25 Kasım 2009 Çarşamba

Bir zamanlar Prag'da yaşayan ben!

Bu yazı, eğer son birkaç haftada olanlar olmasaydı, dünya üzerinde en merak ettiği şehirlerden birine yarın ayak basacak bir insanın heyecanını anlatacağı bir yazı olacaktı. Neler anlatacaktım kimbilir? Bavuluma hangi lüzumlu lüzumsuz eşyaları atacağımı mı, yanıma alacağım kitapları mı, kabına sığmaz heyecanımı mı, sanki ben doğduğumdan beri içimde olan, bir yerlerimde daima oraya ait olduğumu bildiğim/hissettiğim o karşı konulmaz çekim kuvvetini mi, daha gitmeden hakkında okunabilecek ne varsa okuduğum geçmişi, hikayeleri ya da koskoca bir kültürü mü, uçak şehrin semalarına girdiğinde yüreğimde bu şehre dair kurguladığım en güzel aşk masalını sevgilimin kulağına nasıl fısıldamayı düşündüğümü mü? Bilmiyorum ki... Yolculuk gerçekleşmediği için hangi duygularla neyi anlatırdım bilmiyorum.

Reenkarnasyona inanır mısınız? Ben mutlak bir şekilde ne inanırım, ne de inanmam diyemem. Ama hakkında kesin bir bilgiye sahip olmadığım şeylerle ilgili hayaller kurmayı, kendime masallar anlatmayı severim.

Örneğin geçenlerde bir arkadaşım daha önceki hayatında nasıl bir insan olduğunu hayal ediyorsun gibi bir soru sordu. Kendi içimde keşfettiğim izlerden yola çıkarak olduğunu hayal ettiğim, öznesinin ben olduğum masallar kurguladığım, kısacası düşünmeyi çok sevdiğim bir konudur bu.

Ortaçağ'da bir zaman diliminde üslubu ve yaşam tarzı çok fazla kabul görmediği için toplumdan uzaklaşmış, Orta Avrupa'nın her daim yağmur kokan bu şehrinin puslu tepelerinde kendine yarattığı salaş bir kulübede yaşayan, evinden her daim mistik kokuların ve kaynayan otların dumanlı kokusunun yükseldiği, gözlerindeki buğudan insanların o gözlerin içine bakmaktan tedirginlik ama bir bakabilseler bir o kadar da huzur duydukları, elleri efsunlu, dili büyülü bir şifacı kadın... İnsanoğlunun kendi özünde bulunan ilahi gücün farkındalığıyla insanlara elleriyle şifa dağıtan ama özünden kilometrelerce öteye düşmüş, kendi korkuları yüzünden gurbette yaşamaya mahkum edilmiş insanoğlunun, yüzüne tutulan bu aynadan korkup rahatsız olarak toplumun dışına ittiği bir öteki... En puslu tepelerine yerleştiği, ormanlarındaki envai çeşit ottan, kazanında duman duman yaşam enerjisi ve şifa kaynatan bu kadının (yani benim) en büyük tutkusu ve hatta belki zaafı da diyebiliriz, çok sevdiği sokaklarından mahrum bırakıldığı, girmesine izin verilmediği o Altın Şehrin, o Masal Şehrin, yani Prag'ın taş duvarla çevrili daracık sokaklarında dolaşmak, kapılarında isim yazan evlerin kulağına fısıldayan hikayelerini dinlemek ve şehrin tam ortasından geçen Vltava Nehri'nin sularıyla ruhunu ve bedenini yıkamaktı.


Olduğunu farzettiğim geçmiş yaşantımdaki kadının, sadece uzaktan puslu siluetini görmekle yetindiği bu Gotik kentin, bu yaşamımda da kavuşması bu kadar meşakkatli bir uzaklıkta olacağını, başarısızlıkla sonuçlanan şu son girişime kadar pek düşünmemiştim açıkçası. "Her şeyde bir hayır vardır"la başlayan "Kısmettt!" vurgularıyla biten cümleleri ben de çok kuruyorum. Ama yüreğimin bir yerlerinde nasıl ve neyi, neden bu kadar özlediğini bilmeyen bir yerlerim, ateşe atılan kor gibi kabardıkça kabarıyor.

Prag tutkumu ve özlemimi bildiğinden yıllar evvel sevdiğim adamın hediye ettiği minik şehir kitapçığını hala kitaplığımdaki yerine kaldırmaya içim elvermiyor. Kabul etmek mi istemiyorum yine gidemiyor olduğumu? Yoo çoktan ettim ama dedim ya, içimdeki o kabaran yanıma laf anlatamıyorum. Kendi kendine debelenmeye devam ediyor ama ben dahil dinleyeni çok fazla yok. Belki hissiyatını buraya yazıp içini dökmesine fırsat verirsem diner bu yaslı melankolisi.

Bense yok sayıp bu özlem taşkını yanımı, sevindiren haberlere dönmeye çalışıyorum yüzümü. Hastanede durumlar daha iyiye gidiyor. Hastaneye gelmeden önceki günlerimize geri dönebilecek miyiz bilemiyorum ama en azından dün itibariyle yoğun bakımdan çıktık.

Bir başka güzel haberse uzak kıtadaki sığınağından üzerimize yeni dünyalar üfüren o özel kadının büyülü parmaklarından geliyor. Ursula K. LeGuin'in son kitabı Lavinia raflardaki yerini aldı.

Dostlar nasıl da biliyorlar beni neyin mutlu edeceğini. "Karanlık günleri aydınlatabilecek bir Ursula şaheseri... iyi gelebilir" diye haber veriyor d.che; biliyor o satırlarda nasıl bir merhem, nasıl bir tutku, aşk, özgürlük, acı olduğunu; biliyor bizi birleştiren paydalarımızdan birinin de o uzak kıtadaki muhteşem kadın olduğunu... Ve tabi ki sevgili Kitap Kurdum... Görüşmeden tanışmanın/tanımanın emsali... Biliyorum ki Ursula denince bu dünyada aklına gelecek yegâne insanlardan biriyim. Ne mutlu bana!

Şu aralar Murakami'yle 651 sayfalık bir aşk yaşıyorum. Ama gözüm kör olsun ki tek eşlilik bana göre değil. Murakami şimdiden haberin olsun, yakın bir zamanda seni yeniden Ursula'yla aldatacağım, tıpkı Ursula'yı da çok defa sen ve diğerleriyle aldattığım gibi:)

20 Kasım 2009 Cuma

Bu aralar...

Bazen biraz fazla çetrefilleniyor hayat. Her şey alışıldık akışında giderken bir anda hiç beklemediğin, ummadığın olayları araya sıkıştırıveriyor.

Böyle bir dönemden geçiyorum(z) son zamanlarda. Çok sevdiğim o Yeşilköylü İstanbul hanımefendisinin iyileşmesi için duacı hastane-iş-ev arasında mekik dokuyarak her doğan günün şifa ve kavuşmalarla gelmesini dileyerek...

Sevgili Parpali mesaj bırakmış bu sabah... "Daha çok var derken, yılbaşına kadar yazı yazmayacağını hesaba katmamıştım" demiş. Ben de katmamıştım sevgili Parpali. Zira kasım ayından beklediklerim, şu yaşadıklarımdan çok farklıydı. Yollar vardı önümde gitmeyi, insanlar vardı önümde tanışmayı beklediğim. Şimdiyse her zaman buluştuğumuz huzur dolu o eski evde, yine hep bir arada olmayı, ne zaman uğrasam, kapısını çalsam "Hokim benim" diye beni kucaklamasını istiyorum O'nun. Eşin dostun bir araya geldiği upuzun sofralar kurmayı, onu en baş köşeye oturtup en sevdiği yemeklerle sofrayı donatmayı istiyorum, varsın o potasyumu yükselecek diye yemekleri korka korka yesin. Ne yeni yollar, ne de yeni insanlar var gözümde...

Bu süre içinde hem sevgili Yeliz'den hem de Kitap Kurdu'ndan mim'ler geldi, farkındayım ama nolur kusura bakmayın cevaplayamadım. Zamansızlıktan değil, sadece pek içimden gelmiyor.

Ama yine de kitaplar hep var. Yeni kitaplar, yeni yazarlar, eski kitaplar, eski yazarlar... Eski dostların yeni çıkan kitaplarıyla duyulan heyecan... Örneğin geçen hafta Radikal Kitap'ta Haruki Murakami'nin yeni kitabının haberini görünce boğazımdan yükselen sevinç çığlığı gibi... Hele bir de kitabın kalınlığını görüp de birlikte geçireceğimiz günlerin uzunluğunu düşününce daha da bir keyiflendim.

Sonra uzun zamandır Amin Maalouf okumamış olmanın özlemiyle bitirilen Tanios Kayası var son günlerime dair. Üzüntünün hakim olmasına izin vermek istemediğim ruhumun merhemleri oldular.

Şimdilerdeyse Pürnur Soğangöz'ün yeni kitabı Narin var elimde. Can Çocuk'tan çıkan yepyeni bir kitap Narin. Ve evet bir çocuk kitabı. Ama kitap ekinde rastlayıp incelediğimde o kadar ilgimi çeken bir konusu vardı ki, sırasını bekleyen bütün kitapları tek seferde geçip birinciliği alıverdı. Minyatür dersleri alan küçük bir kızdır Narin. Bir gün derse geç kalmış bir şekilde yolda koşarken karşısına Baston Nakkaş diye bir adam çıkıverir. Bu karşılaşma Narin'i sırlarla dolu bir serüvene sürükleyecektir.

Şu aralar biraz çocuk yanımı beslemeye, yüceltmeye fazlaca ihtiyacım var. Narin yine tam zamanında imdadıma yetişti. Kitaplar kesinlikle yaşayan varlıklar bence. Hangisinin okuyana daha iyi geleceğini hissedip aralarından birini ona göre gönderiyorlar sanki.

Ben de evrene gönderiyorum güzel enerji dolu dileklerimi. Duysun ve aynı güzellikle bana/bize geri göndersin diye...