4 Aralık 2008 Perşembe

Sahiplerini Taklit Eden Evler

Evler üzerine düşünüyorum bu aralar. Çünkü evler üzerine okuyorum bu aralar. "Evler ve sahipleri çok zaman birbirlerini taklit ederler" diye yazmış Murat Belge Boğaziçi'nde Yalılar, İnsanlar isimli kitabında. Sahiplerini taklit eden evler, onlarla birlikte zenginleşen, fakirleşen, bolluğu da, kıtlığı da, çokluğu da, azlığı da hep sahipleriyle yaşayan evler...

Evi, en yalın aynasıdır insanın. Ben bir insanı gerçekten tanıdığımı onun evini gördüğümde hissederim. Evine giydirdiği her ne varsa, duvarındaki tablodan, perdesinin rengine, dağınıklığından düzenine, mutfağında pişenden, dinlenen müziğe kadar her şey ruhunun bir yansıması, bir aynasıdır. İşte bu yüzden taklit eder evler ve sahipleri birbirlerini.

Gezdiğim gördüğüm bütün yerlerde, bir semtten başka bir semte gidiyorken bile öncelikle dikkat ettiğim o yerin, o semtin evleridir. Öyle evler, öyle sokaklarla karşılaşırsınız ki, cansız bir şeyin bile ruhu olabileceğine ilk görüşte inandırırlar sizi. Cunda, balkonlarından begonviller sarkan, kimi terkedilmiş, kimsesiz kalmış, cumbalı Rum evleridir benim için. Moda, duvarlarını birbirine dayamış, ikiz kardeşler gibi dip dibe yaşayan iki katlı ahşap evlerdir. Kapadokya, serin duvarların içinde nemli sedirlerde oturup üzüm suyu içtiğim peri bacalarından evlerdir. Her biri kalbime ve beynime öncelikle bu resimlerle yerleşmiştir.

Şimdilerde sokağın başından sonunu gördüğünüz, sağlı sollu iki-üç katlı evlerin dizili olduğu sokaklara pek rastlanmıyor. Her yanı bir örnek 10-15-20 katlı devasa apartmanlar 'süslemekte'. Halbuki eskiden bayramın seyranın yaklaştığı, sokaklara taşan yemek kokularından anlaşılırmış. "Çocukluğumda, yılbaşına üç dört gün kala Yedikule sokakları soğan kokusundan geçilmezdi" diyor Takuhi Tovmasyan Soframız Şen Olsun kitabında. Cümle alem, Türk'ü, Ermeni'si, Rum'u bir elden sarmalar, topikler, midye dolmalar yapmaya girişince hangi eve girse aynı kokuyla bayram edermiş burunlar; en toku bile nasıl olup da midesinin birden kazınmaya başladığını anlayamazmış.

Ben sokaklardaki yemek kokularını değil, apartmanlardaki yemek kokularını izleyerek büyüyen bir kuşaktanım. Ama ne yalan söylemeli, yine de şanslı bulurum kendimi. Apartman hayatının da en güzelini, en kıymetlisini yaşayarak geçti çocukluğum. Her katında 4 dairenin bulunduğu, enden geniş, boydan kısa 4 katlı bir apartmandaydı içine doğduğum ev. Ve ne kadar ilginçtir ki apartmanımız, nüfusun yüzde 80'ini teşkil etmeleri açısından tam bir 'şendullar' apartmanıydı. Kat komşularımızın hepsi, altımız, üstümüz, hep eşlerini kaybetmiş ve yalnız yaşayan, yaşları da ortalama 70 civarında olan bayanlardı. Ve bendeniz, apartmanın veledi şeklinde sayıları 10'u bulan bir nineler topluluğuna sahiptim. Nasıl şımartıldığımı, nasıl o evden eve yeni maceralara atıldığımı siz tahmin edin artık.

Eski insanların mutfakları bir başka olur, hele de her biri Anadolu'nun farklı farklı kültürlerinden gelip o zengin lezzetleri kendi ufacık mutfaklarına sığdırmaya çalışıyorlarsa... Asansörü olmayan apartmanın taş merdivenlerini çıkarken sırasıyla her kattan gelen kokuları takip eder ve çalışan anne babamı düşünerek pişirdiklerini her akşam bizimle de paylaştıkları için bu kokuların izini sürerek akşamki sofranın hayalini kurmaya başlardım.

Bir çocuk için pek çok zenginliği tadabileceği kocaman bir evdi apartmanımız. Komşularımızla kocaman bir evde yaşıyor gibiydik. Aslında çıkmaz sokak olmasından dolayı bir nevi sokağımız da öyleydi ya, içinde yaşayan insanlardan ötürü bizim apartman bir başkaydı. Bunu hep hissettim, yaşadım.

Sobalı olan evimizde kışlar benim için ayrı bir şenlik havasında geçerdi. Şimdi anne ve babama bunu söylediğimde "ah sen onu bir de bize sor" deyip zorluklarından, çektikleri eziyetten bahsediyorlar ama biliyorum ki, aslında onlar için bile ayrı bir sıcaklığı vardı o dönemlerin. Kışları, soba içinde bulunduğu salondan başka bir yeri ısıtmadığı için ailecek hepimiz salona sığışmak zorunda kalırdık. Soba başında, yer yataklarının üzerinde yuvarlanarak geçirdiğim, kahkahanın, bilimum oyunların gırla gittiği o geceler çocukluğumun en güzel hatıraları arasında. O soba evin her yanını ısıtsaydı ya da ev kaloriferli olsaydı biz o geceleri yaşayamayacaktık ki, bu benim çocukluk keyfimin yarısını yaşayamamam demek olurdu.

11 yaşımda bizim olmayan bu evden, artık bir ev sahibi olarak bizim olan bir eve taşındık. Ve o günden bu yana iki kez daha ev değiştirdik. Hepsi bizim olan bu evlerin hiçbiri, bize ait olmayan o ev kadar 'benim' olmadı. Kendimi hiç ait hissetmedim, ruhlarımız hiç örtüşmedi. O evden ayrılırken salya sümük ağlamamın ama diğerlerinden taşınırken bir burukluk bile hissetmememin nedeni de sadece 11 yaşımın çocukluğu değildi. Hala soba dendi mi içim gider, ne zaman bir yer yatağında yatsam, o yaşlarımın neşesini ararım içimde. Taklalar atmak, oyunlar oynamak, masallar dinlemek isterim.

Bakın ne demiş Behçet Necatigil:

Evlerin çoğu eskidi gitti, tamir edilemedi,
Evlerin çoğu gereği gibi tasvir edilemedi.
Kimi hayata doymuş göründü,
Bazıları zamana uydular.
Evlerin içi oda oda üzüntü,
Evlerin dışı pencere, duvar.