30 Ekim 2011 Pazar

Balık halinde bir Zero!

Şunu kesinlikle anladım ki, hayatta olmak istediğim şeylerin hepsini birden bu hayatta olabilme şansına sahip değilim. E bir insan benim kadar birbirinden farklı ve uç noktalarda şeyleri "olmak" isterse tabi ki ortalama 80 yıllık bir süreye sıkıştırılmış insan ömürü bunlar için yeterli olamaz. Varsa eğer başka yaşam şanslarımız daha, kullanamadığım haklarımı diğer hayatlarımda kullanmak istiyor, bunu da buraya yazıyorum:)

Hem keyif ayağı kuvvetli, işine aşık bir aşçı (şimdilik bu yolda kulaç atıyoruz); hem toprağın bereketine, kumuna, suyuna bulanmış elleri toprak ve bereket kokan bir çiftçi; hem dibine kadar sinemaya, edebiyata, tiyatroya, konsere vurmuş, boynunda içindeki kitaplar ve defterlerle en omuz çökerteninden çantasıyla denenmedik kafe, bar bırakmamış bir Beyoğlu kızı; hem sürekli dünyanın muhtelif yerlerinde yaşayabilecek kadar evrensel bir gezgin, hem kökleri hep sevdikleriyle sağlamlaşmış sabit bir ev insanı; hem eli, yüzü, teri deniz tuzuyla kavrulmuş, denizin bereketini paylaşmak için kurduğu balıkçı tezgahında kışın o en dondurucu soğuklarında bile kendi gibi deniz kokan kat kat atkılarına berelerine sarınmış deniz aşığı bir balıkçı... Biliyorum bir Terazi olarak biraz olsun dengeli olmam beklenir ama zaten ben işte böyle tüm dengesizliklerimi içimde yaşar, ne edersem yine kendime ederim. Bünye böyle, istiyor da istiyor, ne yaparsınız:)


İşte bu sonuncuyu ne kadar çok olmak istediğimi özellikle dün gece çok yoğun bir şekilde anladım. Çünkü ben dün gece Kumkapı balık halindeydim. Kasalarca, kilolarca balığın, onlarca teknenin, denizin rengine ve kokusuna bürünmüş onlarca insanın arasında ve kesinlikle şimdiye kadar bu kadar farkında ve ait olmadığım bir dünyanın, bir kültürün içindeydim.

Restaurantta 15-20 kişilik bir toplantı ve menüde de balık olunca yolu balık haline düşen mutfak sevdalılarının peşine takıldım. Bolca merak, pazara, manava, hale kısacası işin alışveriş kısmına dair bitmeyen tutkularım, mesleki heveslerimi besleyen "ondan da olsun, bundan da" açlığı... İşte hepsi birden toplaşınca balık haline giden ekibin içinde buluverdim kendimi.


Sabaha karşı saat üçte, tüm şehir uykuda, caddeler İstanbul'un görüp görebileceği en 'yoğun' sakinlikteyken Kumkapı balık hali tüm canlılığıyla ayaktaydı. Sadece koca hali dolduran balıkçı kalabalığı değil kasdettiğim. Halin arka tarafında mangallarını yakmış, getirdikleri balıklardan kendilerine ayırdıkları paylarını pişirip bir iki tek atarak demlenenler mi dersiniz; halin açık kapılarından sürekli içeri sızarak koca balık kasalarından balıkçıların gazabına uğramadan balık aşırmaya çalışan martılar mı dersiniz; teknelerin tarafında durmadan süregiden, kasaları hale taşıma telaşı mı dersiniz... Belli ki yaşam ritimleri de, tempoları da, saatleri de farklı, gündüzünü de gecesini de standardın dışında yaşayan bir insan topluluğu bu. Meslek değişimim sonucu çok daha iyi anlayabildiğim bir tempo... Benim ritmim, tempom, yaşam ve vücut saatlerim de değişmedi mi ki sanki? Eskiden kaldırmamın imkanı bile olmayan kasaların altına giren de, dolaplarda rafların en üstlerine tırmanıp kiloluk tenekeleri indiren de, bu sayede de vücudunda şimdiye kadar hiç farketmediği kaslarının yerini, ilk zamanlardaki ağrılarıyla öğrenen de ben değil miyim?

Bu arada benim haricimde sinek namına bile dişi bir canlının mekanda bulunmadığını da bir dipnot olarak düşeyim:) İnsan kendini hakikaten uzaydan gelmiş bir varlık gibi hissedebiliyor böyle durumlarda:)


Gün doğmasına çok az kalmış bir vakitte eve vardığımda, evin çok yakınındaki fırından gelen poğaça kokusu, yorgunluğuma rağmen sıcacık bir bardak çayla uykudan çok daha cazipti o an için doğrusu. Ama gelin görün ki, fırının imalathanesinden kokular gelse de, belli ki fırının açılmasına daha vardı. Böylece, daha doğmamış bir günün sabahında hayalini kurduğum poğaça-çay-Zero buluşmasını başka bir zamana erteleyip yorgun bedenimi yatağa bırakıverdim. Uyumak üzereyken kendime söylediğim şeyse şuydu: bu ilkti ama son değil...

23 Ekim 2011 Pazar

Mutfak maceralarından ruh hali tahlili...

Artık mutfakta dönemsel olarak yöneldiğim şeylerden ruh halleri tahlili de yapmaya başladım. Astrolojiye rakip yeni bir bilim dalı daha geliştiriyorum, duyrulur: Mutfak yıldızımın falına bakıyorum, adına da gastroloji diyorum:) Başka gastrolojilerle karıştırılmasın.

Tabi ki kasdettiğim ev mutfağı, yoksa profesyonel mutfaklarda yaptıklarımızı seçebilme şansına sahip değiliz; "benim ruhum daraldı, bir kek çırpabilir miyim" diyemiyorsunuz, malum.

Durduk yerde sürekli kurabiye hamuruyla haşır neşir olasım varsa çoğunlukla neşeli damarım kabarmış demek olabiliyor mesela; böyle soslu moslu şaraplı özel tarifler deneyesim varsa göğsümün sol tarafında bir şeylerin kıpırdadığının işareti olabilir; hababam bir cevizli, bir zeytinli, bir haşhaşlı ekmek hamurlarıyla cebelleşesim varsa sıkıntı katsayım normal seviyeleri aşmış demektir; mevsimin tüm meyvelerinden olduk olmadık reçel kaynatasım varsa evcimen ruhumda bir kabarıp taşma halleri mevcut olabilir; böyle bir tutam ondan, bir tutam bundan elime geçenleri tencereye atıp aynı bir büyücü misali çorba kaynatasım varsa içimde de kaynayan bir şeyler var ve onların da tıpkı çorba gibi dumanı tütmekte demektir.

Ve ben işte bu aralar biraz bu son haldeyim. İçimde tutam tutam duygular, aynı çorba gibi; biraz sıkıntı; fazlasıyla özlem; çokça telaş; diplerde, derinlerde kalmış küf kokulu hayalkırıklıkları; yağmurda sızlayan romatizmalar gibi ara ara sızlayan kalp yaraları; yakın gelecek planlarından çokça duyulan heyecan, azıcık korku, biraz merak... Böyle işte, say say bitmez. O yüzden elime ne geçse kaynatasım var, sonra da bir pencere kenarı koltuğuna tüneyip kaşık kaşık hem içimi, hem de midemi kavurasım...

Aynı saniye içinde hem gözlerimi yaşartıp hem de kahkaha atabilecek potansiyelde bir ruh haline sahip olmak bazen çok yorucu. Genelde bu karmaşalarımı da sevip hatta onlardan besleniyor olsam da, böyle bazen doz aşımı olunca yorulabiliyor insan. Lakin yine önemli kararlar aşamasındayım bu aralar. Biraz da bundan bu hallerim. Yakında çıkar kokusu, netleştikçe paylaşır, dökülürüm elbet.


Kendi hikayemin karmaşasından daralıp daralıp başka hikayelere 'kaçmak' yine en büyük zenginliğim. Uzun zaman sonra kütüphanemin derinlerinden çıkardığım bir roman, geçtiğimiz haftalarda çok derinlere götürdü yine beni. Amin Maalouf'un Doğu'nun Limanları... Yıllar önce okumuş olmama rağmen Lale Ablam'ın hatırlatmasıyla yeniden okuyup kaçırdığım pek çok şeyi yakaladığım bir roman...

Amin Maalouf'u oldum olası, insan hayatının büyülü kudretini, insan ruhunun gücünü çok iyi kavramış, kelimelerle arasını direk ve dolaysız kuran bir yazar olarak görmüşümdür. İnsan hikayelerini sever; hayatta yaşanan hiçbir şeyin sıradan olmadığını bilir. Çünkü en sıradan görünenin içinde bile derin bir anlam ve büyü gizlidir.

Doğu'nun Limanları çok etkili bir hikaye. Yaşamın nelere gebe olduğunu, bizi en az biz kadar evrende olan biten her şeyin etkilediğini, hikayemizin topyekün bizler ve çevremizdeki her şeyle birlikte yazıldığını anlatan bir hikaye. Bulun, okuyun. İyi gelecektir. Mutlu bir hikaye olduğu için değil. Mutlu, acı, aşk dolu, hüzünlü, yıkıcı, trajik, keyifli, kısacası hayatın ta kendisi gibi olduğu için...

"Hayat kendi yolunu çizer hep; yatağından edilince hemen bir yenisini kazan nehirler misali" diyor Maalouf. Evet, hayat bir nehir misali buluyor yolunu. Bazen hafif kıvrımlarla ilerliyor, bazen sert dönemeçlere giriyor. Bizse yaşıyoruz o kıvrımlarda, dönemeçlerde, döne döne, göre göre, öğrene öğrene...

------------------

Not: Yani o kadar sıkıcı ki olan biten her şey, gün içinde yazdığım bu yazıyı yayınlamakta tereddüt etsem de sonra yayınla gitsin dedim. Bu memlekette olaylar, vakâlar, kıyametler, acılar hiç bitmez ki, bitmez yani...

14 Ekim 2011 Cuma

Sahi İstanbul, ben 31 oldum da, sen kaç yaşındasın?

30'la aramız pek iyiydi doğrusu. Şikayetçi olmadık hiç kendisinden. Zira en başından kabullenmiş "30'lar çok güzel olacak, pek umutluyuz kendilerinden" demiştik.

Koca bir on yıllık süreçten sadece tek bir 365 günü geride bıraktın diye ne bu "her şey çok güzel olacak" polyannacılığı demeyin. Elbet olacaktır zor zamanlar, oluyor da, ama mesele o değil zaten. Mesele daha oturmuş, daha ne istediğini bilen, ayakları yere daha sağlam basan, keyfini de keyifsizliğini de daha iyi tartabilen biri olarak devam ediyor olmak hayatta. Kendini daha bir tanıyor olmak yani...


Matematiksel düzlemde "30'lar>20'ler" gerçeği sabit ve değişmez olabilir ama ruhsal ve duygusal dünyalar gelmez öyle pek değişmez gerçeklere, sabit kurallara. İşte bu yüzden 20'lerimdeki "yaşlılığımı" bu gün içimde hissettiğim "gençlikle" daha bir anlamlandırabiliyorum. Hayat her zaman ritmik bir düzlemde ilerlemiyor ne de olsa, yalan mı?

30. yaşımın son günü öyle güzel geçti ki harika bir uğurlama yaptık kendisiyle. Doğum günüme çok keyifli bir günle geçiş yapıverdim. Zor bir haftadan sonra ilaç gibi gelen, hani bünyede birkaç haftalık şarj etkisi bırakan türden bir gün. Malum İstanbul'da çanlar "festival" saatinde çalıyor. Gongunu en çok, yolunu Beyoğlu'na düşürenlerin duyabileceği bir saat... Blogger'ın harika kadınlarından biriyle, Lale Hatun'la vurduk adımları İstiklal'e. Program pek afili, gün güzel bir sonbahar, keyifler pek bir gıcır...


İlk Filmekimi filmi Tiranozor'dan önce Balık Pazarı'nın gürültülü hengamesinin içinde huzurlu bir vahâ gibi kalan Üç Horan Kilisesi'ne düşürdük yolumuzu. Yıllar içinde nice dostların güzel günlerine tanıklık ettiğim, pek çok anı biriktirmiş olduğum bu huzur dolu mekana Lale Abla görmek istediği için gelince bir önceki ziyaretim geliverdi aklıma. En son belki bir ay kadar önce Ecem'le geldiğimde mum yakarak dilediğim dileklerimin henüz gerçekleşmemiş olmasından ötürü "yeni mum yakmak yok Zero" dedim kendime. Zira önceki dileklerim çok kalpten ve önemliydi benim için. Dilek kirliliği yaratarak "evren"in kafasını karıştırmak istemedim doğrusu:)

Kilise çıkışı Türkiye'nin ilk çağdaş sanat müzesi Doğançay Müzesi'ni gezme ve Cafe Bunka'da yeşil çaylı kekle pirinç patlaklı çay ziyafeti... Aslında yeşil çaylı profiterol yemeğe gitmiştik büyük bir hevesle. Ama kalmamıştı ve biz de yeşil çaylı keke de büyük bir keyifle evet dedik. O bir yana da, pirinç patlaklı çay insanı doruklara çıkaran bir kokuya sahip. Tadı da güzel ama kokusu olağanüstü. İçindeki mısır patlaklarının çayın buharına karışmasıyla hem görsel hem lezzetli bir şölene şahitlik ediyorsunuz.


Cafe Bunka'nın ortamı da, lezzetleri de harikaydı ama saatler film zamanını gösterince Beyoğlu Sineması'nın koltuklarına bırakıverdik kendimizi. Film Tiranozor. Tam bir sert kaya. İnsanda bıraktığı sorular zorlayıcı. "Sizin şiddetiniz nerde başlar?" diyor örneğin. "Ben şiddetten yana değilim" olur belki pek çoğumuzun cevabı. Benim böyledir mesela. Ama bu filmi izleyince insanın sınırları zorlanıyor açıkçası. Verdiğiniz o "rahat" cevapları, aynı rahatlıkla veremiyorsunuz.

Filmin zorlayıcılığından çıkınca "her zor ânı, lezzetli bir tabak yemek hafifletir" kuralından yola çıkarak vurduk adımları Arap Sokağı'na, bana sorarsanız İstanbul'un en lezzetli falafelcisine. Falafel, humus ve tabuleden oluşan tabak mekandan, hoş sohbet de bizden olunca zaman nasıl geçti hiç sormayın. Gerçekten insan bazen Zaman'ın gaza bastığına kesinlikle inanıyor.


İşte ben 30'u böyle bir günle uğurladım. Ertesi gün doğum günümse, bu günün enerjisinin gazıyla canım dostlarımla, ailemden insanların sarıp sarmalayan sıcaklığıyla o kadar güzel geçti ki, bir insan daha ne ister bilemedim:)

Şimdi günün en şımarık cümlesini kurarak çekiliyorum huzurlardan. O kadar çok insan "iyi ki doğdun Zero" dedi ki, eh bu kadar insanın vardır bir bildiği diyerek iyi ki doğmuşum hakikaten diyorum:)

Sahi, İstanbul, ben 31 oldum da, sen kaç yaşındasın?

9 Ekim 2011 Pazar

İki film arası...

"Nuri Bilge Ceylan'a neden bu kadar hayransın?" diye soruyorum kendime. Her filmini çok sevdiğin için mi? Hayır! Sevmediğim filmleri var, mesela İklimler; sevdiğim ama bazı yönlerini kendi açımdan eleştirdiğim filmleri de var, mesela Uzak, Mayıs Sıkıntısı... Hayranlığımın kantarı, filmlerini sevip sevmemekten değil, onun tavizsiz sinemacılık anlayışından geliyor. Bunu her izlediğim filminden sonra biraz daha iyi anlıyorum.

Günlük yaşamlarında da, sanatta da, iş hayatında da başkalarının dediklerine, değer yargılarına takılan, kendilerini hep üçüncü şahısların bakış açılarına göre değerlendiren, kendine verdiği değeri hep komşunun/ patronun/kayınvalidenin/bakkalın sözüne göre belirleyen insanlarla dolu çevremiz. Hatta biraz dürüst olursak kendimizi de elimizi, kolumuzu, paçamızı, eteğimizi bu sarmala kaptırmış olarak görmemiz çok muhtemel. İşte ben Nuri Bilge Ceylan'a bu yüzden hayranım. Kimin ne dediğine, ne demediğine, beğenip beğenmediğine bakmadan sadece kafasındaki filmleri yapabiliyor olduğu için.


Sinema salonundayız. Uzun bir reklam ve fragman kuşağını geride bırakmış, sonunda filmin başlamasını bekliyoruz. Karanlık, ıssız bir Anadolu kırsalı... Dağın arkasından birden sapsarı kocaman ışıklar belirmeye başlıyor, hırıl hırıl öten motor sesleriyle birlikte. Öyle ki o karanlığın içinden beliren ışıkların yoğunluğu adeta bir alev topunu andırıyor. Neredeyse filmin başı sayılan bu sahne ve Türk sinemasının bana sorarsanız en sert sahnelerinden biri olan o son sahne arasında geçen, film arasını saymazsak iki saat kırk beş dakikalık bir süre... Bir Nuri Bilge Ceylan filmi için çok mu fazla? Filmi izlemeyen biri için kesinlikle evet. Ama izlerken o sahnelerle ve diyaloglarla onlarca şey düşünüp taşınsanız da aklınıza gelmeyen tek şey zaman oluyor. Bir saniyesinden bile kopmadım filmin ki pek çok sağlam aksiyon filminde bile süre üç saate yakınsa arada bir de olsa bakarım ben saatime.

Filmin detayına ve konusuna dair bir şey yazmak istemiyorum. İlgilenen elbet sinema sitelerinden öğrenecektir. Ben sadece bende kalanlara dair iki çift laf etmek isterim. Bana sorarsanız Bir Zamanlar Anadolu'da Nuri Bilge Ceylan'ın şu ana kadarki filmlerinin zirvesidir. İnsan gözlemlemedeki olağanüstü başarısı, diyalogların ve oyunculuğun doğallığı... Şapka çıkarmak yetmez, ötesi gerek.

Doğallık... Evet ben bu filmin en çok doğallığından etkilendim. Bilmesem bunun bir film olduğunu, bir senaryosu, mizanseni, kurgusu olduğunu, karakterlerin yaşamlarına tutulmuş gizli bir kameranın görüntülerinin biraraya getirilmesi olduğunu düşünürdüm çok rahat. Hele o muhtar sahnesi... Fazla iddialı olabilir ama sırf belki o 7-8 dakikalık sahne için bile bu film izlenmeye değer derim. O nasıl bir oyunculuk, nasıl gerçek diyaloglar!

Geçen akşam bir arkadaş sofrasında film üzerine konuşurken arkadaşlardan birinin söylediği cümleyi çok önemsiyorum: öyle aman aman ve iddialı olmayan, girdisiz çıktısız bir senaryo ile nasıl böyle olağanüstü bir film çıkarılabileceğinin örneğidir bu film. Çünkü senaryonun değil, karakterlerinin, diyalogların, insan hallerinin üzerine oturan bir çalışma bu.

Geçen tüm hafta bu filmi izlemiş olmanın izleriyle devam etmişken başka bir filme olan merakımsa bunun üzerine eklendi. Woody Allen'ın Paris'te Gece Yarısı (Midnight in Paris)... Benim hayatımda sinema önemli bir yer tutuyorsa eğer, Woody Allen bunun baş sebeplerinden biridir. Onun hayata, ilişkilere, şehirlere olan bakış açısını çok severim. Yıllarca aşığı olduğu New York'u tutkuyla adeta filmlerinin bir kahramanı yapmış, daha sonra Vicky Cristina Barcelona ile Katalan ışıltısını perdeye taşımıştır. Şimdiyse Paris... Entellektüel, neşeli, romantik sevgili...


Paris, milyonlarca kez beyazperdenin konuğu olmuş, uğruna ne destanlar yazılmış, en şatafatlı, güzel ve seksi Hollywood yıldızlarını bile gölgede bırakacak denli efsaneleşmiş bir karakter sinemada ve pek çok farklı Paris var, pek çok farklı yönetmenin kamerasında. Ama bir de derim ki Woody Allen'ın Paris'ini izleyin. Onun kamerasından o geniş caddelerde, daracık sokaklarda, şirin kafelerde dolaşın.

Woody Allen'ın da tıpkı Nuri Bilge Ceylan gibi çok iyi bir gözlemci olduğunu düşünüyorum. Farkları, yaşadıkları, beslendikleri kültürler. Woody Allen'ın, Amerikan kültürüne, Amerikan yaşam tarzına ve şekilciliğine dair yönelttiği eleştiri okları komik olduğu kadar da trajik boyutta. Tüm film boyunca en espirili sahneler bu anlardan oluşuyor.

Sanata, sanatın renkli ve sıradışı kişiliklerine, örneğin Hemingway'e, Fitzgeraldlar'a, Mark Twain'e, Picasso'ya, Salvador Dali'ye ilgisi olan her Woody Allen severin kaçırmaması gereken bir film Paris'te Gece Yarısı. Çünkü bu film tam bir süpriz yumurta gibi. Her an hangi köşeden nasıl bir tarihi, edebi karakterin fırlayıvereceğinden emin olamıyorsunuz.

İki film ve iki çok sevdiğim yönetmen arasında geçen günlerin bir özeti gibi oldu geçen hafta. Woody Allen, film çıkışı benden bir söz aldı; yaşadığım çağın kıymetini, bugünün nimetleriyle kabul edip seveceğime, özlediğim şeylerle sürekli geçmişe öykünmektense onları bugünümde yaratabilmek için çaba harcayacağıma dair bir söz... Sözümü tutmak için elimden geleni yapacağım!

6 Ekim 2011 Perşembe

Bugün... Bir gün...

İstanbul'da güzel bir sahil restoranında kuytu bir masaya kurulmuş kıpkırmızı saçlı güzel mi güzel bir kadın... Karşısında belki bir arkadaşı, belki bir hayranı, belki bir akrabası... Belli ki sohbet hoş, keyifli. Ne etrafın ilgisi umurlarında, ne de onların etrafa bir ilgisi mevcut. Ne de olsa her gerçek sohbet topyekûn bir özen ister. Onlar o özende buluşmuşlar besbelli.

Amma velakin, restorana giren iki arkadaş 'o' kadını anında farkediverir. Çünkü bazı kadınlar parıldar. Ne bir kuytu saklayabilir onları, ne de güneşten korunmuş bir gölge... Ve o iki arkadaştan biri dayanamaz, iki adımda 'kırmızı büyü'nün yanında alıverir soluğu. Sıcak bir iki cümle, yine sımsıcak bir tokalaşma... Yeter...

Nazlı Eray, siz gerçekten benim bu hayatta tanıdığım en parlak kadınlardan birisiniz. Işıltınız hiç eksilmesin!


Şimdi düşünüyorum da, sanırım mevsimlerin değiştiğini görmek için muhakkak bir parka doğru sürmeli adımları. Onca ağaç, çiçek, çimen arasına dalınca konuşuyor ağaçlar mevsimin rengini. Hele de ağaçların altındaki bir masaya kurulunca konfeti niyetine yağıyor sapsarı olmuş yapraklar. İçilmiş bir bardak çayın yanında birden çok güzel bir dekor oluştuğunu farkediyor ve evet, ben bu ânı yakalamalıyım diyorsun.

Canım kadar çok sevdiğim bir arkadaşımla bir yolculuğa çıktım bugün. O sonbaharın, o sarı yaprakların altında en az 15 yıllık bir yolculuğa... Hayatımın en ferahlatıcı sohbetlerinden biriydi. Bir evin bir kızı, bir evin bir torunu olmuş iki ufak velet 30 yıllık bedenlerinde konuştular da konuştular. Soğuk kış gecelerinde anneanne evinde sarınılan sımsıcak yorganlar, sabah kızarmış ekmek kokusuyla uyanmanın keyfi, o bitmez tükenmez anneanne sıcaklığı, güveni... Buram buram koktu bugün her yanımda.

Ben bugün, sadece 'bugünü' tarihe not düşmek için yazıyorum.

Ben bugün, bu sabah yine bana heyecan veren bir olaya adım attım.

Ben bugün, yine bana çok keyif veren bir romana başladım.

Ben bugün, çoktan gelmiş sonbaharın ortasında yaprakların arasında can dostumla oturdum.

Ben bugün, en sevdiğim yazarlardan birine sımsıcak bir merhaba dedim.

Ben bugün, bütün bunların şerefine eve gelince kendime en sevdiğim yemeklerden birini pişirdim.

Ben bugün, şimdi bu yazıyı yazıyorum.

Ben bugün, birazdan kendimi bol köpüklü bir kahveyle ödüllendirip bu sefer de başka bir yazıya gömüleceğim.

Ve ben bugün, bugünü sonbaharın en güzel günü ilan ediyorum. Yaşanacak tüm diğer güzel günlere duyurulur, daha iyisini yaparım diyen buyursun:)

1 Ekim 2011 Cumartesi

Uykum kaçmadı, kek yapmadım ama yine de yazdım...

"Cehennemde bile huzur bulursun sen. Hemen yemek yapmaya, ekmek pişirmeye, dekorasyonlara başlarsın. Kendi huzurun sensin. Bu ne Fernando'yla gelir, ne de Fernando yüzünden gider."

Son zamanlarda okuduğum bir kitaptan, Venedik'te Bin Gün romanından çok sevdiğim bir alıntı... Amerika'da aşçılık yapan, aynı zamanda da yemek eleştirileri yazan Marlena de Blasi'nin, Venedik'te bir İtalyan'a aşık olması sonucu değişen şehrini, ülkesini, kısacası yaşamını anlatan gerçek bir hikaye Venedik'te Bin Gün. Okursanız hayatınızın romanı olmayacak muhtemelen ama gün boyunca sürekli hatırlamak için elinize, haftalarca hatırlamak için duvarınıza ya da defterinize, ömürlük olması içinse ruhunuza yazılan cümleleriniz olacaktır kesinlikle.


"Kütüphanemden kendi elimin ve gözümün değdiği ve yaşıyla olmasa da tutkularıyla bana seni hatırlatan bir kitap getirmek istedim sana" diye çantasından çıkarıp bana bu romanı uzatan güzel insana da burdan bir kere daha teşekkür!

Yüzeyden değil gerçekten yürekten tutkulu mutfak sevdalılarının ortak bir yanı sanırım en kötü zamanlarda bile huzur bulabilmek için o ateşin, korun, hararetin çok yüksek olduğu dört duvarın, mutfağın içine dalıvermek... İlla kötü ya da sıkıntılı olması da gerekmiyor zamanın, çok abuk subuk bir an da olabilir. Mesela bu sayfalara yazılmış bir Uykusu Kaçmış Kadın Keki vardır ki, en sevdiğim keklerimden biridir ama sanmayın ki malzemesinden, sütünden, çikolatasından; tamamen yapılış saatinden... 2,5 yıl kadar önce uykusu kaçan Zeren'in sabah 4'te zınk diye uyanması sonucu birden kek yapmaya karar vermesi ve o gün kolunun altında koca bir paket kekle iş yerine gidip ofis arkadaşlarıyla çaylar, kahveler hep birlikte keki mideye indirmeleriyle sonuçlanmış bir mutfak macerası olarak tarihe geçmiştir. Adı da bu yüzden tarafımdan "Uykusu Kaçmış Kadın Keki" konulmuştur:)

Mutfak maceralarından terapi etkisi uman tek insan evladı olmadığımı çok iyi biliyorum. Mesela Deniz Alphan'ın Mutfakta Erkek Var kitabında okuyorum ki, zamanında Ali Poyrazoğlu aşk acısını unutabilmek için bir arkadaşının tavsiyesi üzerine mutfağında günlerce reçel kaynatmış:) Yüreğinin acısını, eve yayılan o muhteşem şekerli kokularla dindirmeye çalışmış. O yürek acısı öyle kolay kolay dinmez, çünkü gerçekten aşk acısı çekerken acıyan, ağrıyan bir şeydir yürek; aşkın, gerçekten kalple ilgili bir duygu olduğuna inanmamı sağlayan bir acıdır o, aşk acısı çeken insan yüreğinde gerçekten fiziksel olarak bir ağrı hisseder, bilirim ama yine de hoş, ne diyim! İşe yaramıştır, yaramamıştır, orası başka mevzu da, onu unutmak için günlerce reçel kaynattım demek bile hoş yıllar sonra.

Ve eylül güzel bir finalle ekime devriliverdi. "Bu gece uyumamak gerek, çünkü bu gece Eylül'ün son gecesi" diye yazmıştı dün Küçük İskender:)

Gerçek bir sonbahar yaşıyor İstanbul. "Filmekimi'nin biletleri satışa sunuldu" diye çaldı 1 Ekim'in gongu bugün. İzlemek istediğim film sayısı yine oldukça fazla ve biliyorum ki çok azını izleyebileceğim ama biri var ki ona biletimi aldım, ne yapıp edip gitmek istiyorum.


Tost (Toast) İngiltere yapımı, çok keyif alacağımı düşündüğüm bir film. "Kokular ve tatlarla örülü bir çocukluk... Yemeğe âşık, anne-babasından çok, bahçıvan ve temizlikçiye yakın bir çocuk... Limonlu bezeli kekler ve otuz yıl sonra ülkenin en sevilen yemek yazarı olacak Nigel Slater'ın gözünden 1960'ların İngiltere'si..." İKSV tanıtım kitapçığından filme dair kısa bir not... Şimdi bu filmi izlememek bana yakışır mı? Yakışmaz! O yüzden biletler alındı, yerimiz garantilendi, geriye sadece o günü beklemek kaldı:)

Venedik'te Bin Gün'den bir alıntıyla başlamıştım yazıya, yine ordan bir alıntıyla bitsin o zaman. Gitmeden... Ekim, bereketin bol olsun, olur mu?

"Bir şeylerin gerçekliğini sadece sabahın üçünde anlayabileceğini söyleyen bir kadın tanıdım. Sabahın üçünde de kendini seviyorsan, sabahın üçünde de kendini sevdiğin kadar sevdiğin biri yatağındaysa, kalbin sessizce göğsünde atıyor ve ne periler, ne de gölgeler odada dolanıyorsa, bu büyük olasılıkla her şeyin yolunda gittiğini gösterirmiş. Sabahın üçünün, insanın kendine en zor yalan söyleyeceği zaman olduğunu anlatırdı."