29 Aralık 2011 Perşembe

İstanbul'a ve sevdiğim tüm şehirlere...

Soru: İstanbul, sen en güzel kimin gözünden görünürsün?
Cevap: Hele bir Galata Kulesi'ne çık da gör!

Ayaklar Beyoğlu sokaklarında tıngır mıngır dolanır, o pasaj senin, bu kitapçı benim girer çıkarken bir de bakmışsın kendini Galata Kulesi'nin ayaklarına kapanmış o şirin mi şirin çay bahçesinde buluvermişsin. İstanbul mis gibi güneşini kondurmuş tepeye, ışıl ışıl parlatırken kendini, aylardan Aralık, mevsimlerden de kış olduğunu hatırlatan bir serinlik doluyor her nefeste ciğerlerime. Benim gibi bir çay tiryakisi için bulunmaz bir fırsat bu. Her köşe başında bir çay molası... Bahanemse "ee biraz ısınmak gerek"...


Tünel'den Karaköy'e inmek için vasıta yerine tabanvay şekilde arnavut kaldırımları üzerinden yokuş aşağı yuvarlanmayı seçen iki kafadar "biraz ısınmak lazım" deyip Galata Kulesi'nin dibindeki tahta masalı çay bahçesinde alınca soluğu, Kule'nin ihtişamından etkilenmemek pek mümkün olmuyor. Bir deneyin, görün istersiniz. Hele de Kule'ye çıkmak için hiç kuyruk olmadığını görür ve sadece 5.5 liraya kendinize İstanbul'un en güzel halini hediye edebileceğinizi bilirseniz...

"Galata Kulesi'nden İstanbul'u hiç görmemiş biri, İstanbul'la yarım bir tanışma yaşamıştır" diye düşünmüştüm yıllar önce ilk Kule'ye çıktığımda. İstanbul'da doğmuş, İstanbul'da büyümüştüm ama sanki o ihtişama gökyüzünden tanık olduğum bu ilk seferde tamamlamıştık tanışıklığımızı. Arkadaşlıklarda ya da ilişkilerde geçilen bir samimiyet ve yakınlık eşiği vardır ya, hani o eşiği geçmek gibiydi sanki.


2011'de iki kez baktım İstanbul'a Galata Kulesi'nin üzerinden. Sevdiğim şehirlerle söyleşmeyi en sevdiğim yerlerin, o şehirlerin beni gökyüzüne en çok yaklaştıran yerleri olduğunu farkettiğim anlardan biriydi Mayıs ayının başındaki ilk ziyaretim. Çok değil, o tarihten sadece 15-20 gün kadar sonra Barselona'nın en yüksek tepesinden, Tibidabo'daki kilisenin aziz heykellerinin arasından Barselona'yla söyleşmiş, çok arzu etmiş olduğum bir şeyi bana vermiş olduğu için teşekkürler yollamıştım hayata. Bu yılın da, hayatımın da en mutlu olduğum anlarından biriydi onlar şüphesiz.

Dün, bu yılki ikinci ziyeretimi gerçekleştirdiğim Galata Kulesi'nde bir iki kelâmı eksik etmedik yine İstanbul'la. Malum takvimler bir senenin daha devrildiğini, yenisinin de kapıda olduğunu göstermekte. Hal böyle olunca senelik bazda artılar/eksiler hesaplaşması da kaçınılmaz oluyor. İstanbul'la senelerdir çözemediğimiz bir meselemiz var ki, ciddiyet derecesi "kan davalık"... Az gözyaşı, tabir-i caizse az 'kan' dökülmedi uğrunda. Şimdilerde "kan dökerek değil, barışla çözmeye çalışmalı meseleleri" anlayışından yola çıkarak derin bir ateşkese imza atmış olsak da, durumumuzu söyleştik yine biraz onunla. Ama o kadar güzel, o kadar güzeldi ki karşımda, iki sitemimi, bir iki çemkirmemi bile yutmak durumunda kaldım. Demem odur ki, az buçuk hesaplaştık, 2012 dileklerimi okudum içimden ona. "Bu sefer lütfen" dedim "lütfen! Görüyorsun, artık daha sakinim, kavga etmiyorum seninle; yapmacık da değilim, içtenliğimi en çok sen biliyorsun; artık kıymetini bilelim birbirimizin". Bakalım anlaşacak mıyız? Yoksa yine aşk-nefret ilişkisine devam mı?:)


İki gündür elimde harika bir roman. Sinek Isırıklarının Müellifi. Daha ilk satırlarından kendime harika bir roman değil, çok etkileyici bir yazar hediye etmiş olduğumu farkediyorum. Hoşgeldin Barış Bıçakçı, tanıştığıma inan ki çok memnun oldum. Ve bil ki dün Galata Kulesi'nin tepesinden İstanbul'a bakarken sabah evden çıkmadan okuduğum satırların düşüverdi aklıma.

"Bulutlardan söz ediyordu: maviliği arkalarına güvendikleri bir ağabeyleri gibi alıp kabarmışlar."

İstanbul'a, İstanbul'un bulutlarına, sevdiğim tüm şehirlere, bu sene görmeyi dilediklerime, hepsine birden gitsin bu satırlar...

Hepimize mutlu yıllar olsun:)

25 Aralık 2011 Pazar

Sen cesaretten haber ver!

Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik; yeryüzündeki şu otuz bir yıllık zahir ömrümüzde döndük dolaştık, geldik yine en can alıcı sorunun başına/karşısına/ortasına/sağına/soluna.

Konuşmayı becerirsin Zero, yazmayı da; kendine güven konusunda zaman zaman fare delikleri olsa da üstünde başında, bu konuda da hiç fena sayılmazsın; güçlü bir insan olduğunu söyler en can arkadaşların, sonbaharın göbeğinde doğan has bir Terazi olduğun için adalet duygunun çok yoğun olduğunu da; 'hayır' demeyi becerememek konusunda geçmişte müebbetlik sabıkaların olsa da onu da öğrenmek konusunda sağlam adımlar attığın ve artık ortalığa saçtığın 'hayır'lar yüzünden iyi halden yırttığın da bir gerçek; geçmişten ders almak konusunda 10 üzerinden kaç alabileceğini bilebilmek için bir 'geçmiş' bırakması gerekiyor insanın arkasında ama yine de sınıfta kalmazsın bu konuda da büyük ihtimal; bu böyle devam eder gider de peki ya cesaretten ne haber, bir de onu söyle bakalım!


Bugün hayatının yarısından fazlasını restoran işletmeciliğine harcamış tecrübeli bir isimle bir saate yakın yaptığım sohbette bana söylediği bir şeye o kadar takıldım ki, üzerine basa basa hem defterime yazmak istedim hem de buraya. "Hayatta yapmak istediklerim konusunda aslında çok daha cesaretli ve gözü kara olabilirdim ama hep birilerinin, özellikle de eşimin, bana hep destek vermesini 'hadi yürü, sonuna kadar arkandayım' demesini bekledim. Hayatta borçtan, harçtan, çalışmaktan hiç korkan bir insan olmadım ama akşam eve gittiğimde eşimin 'senin yüzünden...' dediğini duymayı hiç istemedim".

Yalnız, bir başınıza, ailenizi, dostlarınızı es geçerek flört edebileceğiniz bir şey değil Cesaret. Ya da öyle mi? Öyle mi olmalı? Ben bilemiyorum bu sorunun cevabını. En azından kendi cevabımı bulamadım henüz.

Bitmeyecek ömürlere, sonu gelmeyecek fırsatlara sahip olduğunu sanabiliyor insan, özellikle belli bir yaşa gelene kadar. Hiç bir şeyin sayısız olmadığını anladığındaysa önüne çıkan fırsatları değerlendirmek için daha bir özenli, itinalı, dikkatli olmaya çalışıyor. Çünkü biliyor ki o fırsat bir daha geçmeyebilir eline.

Kendimi bildim bileli çevremdeki her insana istediği şeylerin peşinden koşması gerektiği konusunda cesaret verici olmaya çalıştım. Çünkü bize biçilen ömürlerin sadece 'bizim' için olduğuna ve pişmanlığın hayattaki en kötü şeylerden biri olduğuna inandım hep. O cesareti verdiğim kimi arkadaşlarım bunu, aldıkları kararlarda olumlu etkilerim olduğu konusunda teşekkür ederek karşılarken, kimi insanlar tarafındansa 'isteklerinin peşinden koş' dediğim için ayaklarını yere bastırmıyor olmakla suçlandım. Halbuki ayakları yere basmayan bir insanın sorumluluğu neden bir başkasında olsun ki! Sanırım burda şunu dilemeli ki evrenden, enerjileri birbirine uymayan insanları yan yana getirmesin.

Kendi cesaretimle aramdaki ilişkiyi tartarken her şeyi dökmeye çalışıyorum ortaya bu ara. Geçmişi kurcalıyorum bolca, ders almak ve en çok, yapmamam gerekenleri hatırlamak için. Ama daha çok, istediklerime odaklanarak gerçekleştirebileceğim şeylerin peşinden koşmaya çalışıyorum. Hayal kurmak değil çünkü isteyim, yapabileceklerimin peşinde olmak...

Ve hayatım, yaşadıklarım, karşımdaki seçenekler soruyor şimdi bana, cesaretin var mı, var mı, var mı...?

22 Aralık 2011 Perşembe

İstanbul'un sabahları...

Üsküdar vapur iskelesinin hemen karşısında bir büfe. Sıra sıra dizilmiş beş altı büfeden sadece biri. Dışarıdan bakıldığında hiç bir özelliği yok; benim için özellikli olmasının tek nedeniyse sabahları evde yaptığım tostumu yerken yanına büfeden aldığım çayı bana uzatan büfeci amcanın, en az çay kadar sıcacık bir gülümsemeyle bana "günaydın" deyişi, "ufak cam bardağa, şekersiz dimi kızım" diye iki günde çayı nasıl içtiğimi öğrenmiş samimiyeti...

Çok severim samimiyeti, çevremdeki 'insanlarım' tarafından tanınmayı, bilinmeyi... Çayımı nasıl içtiğimi bilen, bana, geliş saatime alışmış bir büfeci örneğin. Ufacık, minicik ama mutluluk küçük şeylerde cümlesini kanıtlarcasına mutluluğa ve zevke dair...

Son yirmi-yirmi beş gündür sabahlarımın keyif karesi bu anlattıklarım. Üsküdar'a varana kadar evde yaptığım tostum oldukça soğumuş olsa da yine de büfeden çayımı yanına eşlikçi etmeden bir ısırık dahi almak istemiyorum ondan. Bazı sabahlar yağmur yağıyor; büfenin tentesinin altına sığınıp içiyorum tavşan kanı sıcaklığı. Karşımda çoğunlukla puslu bir İstanbul manzarası...

Nasıl lezzetli, nasıl güzel bir çaydır o. Ufak, ince belli, tiryaki bardaklarına en çok yakışan cinsinden. "Bir bu büfenin çayı, bir de vapur çayları" diye yazıyorum defterime "onlar kadar güzeli yok".


Taş çatlasın on dakikalık bu keyiften sonra iki adımda atladığım Beşiktaş motorunda bu sefer de on dakikalık bir kitap keyfi başlıyor. Üsküdar-Beşiktaş hattını sabahları sevmememin tek nedeni kısalığı. Yetmiyor o kısacık zaman diliminde okuduklarım. Ama ne olursa olsun ille de dışarıda oturulmalı; kara kış gelene kadar bu böyle. Serin İstanbul sabahlarını koklamazsam, denizin ortasında üşüşen soğuktan korunmak için bereme ve atkıma gömülmezsem olmaz; bir şeyler eksik kalır. Madem İstanbul'da deniz yolunu kullanma gibi bir ayrıcalığa sahip olabiliyorum, sonuna kadar hakkını vermeli:)

Bu aralar Füruzan'la hoş beş halindeyiz. İstanbul'da Berlin'i okuyorum. Berlin'in Nar Çiçeği'ni... Kalbi kırık, gururlu, Almanya'nın görkemli günlerini de, savaşın en zor zamanlarını yaşamış, gençliğinin ışıltılı günlerini ve güzelliğini çoktan geride, kocaman, çok yıkıcı bir savaşın gerisinde bırakmış geçkin ve mağrur bir kadın. Almanya'nın savaştan sonraki hızla değişen düzenine alışmaya çalışırken birden hiç bilmediği, tanımadığı, kendine çok yabancı kültürlerden insanlar yerleşiveriyorlar apartmanının komşu dairelerine. Almanya'ya çalışmaya gelmiş göçmen aileler... İlk zamanlar son derece mesafeli bir tutum takınsa da zamanla yan dairesindeki Türk aileyle engelleyemediği bir samimiyet geliştiriyor.

Çok sevdiğim iki arkadaşımın hayatlarında Berlin'in ne kadar önemli bir yer ettiğini bilmenin de etkisiyle, gri ama güneşini gökyüzündense ruhunda taşıyan bu kente dair okuduğum her cümlenin anlamı da bir başka oldu son yıllarda. Dinlediklerim okuduklarımla, okuduklarım dinlediklerimle birleşiyor. Gri İstanbul sabahlarında gri Berlin'i selamlıyorum, uzaktan...

Bugün okuduğum bu cümle çok yer etti içimde. "Yalnızlığa başeğmeyin. O acılı bir ön ölümdür."

Hayattaki yalnızlıklarımızın zorunlu değil, hep tercih ettiğimiz yalnızlıklar olması dileğiyle...

19 Aralık 2011 Pazartesi

Mutfaklar mı daha hızlı, ben mi?

Hayat bazen ne kadar hızlı, bazen ne kadar yavaş. Şu ara hayatımda olan gelişmelerin hızına ben yetişemiyorum; onlar önden gidiyor, ben arkadan gelişmeleri takip ediyorum. "Hadi canım, bu da mı oldu şimdi? Ama sadece ve sadece bir hafta önce her şey bambaşka değil miydi?"

Bana sorarsanız ben bu kadar hızdan yana değilim. Üstelik de hayatta en çok istikrar ve devamlılık istediğim bir dönemde. Ama demek ki benim isteğimle hayatımın enerjisi arasında tutmayan bir şeyler var bu aralar. Zira her şey çok hızlı.


Senden istediklerim var Noel Baba, ona göre:)

20 Eylül 2010 tarihinde başladı benim Mutfak Sanatları Akademisi maceram. Üzerinden sadece bir seneden biraz fazla zaman geçmiş. Lakin bana sorarsanız, kesin bir on yılı geride bıraktım derim. Zira o kadar çok olay, değişim ve tecrübe yaşadım ki, hepsinin sadece bir yıl içinde olduğuna inanmak zor.

2011 ajandamın başına "2010 yılında temellerini attığım hayallerimin köklendiği, yeşerdiği ve meyve verdiği bir yıl ol 2011, olur mu?" diye yazmışım. 2011'in finaline şurada iki haftadan az bir zaman kalmışken soruyorum 2011'e, istediğim, dilediğim gibi bir yıl oldun mu diye? Susuyor. Cevap vermekte biraz tereddütlü çünkü sorduğum sorunun çok "evet" ya da "hayır"lı bir cevabı yok. Susuyor ama azıcık düşündükten sonra şu cevabı veriyor: Sana gerçekleri gösteren bir yıl oldum ben; hayal ya da masalsı dileklerle dolu değil, seçtiğin yoldaki iyi/kötü tüm gerçekleri gösteren gerçekçi bir yıl oldum...

Gerçekle yüzleşmek bazen çok zordur. Çünkü gerçek her zaman keyif, mutluluk ya da dikensiz gül bahçesi barındırmaz. Çatır çatır 'gerçek'tir her şey. Ve işte bu nedenle de aslında her türlü hayalden, masaldan, idealden, rüyadan, keyiften daha öz bir dosttur. Çünkü bana sorarsanız bir insanı hayalleri, dimağı, vizyonu zenginleştirir; ama asıl gerçekleri olgunlaştırır. Öbürleri süstür, gerçekler öz! Gerçeklerini bilen insan, ayaklarını yere daha sağlam basar, daha emin adımlarla yürür.

Şimdilerde en çok yaptığım şey MSA'ya ilk başladığım günden mezun olana kadar eğitmen şeflerimizin Türkiye'deki mutfakların hijyeni ve temizliğe gösterilen özensizlikle ilgili sözlerini anmak oluyor. Her gününü hayretler içinde geçirdiğim bir bir hafta geçirdim ki, kişisel olarak sorsanız her anını unutmak isterim. Ama unutmayı değil, hepsini hatırlamayı tercih ediyorum ben; hatırlamalıyım ki önümdeki zamanlarda olması için çaba göstereceğim kendi mutfağımı açtığımda bir mutfakta nelerin yapılmaması gerektiğini hep hatırlayayım.

Şimdi 2011'i uğurlarken bana gösterdiği çok faydalı mutfak tecrübeleri ama bir yandan da bu mesleğin acı gerçekleri için çok teşekkür kendisine; yolumda işime çok yarayacaklar, biliyorum. Ama şimdi yeni bir yıla girerken sepetime attığım bu gerçeklerle önüme yeni bir yol açıyorum. Yanlış anlaşılmasın, yine ayağımı bastığım yerler mutfak zemini, tepemde mutfak tavanı, elimde kepçeler, bıçaklar... Benim bu büyülü mekanlardan çıkmaya niyetim yok. Sadece kendi büyümün peşinde koşacağım. Çünkü ben insan ve hayvan pisliklerinin olmadığı bir büyünün peşinde olmak istiyorum. Her şey gelişip temellendikçe paylaşır, konuşur, yazarım elbet ama şimdilik bu kadar olsun:)

Sadece son bir söz: 'Kötü kokulara' özel hayatımda da, iş hayatımda da yer yok!

11 Aralık 2011 Pazar

Yorgunum çünkü aşçıyım!

Hayatımın rotasını bambaşka bir yola çevirip MSA'ya giderek aşçı olmaya karar verdiğimde sürekli ağzımdan düşmeyen bir İtalya lakırdısı vardı. Hatta bir ara acaba İtalya'ya giderek mi eğitim alsam diye bile ciddi ciddi düşünmüş, sonra MSA'yla yollarımın kesişmesi ve oradan alacağım uluslararası diploma sayesinde belki bitirdikten sonra çalışmak için gitmeyi denerim diyerek dilek çekmecelerimden birine koyuvermiştim bu arzumu. Velhasıl eğitim öncesinde de, sonrasında da hep bir İtalya, İtalyan restoranı söylemleri dönüp durdu etrafımda.

Her şey bu soldaki hatunun mutfak sevdası yüzünden başıma geliyor:)

Ve sonunda hayat beni İtalya'da değil ama İstanbul'da bir İtalyan restoranıyla buluşturdu. Çok istedim çok, ama ne bir plan yaptım ne de program. Fakat sanırım yaptığım şey, bu kadar istediğim şeyi 'çağırmaktı'. Bir senenin en sevdiğim üç ayından biri olan Aralık'la birlikte hayatımda yeni bir dönem daha başlamış oldu böylece. Şimdi bir İtalyan restoranında, bir İtalyan şefle birlikte el yapımı çeşit çeşit ravioliler, taze makarnalar, lazanyalar yapıyor; diğer tezgahlarda yapılan soslara, tatlılara, salatalara, sıcak yemeklere göz atıyorum, tadıyorum, önce damağıma, sonra aklıma kazıyorum. Ama bir şey var ki çoooooook yoruluyorum:) Neredeyse bir seneye yaklaşan mutfak maceramda hep yorgunluktan bahsettim ama yorgunlukla yeni tanışıyormuşum ve beterin beteri varmış demek ki diyorum:)

Bir cuma akşamı yaşadık ki ne var ne yok tezgahlardaki tüm malzemeler silindi süpürüldü. Mutfak ahalisi için önünde dizili sıra sıra tavalar ocağa sürülmek için beklerken hiç susmayan o sipariş sesini duymak bazen öyle çıldırtıcı oluyor ki artık gece rüyamda görsem kesin kabus diye nitelendirebilirim:) Cuma gecesi servisi mutfakta fırtına varmışçasına tüm stoklar tükenerek geçince gece 11.30'da evlere yollanırken cumartesi akşamını da cumanın kopyası şeklinde yaşayacağımızı bildiğimizden hepimizi cumartesi günkü hazırlığın ağırlığı sarmıştı zaten. Yorgunluktan ayaklarım patlarken önümde deli bir cumartesi olduğunu bilmek... Tek kelimeleyle yorgunluktan psikopata bağladım diyebilirim:)

Ve beklenen cumartesi... Çok bir şey diyemeyeceğim, hepimiz mutfaktan sürünerek çıktık haricinde:) Akşam çıkışlarda Beşiktaş'a yürüdüğüm kader arkadaşım Evren'in "ya şu günün bitişini çıkışta yürürken bir bira alıp kutlayalım" önerisiyle "bu kadar gerilmek yeter, biraz da hücrelerin gevşemesi gerek" diyerek Akaretler yokuşundan aşağı vururken kendimizi, buz gibi biraları diktik kafaya ki of yani o ne keyifti anlatamam. E tabi bir de buna pazar günleri restoranın kapalı olmasının huzuru ve rahatlığı eklenip pazar sabahının anlamının, uyku, keyifli bir kahvaltı, bütün gün koltuğa yapışmak, pijamaların üzerinden çıkmaması demek olunca...

Her gece motorla Beşiktaş'tan Üsküdar'a geçerken defterime o gün yaşadıklarıma dair iki satır bir şeyler karalamaya çalışıyorum. Şimdi dönüp yazdıklarıma baktığımda en çok tekrarladığım şey "bu yorgunlukla sıcacık yatağıma girip uyumak kadar keyifli bir şey olamaz" cümlesi ve türevlerinden ibaret. Hakikaten böyle yorgunken insan o kadar güzel uyuyor ki, tarifsiz bir haz o... Ama sabah kalkmak kısmından hiç bahsetmeyeyim tabi:)


Ve işte bu fotoğrafın da adı "muhteşem pazar"! Bir dilim kek (annem akşam eve gelip de kek yapmış olduğumu görünce "kızım sıkılmadın mı yemek yapmaktan" diye bastı kahkahayı), iki çatal, çay, yılbaşı mumlarım, lavantalı tütsüler, film, Halil Sezai'nin o kalbimi yontan muhteşem sesi, defterler, kitaplar filan...

Ama her güzel şeyin bir sonu var sanırım, değil mi?:)

5 Aralık 2011 Pazartesi

"Her ayrılık zor" demiş Sezen!

Bu, neredeyse 10 yıldır aldığım her nefesin tanığı, iyi kötü pek çok anımın arka fonunda şu an bir figürandan çok daha büyük roller üstlenmiş olduğunu anladığım 'yoldaş'ıma ithaf edilmiş bir yazıdır. Evet o, kelimenin her anlamıyla bir yoldaştı benim için. Sıfır kilometresini birlikte teptiğimiz nice yollarla 60.000'e çıkardığımız, kahrımı değil ama yükümü çekmiş bir yoldaş, arabam:)

Bugün vedalaştık onunla. Ne yalan söyliyim, biraz gözü yaşlı bir ayrılık oldu. Yarın yeni sahibini bulmak üzere yola çıkıyor olacak. Gülebilirsiniz, komik gelebilir bilmeyene bu halim. Ama birlikte geçirdiğimiz yıllara şöyle bir dönüp bakıyorum da, yanımda kimselerin olmasını istemediğim çok zor zamanlarımda sadece ve sadece o vardı benimle birlikte; uzaklara kaçıp içinde katıla katıla ağlamalarıma da şahit olan o; eş, dost, akraba cümbür cemaat toplaşıp bağıra çağıra söylenen şarkılara, türkülere şahit olan da o; hayatımda beni yeni heyecanlara kalp çarpıntısı ve mide ağrısıyla taşıyan da o... Dili olsa da konuşsa benim bile unuttuğum ne çok şeyi bir bir anlatıverir kimbilir.

Geçen yıl sonbaharda ayrılık ilk kez kapımızı çalar gibi olmuştu. O zaman da bütün bunları düşünmüş, yine bir fena olmuştum. Sonra şartların değişmesiyle bir sene daha yoldaşlık ettik birbirimize. Ama bu sefer ayrılık katî.

Garip duygular bunlar. Çoktan kapattığım bir dönemin son sayfasını çevirmek gibi... Birlikte geçirdiğimiz yıllar, hayatımın belli bir dönemine tekabül ettiği için anılarım da ister istemez o döneme yoğunlaşıyor, kaçınılmaz olarak. Hayatımda bunca 'yeni' varken son 'eski'ye de veda etmenin zamanı diye bir teselli geliyor içimden. Yeni anılar, yeni bir sevgili, yeni bir iş, yeni bir yıl, yakında yeni bir ev...

Bugün ayrılık sırasında gözümden akan yaşlara üzülen canım annem "daha iyilerine sahip olursun bir gün iyişallah" diyor bana. Beni teselli etmek isteyen o candan haline gülümsemek istiyorum ama ânın fazla duygusallığından beceremiyorum. Meselenin, daha iyisi ya da daha kötüsü olmadığını hepimiz biliyoruz. Asıl mesele gönül bağı.

Her yeni gün, hayatta kendimizi biraz daha tanımamıza vesile aslında. Örneğin bugün hayatımda ilk kez maddesel bir eşyayla bu kadar derinden bir gönül bağı kurmuş olduğumu farkediyorum. Genelde eşyalarla aramdaki duygusal bağın etkilerini hafifletebilen biri olduğumu düşünürken bugün ilk kez bunu başaramadığımı görüyorum.

Bu sayfaya kendimle, hayatımla, sevdiğim, nefret ettiğim bir dolu şeyle ilgili onlarca yazı yazdım, yazıyorum tam 4 yıldır. İstedim ki, bendeki yeri bu kadar derin olan bu dört tekerli arkadaşım hakkında da iki satır kelam etmeden geçmeyeyim. Hani tarihe not düşmek diyorum ya zaman zaman, bu veda gününü de, bana ifade ettiği anlamları da buraya bir kere daha not düşeyim. O yeni sahiplerine doğru yola çıksın, ben zaten hayatın bana getirdiği iyi, kötü tüm süprizlerle yoluma devam ediyorum!