28 Nisan 2010 Çarşamba

Ölmeye Yatmak ve bir Günce

"Beş yaşındaydım. Bostanda otlar arasında korkunç güzellikte bir çiçek gördüm. Hiç görmediğim, belki de hiç görmediğim için bana göre güzel olan bir çiçek. Elimi uzattım. Dokunmak istedim. Değmek, değmek. Cennet bahçelerinin o hiç görülmemiş çiçeğine elimi sürmek. Kendi kendime bulduğum bir güzelliğe dokunmak. Tutmak. Uzattım elimi. Otlar arasında, o benim için yeni olan şeye dokundum. Bir acıyla haykırdım sonra. Çiçek değilmiş. Zehirli bir hayvanmış. Parmağımı yardılar. Kanımı akıttılar. Beklenmedik, hiç umulmadık bir acı. Zehirli bir hayvanın sokmasından binlerce, milyonlarca kat dayanılmazlıkta... Ümmü Ninem beni kucağına aldı. Pörsük memesini ağzıma yapıştırıyor. İtiyorum onu. Hayvanın sokmasından ağladığımı, bu can acısından haykırdığımı sanıyorlar. Yanılmış olmanın acısını anlamıyorlar. Umulmadık bir anda yanılmış olmanın acısını. Bundaki dayanılmazlığı..."

Adalet Ağaoğlu'nun Ölmeye Yatmak romanının 353. sayfası... Bu satırların ait olduğu sayfa...

Yıllar evvel bir kere daha okumuştum bu romanı halbuki. Bu satırlar o zaman hiç dikkatimi çekmemiş belli ki. Altı çizili pek çok satırın arasında bunlar yok çünkü. Şimdiyse bu cümleleri okuduğumdan beri koskoca roman sanki sadece bu satırlardan ibaret oldu benim için. İnsanın ruh hali, o dönemki algıları nasıl da etkiliyor farkındalığını. Koca kütüphanenin karşısına geçip bakıyorum şimdi. Hepsini yeniden okumaya kalkışsam kaçırdığım neler yakalarım kimbilir.

Canım Murakami'yle birlikteyim yine bu aralar. En merak ettiğim romanı Zemberekkuşu'nun Güncesi'nin yeni baskısıyla kitapçıdan kol kola çıkalı beri, bir süre öyle bakıştık kütüphanemin rafından. Başlarsam hemen biteceğini bildiğimden ama bitmesini de istemediğimden, öyle saçma bir kısır döngü içinde bir iki hafta geçirdik. O kadar beklemiştim ki bu yeni baskıyı... Lakin yine birlikteyiz. 738 sayfa bana kaç gün yâr olur dersiniz?:)

22 Nisan 2010 Perşembe

Sil baştan...

Hiç hayatınızı şarkılarla anlatmayı denediniz mi? Hangi döneminizi hangi şarkı etkiledi mesela? İlk aşık olduğunuzda hangi şarkıları dinleyerek onu düşündünüz? Ya da sevgilinizle hangi şarkının sözleriyle dalga geçerek keyifli saatler geçirdiniz? Çocuğunuz ilk hangi şarkıyı duyduğunda dans etmeye başladı? Bu ve bunun gibi pek çok şey işte...

Bir zamanlar, benim için çok çok özel olan bir insana onunla ilişkimizi şarkılarla anlattığım bir CD hazırlayıp hediye etmiştim. İçinde U2'dan Mahsun Kırmızıgül'e bir sürü şarkı vardı ve tabi hepsinin de ayrı ayrı, kimisi duygusal, kimisi komik bir dolu anısı... Şarkıları teker teker CD'ye kaydetmiş, her şarkının sonuna da o şarkıyla ilgili olan anıyı anlatmıştım kendi sesimden. Ve o hediyeyi hazırlarken anlamıştım şarkıların bizler için farkında olmadığımız ne anlamlar taşıdığını.

Çoğu zaman şarkıları hayatımızı ne kadar etkilediklerini bilmeden dinliyoruz. Halbuki her anımızı onlarla yaşıyoruz, farkında değiliz.

Bu aralar çok fazla müzik dinliyorum. Ruh halimin bir sonucu olarak dinlediklerimin hüzün katsayısı oldukça yüksek... Kimisi gidenlerin ardından gözyaşı döktürüyor, kimisi anıları hatırlatıyor, kimisi de fazla fazla düşündürüyor.

Şebnem Ferah'ın Sil Baştan şarkısını ne zaman dinlesem içimde bir şeylerin titrediğini hissederdim. Hep çok sevdiğim bir şarkı olmuştur. Ama hayatımın bu döneminde olduğu kadar daha evvel hiç bu kadar anlam ifade etmemişti. Her insanın, hayatında sıfırdan başlamak istediği zamanları olmuştur. Temiz sayfalar, yeni kararlar, yepyeni başlangıçlar...

"Son" kelimesi ne kadar hüzün veriyorsa "başlangıç" kelimesi de o kadar pozitif bir anlam taşır. Kelimelerin bile enerjileri olduğuna o kadar inanıyorum ki! 2010 hep sonlarla geldi yaşamıma. Son birkaç ayda pek çok şeyin finalini yaptım. Şimdi sıra geldi başlangıçlara, sıfırdan tertemiz, yepyeni sayfalar açmaya...

Ama bundan da önce, sonla başlangıcın arasında geçecek bir zamana ihtiyacım var. Arafta kalan bir zamana... Sonlara neden olan şeylerin hesabını yapacak, sorgulayacak, düşünecek, yüklerden kurtulup arınmaya yarayacak bir zamana... Ki başlangıçların üzerine daha doğum gerçekleşmeden eskiden kalma leke izleri bulaşmasın.

Sil baştan yepyeni başlangıçlara ihtiyacı olduğunu yaşamın rutin alışkanlıkları içinde yuvarlanıp giderken anlayamıyor çoğu zaman insan. Ne zaman ki çıkmaz sokağın içinde son sürat ilerlerken duvara toslayıveriyor direksiyon, başka şans kalmıyor. Yüzleşmek ve kararlar vermek zorunda kalıyor.

O nedenle galiba çoğu zaman gerçek bir "sil baştan" için önceden kurulmuş/garantilenmiş/düzene girmiş her şeyin tepetaklak olması gerekiyor. Gerekiyor ki yerine yenileri, tertemiz, lekesiz olanları koyulabilsin.

Dedim ya çok fazla müzik dinliyorum bu aralar. Pek çok şarkı, pek çok şarkıcı...

Ama bu şarkı... Bu şarkıyı sadece dinlemiyor, aynı zamanda yaşıyorum da...

"Sil baştan başlamak gerek bazen
Hayatı sıfırlamak...
Sil baştan sevmek gerek bazen
Her şeyi unutmak..."

9 Nisan 2010 Cuma

Seni seviyorum Meryl Streep!

Kendime son günlerde yaptığım en büyük iyilik, geçen haftasonu kitapçılardan birinde dolaşırken karşıma çıkan iki muhteşem filmi tereddütsüz kapıp müthiş bir deparla kasaya ulaşmam ve olabilecek en kısa yoldan kendimi eve atmamdı.

Yol boyunca önce hangisini izlesem sorusunun cevabı bin kere değişmiş olsa da, DVD player karşına geçtiğimde karar verilmişti. Diğer filmi daha çok merak ediyor olsam da, aşka dair son yıllarda yapılmış en orjinal, en sıradışı ve en etkileyici filmlerden biri olduğunu biliyor olmam (zira film hakkında zamanında epey bir şey okumuş, çok arkadaşımdan da harika bir film olduğuna dair pek çok şey duymuştum) filmi direk ikinci sıraya atmama neden oldu. İçimdeki hüzün balonunu daha fazla şişirmeye gerek yok diyerek daha keyifli ve eğlenceli bir film olan diğer seçeneği seçtim: Julie&Julia


İki sıradan kadının varoluş nedenlerini arama ve bulma hikayesi... Nerede mi buluyorlar? Mutfakta!:)

Çağımıza ait şehirli bir karakter olan Julie, gerçekten çok sıradan, son derece sıkıcı bir işi, monoton bir hayatı olan bir kadındır. Hayatında neredeyse iyi olan tek şey, kendisini gerçekten anlayabilen, konuşabildiği, hayata çok pozitif bakan bir kocası olmasıdır. Pek çok filmde hatta hayatımızın her noktasında karşımıza çıkabilecek denli sıradan olan bu kadını bir yere bırakıyorum ve bu filmi film yapan asıl karaktere geliyorum... Julia Child!

İkinci Dünya Savaşı sonrasında kırklı yaşlarında olan bu kadın (Meryl Streep) Amerikan Dışişleri'nde çalışan kocasının tayin olması vesilesiyle Paris'e yerleşir. Bir kadına göre son derece iri yapılı (ufak çaplı bir dev diyebiliriz), cırtlak sesli ve ilk bakışta kaba denebilecek bir görüntüsü olan Julia, hayata karşı bir duruşu olan, son derece pozitif, etrafına neşe saçan ve kırklı yaşlarına yaklaşırken Çin'de tanışıp evlendiği kocasıyla müthiş bir aşk yaşayan bir kadındır. Aşklarının doruğa ulaştığı anlarsa kesinlikle güzel bir lokantada, lezzetli bir yemeği yerlerkenki halleridir. İki insanın lezzetli bir yemeğe duydukları aşkın paylaşılması anının, bu kadar şehvetli, cinsellik kokan bir arzuya dönüşebilmesi, filmin gerçekten en etkileyici anlarını oluşturuyor diyebilirim.


Paris'teki yaşamında kendisini oyalayabileceği, aynı zamanda da keyifle çalışabileceği bir uğraş arayan Julia, aşçı olmaya karar verir ama öyle sıradan bir aşçı değil. Madem ki dünyanın en önemli mutfaklarından birinin başkentindedir, o zaman o da en iyisini yapacaktır. Böylece dünyanın en önde gelen yemek okullarından birine, Le Cordon Bleu'ya yazılır. Ve macera böyle başlar... Sonrası, filmi izlemek isteyenlerin keşfine kalsın ama kısaca söylemek gerekirse, azim x bol kahakaha x neşe x yılmamak x kendine güven = BAŞARI!

İlk karakterimiz Julie'yse Julia Child'ın başarı öyküsünden kendisine bir motivasyon yaratmaya çalışarak, onun yemek kitabındaki tariflerin hepsini denemek ve bu tecrübelerini bir blogda insanlarla paylaşmak üzere bir işe girişir. Ama hayat kolay değildir; üstelik o, Julia Child da değildir.

Farklı zamanlarda yaşayan bu iki kadının hikayelerini parçalı şekilde bir arada götüren filmin hikayesinin gerçek olduğunu da belirteyim. Yani Julia Child da, Julie de birer kurgu değil. Kanlı canlı, bu dünyada yaşamış insanlar.


Gelelim başlığa konu olan cümleye. Meryl Streep... Kaç kadın yaşıyor bu kadının içinde merak ediyorum doğrusu. Çünkü bana göre o 'oynamıyor', yani gerçekten sanki içinde bir yerlerde oynaması gereken o karakterin bizzat olduğu bir kadın var ve zamanı geldiğinde o kadını çıkarıyor ve bir anda o oluveriyor. Fransız Teğmenin Kadını, Saatler, Adaptation, Kramer Kramer'e Karşı, Out of Africa, Şeytan Marka Giyer... Bu ve bunların dışında izlediğim filmlerinin hepsindeki karakterlerin "O" olduğunu bilmek hakikaten hayranlık uyandırıcı. Beden aynı, ruhlar farklı diyeceğim ama beden bile aynı beden değil sanki. Yani Julia Child rolündeki iri, asla çekici olmayan, ufak çaplı dev formatındaki, zerre seksepalitesi olmayan kadınla, Şeytan Marka Giyer'deki o dominant, sert yapılı ama bir geçti mi arkasından herkesi bir daha dönüp baktıran çekici kadın arasında nasıl bir benzerlik var ki?

Yıllar evvel oyunculuk teknikleri üzerine okuduğum bir kitapta öğrenmiştim ilk Eric Morris tekniği denen bir teknik olduğunu. Rol yapmamak, bizzat "olmak" anlayışını benimseyen ve çok detaylı alt metinleri olan bir teknikti. Jack Nicholson'dan Johnny Depp'e pek çok ünlü oyuncunun eğitmeni olduğunu bildiğim bu adamın okulundan Meryl Streep'in de yolunun geçip geçmediğini bilmiyorum ama kendisini hayranlıkla izleyen bir sinemasever olarak onun karakterleri gerçekten 'olduğunu' görebiliyorum.


Keyifli bir iki saat geçirmek ve iyi bir oyunculuk seyretmek için muhakkak izleyin bu filmi derim. Üstelik şehrimin en güzel sanat organizasyonlarından biri olan İstanbul Film Festivali kapsamında da gösteriliyor Julie&Julia. Filmin gösterildiği günü ve saati öğrenip kendinize güzel bir Beyoğlu günü hediye ederek de izleyebilirsiniz bu filmi.

Ve ben de şimdi bu yazıyı bitirince geçen cumartesiden beri bekleyen diğer filmi izlemeye gideceğim. Bugün içimdeki hüzün balonu yeteri kadar şişkin değil sanırım ki sanki izleyebilirmişim gibi geliyor. Eh onu da merak etmeyin, adını vereyim: Aşkın 500 Günü.


Hasta bedenimi koltuğa devirip akan burnum için yanıma istifleyeceğim bir çanak dolusu kağıt mendili, ağlamak için değil sadece ve sadece burnumu silmek için kullanmayı ümit ediyorum.

Ve Julia Child tarzında bir veda cümlesiyle bitireyim yazıyı...

Hepinize BON APPETIT!

6 Nisan 2010 Salı

"Kul kurar, kader gülermiş!"

Derslerinden birinde fena halde çuvallamış bir öğrenci gibiyim bu aralar. Matematik, coğrafya, fizik, kimya, edebiyat... Akıl ve baceri isteyen her dersin karşılığında yıldızlı pekiyiler sıralanmış karnede ama bir ders var ki ortalamayı fena halde aşağıya çekiyor: Hayat Bilgisi.

Benim hatırladığım bir tek ilkokulda vardı bu ders. Ve yine hatırladığım kadarıyla da son derece abuk subuk, doğru dürüst akılda kalmayan bir dolu şey öğretilirdi. Örnek bile veremeyecek kadar kazınmamış aklıma işte hiç bir şey. Oysa o zamanlar yani 7 ile 12 yaş aralığında karnemdeki karşılığında hep 'pekiyi'ler yazar dururdu bu dersin. Demek ki çuvallamaya sonradan başlamışım. Gerçekten hayatın bilgisine karışmaya başladığım yıllarda...

Bana sorsaydınız, sence hayat bilgisinin en temel, başlangıç kuralı nedir diye, muhtemelen hayatın tüm planlara, tüm programlamalara, tüm hesap kitap işlerine gelemeyecek kadar başına buyruk, serseri, zaman zaman sakin görünüp sizi yanıltsa da aslında fazlasıyla asi, asla adil olmayan, bu yüzden de çoğu zaman isyan edilen, ailenin en aykırı bireyi gibi bir şey olduğunu söylerdim. Ve inanın bilgiç bilgiç buna benzer daha pek çok cümle kurardım. Ama siz sakın bu filozoftan bozma bilgiçlik numaralarına aldanmayın. Hepsi şekil bunların. Aslında benim bildiğim sadece sözlerden ibaret. Sözcüklerle aram iyi, o kadar!

Hayatımı, bildiğimi sandığım bu gerçeklere göre yaşamadığım, asla yıkılmayacağını sandığım sığınakların altında sonsuz bir güvenle ebediyete kadar yaşayabileceğime olan inancımın bir anda tuzla buz olmasıyla ortaya çıkıverdi. Deprem oldu ve ben asla yıkılmaz dediğim çelikten sığınağımın içinde sıkışıverdim. Hayat planlamalara gelmez diye laf ebeliği yaparken meğer ne meraklıymışım planlar, programlar yapmaya...

Candan Erçetin'in bir şarkısı var bu aralar kulağıma çalınan. Hemen her yerde karşıma çıkmaya başladı ya da algıda seçicilik benimkisi, bilemiyorum. "Kul kurar, kader gülermiş" diye başlıyor ve inanın nasıl devam ediyor bilmiyorum. Çünkü ben o cümlede takılı kaldım, bir satır ileri gidemiyorum ve sürekli düşünüyorum. Hatalarımı, dünlerimi, kendimi, O'nu... Yarını mı? Bakın işte onu hiç düşünmüyorum. Varsın birazcık 'öylesine' oluversin...

Hamiş: Bir de bu aralar sürekli bunu dinliyorum. Çok fena ağlatıyor ama galiba yine de iyi geliyor.