19 Ağustos 2013 Pazartesi

Rakıya buz, buza rakı...

Çok güzel rakı içen kadın ve adamlarla dolu bir ailede büyüdüm. Daha evvel anlatmışlığım vardır bu sayfalarda çocukluğumun anason kokulu akşamüstlerini. 5-6 yaşlarında ufacık çocuk rakıdan ne anlasın, onun derdi sevdiği insanların yüzündeki keyifte, neşede.

Yorucu bir iş günü sonrası ufacık salon sehpasının etrafında güle eğlene buluşan üç kafadar, annem, dayım ve dedem. Anneannem istediği kadar akşam yemeği için kallavi yemeklerini döktürmüş olsun, annem kapıdan girer girmez mutfakta alır soluğu. Artık elinin altında ne bulursa peynir mi, mevsimine göre kavun mu, elma mı, salatalık mı, sıkıştırıvermiş bir tabağa, dooğru salondaki minik sehpanın üzerine. Yemek değil bu; yemek, ailenin diğer fertleri de gelince yenecek bir iki saat sonra. Bu, keyif saati... Aynı hazda buluşmanın tadını çıkaran üçlünün, günün keyif hanesine bir çizik atma saati... Bense ya dayımın dizinde, ya yere bağdaş kurmuş onları seyirde...


Sohbetlere dair bir şey yok o günlerden aklımda. Sadece o an yaşadıkları keyfin buram buram yayılan enerjisi var bugün bile hala. Nasıl bir saf gerçek ki bu, çocukluk hatıram sadece bunun üzerine. Pürüzsüz bir mutluluk değil halbuki. Olamaz. Hep dertler, tasalar oldu çünkü. Bildiklerime, sezdiklerime dahil bir de bilmediklerim var üstelik. Mutluluğu zaten böyle anlarda yakalayabiliyorsan varsın bilgisi henüz daha gelmemiş tabi o zaman. Lakin onlar biliyorlar galiba ya da bilmiyorlar da, sadece bir refleksle mutluluğu nerde bulacaklarından haberdar bilinçleri. Gencecik delikanlı dayımın her zaman içinden taşan o sevgisiyle beni kucaklamalarını, annemin kahkahalarını, dedemin eğer ortamda dayım varsa her zaman gülen yüzüyle peynire, rakıya uzanışlarını bir resim gibi kazımışım beynime.

Ve bir unutulmaz insan daha... Hayatın, daha olgun yıllarımda tanıma şansı vermediğine hep hayıflandığım büyük enişte. 12 yaşındaydım vefat ettiğinde. Ankara'da yaşadıklarından sadece yazları Burhaniye'deki yazlık evlerine ziyarete gittiğimiz bir haftalık sürelerde görme şansına sahip olduğum, ağzından çıkan her kelime dünya üzerinde mutlaka anlamlı bir yer kaplayan, güldü mü ciğerinin taa ortasından gülen, kızdı mı ortalığı alev gibi bir kırmızının kapladığı çok ama çok esaslı bir adam...


Yazlık evlerinin balkonu Kazdağları'nı tam karşısına almış, her akşam gün batımında ölümsüz fotoğraflara gebe bir mabed. Rakı sofrası o resmin içinde Ay'ın yıldızı sanki. Olmazsa olmaz. Enişte rakısından aldığı her yudumla daha çok keyifleniyor, hem kahkahalarının arasındaki mesafe sıklaşıyor, hem de dilindeki kelâmın güzelliği... Çok acılar çekmiş bir adamdı o. En çok kalbi yorulmuştu. Zaten ömrünün en verimli çağında hiç tereddüt etmeden zınk diye yaşamdan vazgeçen de ilk o oldu. Kalbi... Ufaktım, çok az bilirdim hikayesindeki acıyı. Ama bildiğim bile çocuk dünyam için yeterdi. Çok çekinerek yaklaşırdım ona karşı. Ama sandıkları gibi duruşunun zaman zaman sertleşen o halinden değil, çocukça bir hisle yanlış bir şey yapıp onu üzmek istemememden. Yoksa bir büyükten korkmanın ne demek olduğunu bilirdim. İki his arasında benzer tek bir duygu bile yoktu.

Ondan bana kalan yegâne şey sofrasında olmanın olgun eğlencesiydi. Dayımla yaptığım muzurluklar, el kol şakalaşmaları yoktu onda. Uslu uslu oturur, anlattığı konuya değil, kahkasında gördüğüm uçan balonlara, içtiği kadehten aldığı hazzın yüzünde çizdiği mutluluğa gülerdim. "Büyüdüğünde seninle de içeceğiz böyle karşılıklı" cümlesi hala kulaklarımda.


Bütün bunları - hatta bazılarını ikinci posta olarak - neden anlattım?

Herşey çocukluğumuzda yazılıyor bilincimize. Çocukluğunda sana ekilenleri büyütüyorsun ömrün boyunca. Kökleri derin oluyor çocuklukta ekilenlerin. Ondan sebep çıkarıp atmak istediğinde kan akıtmadan sökemiyorsun hiçbirini. Babası sarhoş olduğunda çok dayak yediğinden büyüdüğünde rakı kadehine el sürmeyen eşim dostum da oldu, kocasının alkolikliğinden ömrü ziyan olanlar da. Lakin herkesin unuttuğu şu ki, zaaftır aslolan, neye zaafın olduğu değil. Çünkü zayıf insan bağımlılığının yerine koyacak bir şeyi her koşulda bulur. A olmazsa B.

Ayla Kutlu'nun en sevdiğim romanlarından biri olan Emir Bey'in Kızları'nda Nevnihal der ki:

Ben ne ağustos böceği oldum ne karınca. Ben bir kelebektim. Upuzun ömürlü... Severim dünyanın sefasını. Sefa sürmek, güzelliklerden kâm almayı bilmek, ama onun ardındaki şeyleri incitmemektir.

... Dünyayı sevdiğim doğrudur. Dünyanın tadını, rengini de. Onun renginin karmakarışık olduğunu bilirim. Bildik hiçbir şeye benzemediğinden anlatılamayacak olduğunu.


İçki içmeye, rakıya, şaraba dair bunca saçma sapan lakırdı dönerken ortalıkta derim ki ne ağustos böceği olalım ne karınca. Bir kelebek olalım upuzun ömürlü. Sevelim dünyanın sefasını, kimseleri incitmeden, üzmeden. Sevelim dünyayı tüm tadına tuzuna rağmen. Anlaşılamayan renklerine, karmakarışık düzenine rağmen.

Rakıya buz, buza rakı olsun sofralarımızdan geçen tüm dostlar...

-------------------------

Bu hafta HT Hayat'taki yazım: Can suyu kadınlarımız bol olsun!

11 Ağustos 2013 Pazar

"Çatıkatı" diye bir köşemiz daha var artık

Bundan sonra her pazartesi bu sayfada da yazıyorum. İlgilenen tüm dostların bilgisine, ilgisine... :)

http://www.hthayat.com/yazarlar/zeren-somunkiran/1015550-cati-katindan-bildiriyorum