da, uğraşsa da aradaki açığı kapatmayı asla başaramıyor. Hayatın tüm adaletsizlikleri, acıları, vicdansızlıkları, ikiyüzlülükleri o 'es'in içine toplanıyor. Direnmeyi, herşeye rağmen yaşamayı imkansız kılan bir büyük boşluk o.

Yeraltı'nın Muhammer'ini izlemenin bende yarattığı hislerdir bunlar. Her gün belki onlarcasını yaşadığımız yalakalıklar, ikiyüzlülükler Muhammer'de derin yaralar, izler bırakır. İçindeki 'es'e, o dipsiz boşluğa her seferinde daha çok teslim olur.

Bazı sahneler var ki karanlığıyla fena boğuyor insanı. O kadar karanlık ve karamsar ki, Demirkubuz sanki izleyicinin üzerine üflemek istemiş Muhammer'in dünyasındaki dumanı. Özellikle filmin ikinci yarısında on paket sigara içmiş kadar bir yoğunluk oturdu ciğerlerime. Ama bir yemek sahnesi var ki, bu filmin cümlelerinin atar damarı. Yeraltı'nın unutulmaz sofrası...

Ve Engin Günaydın... Sana, sen büyük oyuncusun dersem sanki haksızlık etmiş olurum diye düşünüyorum çünkü bence daha fazlasısın. Sakın seni 'tamir etmesinler' üstadım! Başka ne desem boş!

Asla ortalama bir film değil Yeraltı. Bu filme girerken yapılması gereken tek şey mısırları dışarıda bırakmaktır derim. Zeki Demirkubuz, sen iyi ki 'böyle' bir adamsın!

11 Nisan 2012 Çarşamba

Varış!

Ve an itibariyle Datça'daki 12. saatimi tamamlamış, daha nicelerine doğru yol almaktayım:) Mutluyuz, huzurluyuz. Kimler mi? Denizin ışıltısına dayanamayıp suya giren ayaklarım; mavinin, yeşilin doyumsuz manzarasına doyamayan gözlerim; tertemiz havanın şokundaki egzos dumanı bağımlısı ciğerlerim vs. vs.

Maviyle, yeşille yeniden tanışmak gibi Datça'da olmak. Hele şimdi baharın coşkusuyla doğumunu yaşayan tabiatta herşey sonsuz, bereketli bir tazelik içerisinde. O kadar özlemişim ki doğal olan herşeyle ten tene olabilmeyi, abartılı tepkiler halindeyim bir nevi. Sevinç de, keyif de üçle, beşle çarpılıyor.

Ömürlük çay bahçesi buldum kendime.

Üstelik hiç tahmin etmediğim kadar garip bir yolculuk yaşamışken dün gece. Nerden, nasıl geldiğini hiç anlamadığım bir hüzün gelip oturuverince bavulun üzerine ne yapacağımı şaşırdım resmen. Can dost olmasaydı o dakikalarda telefonun diğer ucunda, hakikaten nasıl baş edeceğimi bilemeyecek kadar gariptim dün gece.

"Gitmenin doğal hisleri bunlar; yarın sabah denizin kenarındaki çay bahçesinde gözlemeni yiyip çayını içerken hepsini unutacaksın bunların" demeseydi, bir de dünyanın en tatlı pisiciklerinden ikisi Puding ve Winston'ın bana el salladıkları resimlerini telefonuma gönderip beni güldürmeseydi, uzun zamandır beklediğim bu heyecanlı yolculuğa salya sümük başlayacaktım ben:)


Lakin geçen sene buraları gelip görmüş, kanına Datça'nın suyunu, saçlarına rüzgarını karıştırmış olan dostun dedikleri dakika şaşmadan gerçekleşirverdi. Otobüsten adımımı atıp kaldığım pansiyonun önüne geldiğimde gördüğüm denizin rengi, dün gecenin hüznünden eser bırakmadı. Hüzün, bu cennetten parça sahil kasabasında barınabilecek en son duygulardan biri.

Yağmur kokan, ıpıslak bir gecede bırakmıştım İstanbul'u. Sabahında ise yaza geçiş yapmış bir kasabada açtım gözlerimi. Ancak akşamın bu saatleri, yazın henüz daha gelmediğini, hala bahar mevsiminde olduğumuzu hatırlatırcasına serinledi ortalık. Gündüz denize girme noktasındayken gece montları geçirdik üzerimize.

Bugün denize giren ayaklarım dediler ki, yarın cümleten bekleniyormuşum:))

Datça hâlen yerlilerinin hakimiyeti altında. Güzel yüzlü, aydınlık insanlar... Ev arama çalışmaları kapsamında fikir sahibi olalım diye öncelikle bir iki emlakçı dolaşalım istedim. Girdiğimiz ilk emlakçı Datça'nın nasıl bir yer olduğunu anlatırken "o kadar rahatızdır ki biz burda" dedi "gündüz falan ne zaman dükkandan çıkıp bir yere gitmemiz gerekse kapıyı falan hiç kitlemeyiz. Öyle açık kalır kapı baca, asla da bir şey olmaz. Suç oranı çok düşüktür burda." Aman ne güzel falan derken yolumuzun üzerinde girmeye niyetlendiğimiz emlakçıların yüzde 70'inin kapı baca açık, içerisinin bomboş olduğuna birebir şahit olduk:) Bırakıp bırakıp dükkkanlarını çıkıp gitmişler, kapılar sonuna kadar açık:)

İşte böyle, uykusuz bir gece sonrası tüm gün oksijen şokuna girmiş bünye, akşam olup ortalık serinleyince kendini odasına atıverdi ve bugüne dair bir iki satır bir şeyler karalamak istedi. Datçalı günlere devam:)

8 Nisan 2012 Pazar

Ve Zero gider!

En son iki yıl önce bu zamanlar Mutfak Sanatları Akademisi'ne gitmeye karar verdiğimde, hayalini kurduğum bir şeye ulaşıyor olmanın hazzıyla kendimi bu kadar mutlu hissetmiştim. Taa o zamanlar kendimi mutfağın bereketli dünyasına atarken de en büyük motivasyonum, bu yeni mesleğimle dünyanın neresine gitmek istersem isteyeyim iş bulup çalışabilecek olmaktı.

Gitmek. Yeni yerler görmek; yeni coğrafyaların havasına, tadına, tuzuna, suyuna bulanmak; hiç kimseleri tanımadığın, tamamen yabancı olduğun şehirlerde, kasabalarda uyanmak; sabit olmamanın, göçebeliğin tadına varmak; fazla plan program müptelası olmadan bilinmezliğin sunacaklarına kapını sonuna kadar açmak...

İçimde artık biraz daha dindirmezsem beni boğacak olduğundan şüphem kalmamış olan bir gitme aruzusuyla yaşıyorum uzun zamandır. Gitmelere, yeni maceralara bu kadar tutkun olup bunca yıl bu kadar sabit yaşamış olmak da benim karmaşam olsa gerek. Çünkü aslında biliyorum ki, alışkanlıklarına çok da bağlı bir insanım ben. Arkadaşlarım, sevdiklerim, alıştığım kitapçılar, tutkunu olduğum sokaklar, vapurlar, sinemalar... Ama artık zaman, tüm bunların ötesinde bir yerde çalıyor benim için. Gitmenin, terketmek olmadığını anladığım noktada, gitmeye dair çok da farkında olmadığım ama içten içe yaşadığım korkuları sakinleştirdim sanırım kendi içimde.

İstanbul biriktirmeli bu aralar dedim, kendimi denizle vapurlara verdim.

Lakin şimdi de terketmiyorum, sadece gidiyorum. Bir süreliğine... Yaklaşık Ekim'e kadar yaz sezonunu geçirmek üzere Datça'da olacağım. Bir yandan çalışıp bir yandan da çok özlediğim denizin, kumun, yeşilin, sarının, mavinin tadını çıkaracağım. Bir balık restoranında çalışacak olmak, kendime göre ufacık bir ev tutacak olmak ve kafamda arzuladığım bir iki planın haricinde başka hiç bir planım yok. Kendimi tamamen bilinmezliğin süprizlerine bırakmak istiyorum. Hayatın çok da fazla plana programa gelmediğini öğreneli, dersimi alalı çok oldu. Tek isteğim, bu aralar biraz göçebe yaşamak.

Eş dost herkesin bu ara bana ortaklaşa söylediği şey "sen geri dönmezsin!" oluyor. Hiç düşünmüyorum ben halbuki böyle şeyleri. Dönerim, dönmem ya da bambaşka bir yerde buluveririm kendimi. Bunların hepsini, her şeyde olduğu gibi zaman kardeş getirir önümüze ve biz de yaşarız.

Umarım yeniden karşılaştığımızda eski coşkuna kavuşmuş olursun güzel Haydarpaşa...

İstanbul'la dünyanın neresine gidersem gideyim asla yok olmayacak bir göbek bağım var, bu kesin. Ama ara ara da hep yazdığım gibi son yıllarda çok yıprattık birbirimizi. Özellikle işe gidiş gelişlerde tırmalaya tırmalaya kaç yılımı çaldı ömrümden bilemiyorum. İşte o çalınmış yılları mümkünse geri eklemeye çalışacağım Ege'nin yeşiliyle, mavisiyle. İstanbul'severliğim sonsuza kadar bâki ama yeniden İstanbul'da yaşamaksa mevzu bahis, bu şehri biraz özlemeye ihtiyacım var, bu kesin.

Velhasıl Zero'ya yol göründü:) Salı akşamı Datça'ya giden bir otobüsün içinde binbir tane farklı duygu barındırarak ayrılacağım bu şehirden. Sonrasında beni neler beklediğinin heyecan veren merakı çoktan filizlendi zaten içimde. Gerçi ev işini vs. ayarlayıp son kez eşyalarımı almak için 2-3 günlüğüne yeniden döneceğim İstanbul'a ama olsun. Onu saymıyorum.

Güzelsin İstanbul!

İstanbul'da geçirdiğim şu son bir haftada bol bol İstanbul biriktirmeye çalıştım. En çok ne yaptın derseniz, en çok vapura bindim ben bu hafta.  Her seferinde tavşan kanı bir bardak çayımı da eksik etmeden, bir gün Haydarpaşa'yı izledim, bir gün tarihi yarımadayı. Ve her seferinde istisnasız dedim ki "vapur keyfinden daha âla bir keyifi var mıdır bu şehrin biz insanlarına sunduğu?" Benim için yok! Sıfırlanmış kadar taze hissediyorum kendimi her seferinde o vapurun içindeyken. 

Şimdi bir süredir çok yoğun bir şekilde hissettiğim sıkışmışlıktan kurtulup bol oksijenli sokaklardan, denizin bereketine bulanmış mutfaklardan cümleler düşecek bu sayfalara. Her sabah bir saatimi muhakkak ayırıp yoga yaparken alacağım nefeslerin temizliğini şimdiden hisseder gibiyim.

"Yaşamlarını yola kutsamışların her zaman iyi dileklere ihtiyacı vardır" demişti Bendag Şairin Romanı'nda. Tereddütsüz derim ki hayatımın romanı budur, filmleriyse Into The Wild ve The Way. Ne yapın edin okuyun ve filmleri de izleyin derim. Ve son sözüm... İyi dileklerinizi de eksin etmeyin :)

1 Nisan 2012 Pazar

Bana kitap okur musun?

Güzel bir film izlemek doyumsuz bir haz.

Bu cümleyi son zamanlarda oraya buraya o kadar çok yazdım, berisinde bu cümleyi kurduran filme dair öyle çok benzer cümleleri sıraladım ki! Dört yılı bulmuş olan bu sayfanın tarihi, sinemanın ve edebiyatın bende yarattığı çarpılmanın da tarihidir bir nevi.

Bu aralar çok keyif aldığım, çok çok etkilendiğim epey film izledim. Geçen bir iki yazıda bahsettiklerim haricinde bir çırpıda sayarsam The Man From Earth, Doubt, The Grey, Incendies, Another Year, In a Better World, My Week With Marilyn, Biutiful diyebilirim.

Ama yine bir film var ki gönlümü çok fena çaldı. My Afternoons with Marguaritte, o kadar sıcak, o kadar samimi bir hikayeye sahip ki bendeki hissini nasıl tanımlarım diye düşündüm filmi izledikten sonra. Yumuşacık bir yorgana sarılıp yatmaktaki o huzur gibi bir şey...


Heyecanlı, biraz patavatsız, o kocaman göbeğiyle dünyanın en şirin çiftçisi olarak domateslerin, pırasaların, patlıcanların arasına çoook yakışan Germain, öğlenleri kimi zaman sandvicini yemek için, kimi zaman banklara oturup dinlenmek için evinin yakındaki parka gider. En yakın arkadaşları, her birine teker teker isim verdiği güvercin sürüsüdür.

Lakin bir gün o arkadaşlık genişler. Çok sevimli, pamuk gibi, kelimelerle, edebiyatla yoğrulmuş ve onları da teker teker yoğurmuş dünya tatlısı bir hanımefendi, Margueritte'le tanışır Garmain. Germain'in ne edebiyatla, ne de kitaplarla oldum olası arası iyi olmamışken bu arasının hiç iyi olmadığı dünyaya Margueritte'in elinden tutarak giriverir. Öğleden sonraları parkta buluşup birlikte kitap okumak her ikisinin de hayatının en büyük keyfi oluverir bir anda.

O çok güzel diyaloglarla, edebiyat tarihinin en etkili romanlarına/karakterlerine göndermelerle, son derece samimi, sıcacık sahnelerle dolu bu film, çok berbat geçmiş bir günü bile ışığa boğacak bir enerjiye sahip. Hele de filmin sonunda bir şiir gibi akıp giden o cümleler... Üşenmedim, durdura durdura not aldım her bir cümleyi.

Şu bir gerçek ki, hayatımıza damga vuracak insanın nerde, ne zaman ve kaç yaşında karşımıza çıkacağını bilmek imkansız. Ama hayatımızın hiç tahmin etmeyeceğimiz köşe başlarında o insanla/insanlarla karşılaşabileceğimiz gerçeğini bize hatırlatan böylesi ışıltılı filmlere hepimizin ihtiyacı var.

Bir de... Evet, iflah olmaz bir romantik olabilirim ama filmi izlerken şunu farkettim ki iki insanın birlikte kitap okuması fikri bana çok büyüleyici geliyor. Kasdettiğim iki sevgili değil sadece. Nitekim bu film iki sevgiliyi değil, iki 'dost'u anlatıyor. Demek istediğim sadece şu: Birbirine kitap okumak iki insan arasında olabilecek en kıymetli paylaşımlardan biri bence.

Son sözüm, iki başrolden en 'kocaman' olanına olsun. Gerard Depardieu, sen bu dünyada tanıdığım en muhteşem tombik adamlardan birisin!