28 Kasım 2008 Cuma

Hatay Meyhanesi ve Bir Gece

Serin bir yaz akşamı, omuzlarımda eflatun renkli bir şal, hafif esen rüzgarın kulağıma taşıdığı gramafondan gelen bir şarkı... Eskilerden... İlk kez giydiğim beyaz elbisem, masadaki çiçekleri kıskanmışçasına üzerine mavi/mor çiçekler kondurmuş... Anason kokusu, ben adına mutluluk demişim. Serin bir kadeh rakı, bakır bir ehlikeyfin içine yerleşmiş, ben adına keyif demişim.

Masada tabaklar, beyaz bir örtü üzerinde... Olmazsa olmazlardan beyaz peynir ve kavun. Gerisi "rakı mezesiz olmaz" denip seçilmiş, ama benim için sadece bir teferruat. Ben o âna dalmışım, sadece onu yaşamak istiyorum, bana eşlik edenle, bana eşlik edenlerle.

Sandalyemde daha evvel oturmuş kişileri hayal ediyorum. Cemal Süreyya mı, Ece Ayhan mı, yoksa Behzat Ay mı? Acaba bu masada kaç şiir yazılmıştır diyorum. Şu sağımdaki duvarda yazılı olan olabilir mi?

Özgürlüğün geldiği gün
O Gün ölmek yasak!"*

Ya da solumdaki?

"Sen el kadar bir kadınsındır
Sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
Bazı ağaçlara kapı komşu
Bazı çiçeklerin andırdığı
İş bu kadarla bitse iyi
Bir insan edinmişsindir kendine
Bir şarkı edinmişsindir, bir umut
Güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
Saçlarınla beraber penceredeyken
Besbelli arandığından haberli
Gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
Sevgili"**

Kadehimi tokuştururken sevgiliyle, karşı masadan bir kadehin de uzanmasını bekliyorum havaya "cümlemizin şerefine" diyerekten. Dizeler okumasını istiyorum, kimi o an orada yazılmış, kimi bellekten bir anıyla kopup gelmiş. Tıpkı eskiden olduğu gibi... Tıpkı bu meyhanenin eski müdavimlerinin, bir anda masalardan birinden kopup geliveren şiir salvolarına hiç şaşırmamaları, hep alışkın olmaları gibi.

Mekan Hatay Meyhanesi. Ama artık içinden kopup geliveren şiirleri, bir yudum eşliğinde diğer masalarla paylaşan kimseler yok burada. Çünkü artık Cemal Süreyya'lar yok, Ece Ayhan'lar yok.

Hatay Meyhanesi işte böyle şiirleriyle, şairleriyle, hikayeleriyle ünlenmiş bir meyhane. Ve İstanbul'da kendine özel bir defteri olan da, en azından benim bildiğim tek meyhane. 1983'ten beri Cemal Süreyya başta olmak üzere Ece Ayhan, Behzat Ay, Necati Tosuner,İsmet Kemal Karadayı, Feyyaz Kayacan gibi pek çok şair, gazeteci ve yazar çizerin uzun yıllar boyunca neredeyse her gece takıldığı bu meyhane, bu yıllar boyunca 11 ciltlik üç bin küsür sayfadan oluşan kocaman da bir külliyat biriktirmiş. Hatay Meyhanesi'nde defter tutma geleneğini Cemal Süreyya başlatmış. Yazılan şiirlerin, efkârlı sözlerin, aşk itiraflarının sahipleri hep başka başka kişiler olmuş da, değişmeyen eşlikçi hep o bir kadeh rakı olmuş. Ne yazık ki artık basımı yapılmayan bu kitabı zamanında edinmiş bir tanıdığım bana, kitabın sayfalarından resmen anason kokusu aldığını söylemişti. Belki bu sadece bir yanılgıydı ama belki de binbir çeşit ruh halinin hezeyanları olan o satırlara gerçekten de sinmişti anason kokusu, kim bilir!

Ne yazık ki, çok aramama rağmen neredeyse bir dönemin kültür tarihinin basılı belgesi olan bu kitaba sahip olmak imkansız. Bizzat meyhanenin sahiplerinden de öğrendiğim kadarıyla artık basılmıyor. Zaten Hatay Meyhanesi'ne artık mekanın tarihini bilerek gelenler de çok fazla değil. Bütün duvarlar, objeler, gramafonlar, bakmasını bilene o tarihe dair çok fazla şey söylüyor gerçi ya, dediğim gibi bakmasını bilene.

İki yıl evvel bir gecemi, neredeyse yirmi yıl evvelini, atılan o kahkahaları, söylenen şarkıları, okunan şiirleri düşünerek, hayal ederek, zamanda bir yolculuk yapmaya çalışarak geçirmiştim bu mekanda. Şimdi nereden mi aklıma geldi? Sevgili Funda'nın sayfasında Cemal Süreyya'nın çok sevdiğim bir şiirinden satırları görünce aklıma hemen o gece ve Hatay Meyhanesi düşüverdi. Orda olmayı istedim yeniden. Üstümde yine o beyaz elbise, omuzlarımdan dökülen o eflatun şal, şarkılar, mezeler, anason kokusu...

Fundacım izninle 8.10 Vapuru şiirinin çok sevdiğim satırlarına burda da yer vermek istiyorum.

Sesinde ne var biliyor musun
Ev dağınıklığı var
İkide bir elini başına götürüp
Rüzgarda dağılan yalnızlığını
Düzeltiyorsun.
Sesinde ne var biliyor musun

Söyleyemediğin sözcükler var
Küçücük şeyler belki
Ama günün bu saatinde
Anıt gibi dururlar
Sesinde ne var biliyor musun

Söylenmemiş sözcükler var***


*Cemal Süreyya - Tek Yasak
**Cemal Süreyya - Balzamin
***Cemal Süreyya - 8.10 Vapuru

26 Kasım 2008 Çarşamba

Eski Günler, Eski Anılar, Eski Yeşilköy...

Son günlerde ne kadar yazmak istediysem de üç beş satır, bir o kadar da istemedim. Her daim çelişir ya içimde bir şeyler, son zamanlar hep hareketsizlikten yana kullanıyorum tercihimi. Çıkmak için bu çetrefilli durumdan yeni yeni girişimlerde bulunsam da, habire patinaj çekiyor içimde bir şeyler.

Yeni bir kitabın başına oturuyorum, ama dakikalar boyu sürekli aynı satırları okuyorum. Bir şeyler pişireyim, fırından çıkacak sıcak bir ekmeğin kokusu kesin keyfimi yerine getirir diyorum, on kere vazgeçip on kere niyetlenerek habire mutfakla salon arasında mekik dokuyorum. Bir filmin karşısında iki saat boyunca hareketsiz oturma fikrine tahammül edemediğim için film izlemeye niyet bile etmiyorum. Adı üzerinde 'keyifsizlik' işte... Geldiği gibi gideceği günü beklemek en iyisi diye oluruna bıraktım artık.

Ve geçenlerde bir gün 'keyif' isimli eski dost Yeşilköy semalarında bir evin içinde beni bekler çıktı karşıma. Eski, ahşap, cumbalı, buram buram tahta ve tarih kokan bir evin içinde...

Kahvaltıya davetliydim ve evin pamuk gibi tatlı mı tatlı, tam bir İstanbul hanımefendisi olan sahibi ile ilk kez tanışacaktım.

Bir elimde erkencecik kalkıp pişirdiğim bir kutu sıcacık poğaça, bir elimde mis gibi kokan lilyumlar çaldım kapıyı. Sonrası mı? Sonrası, son derece zarif aile yadigarı tabaklarla döşenmiş zevkli bir masa, tavşan kanı çaylar ve eski günlere, eski İstanbul'a, çokça da eski Yeşilköy'e dair sürüp giden uzuun bir sohbet...

Sohbetin taraflarından biri görmüş geçirmiş, iyiyi de kötüyü de tecrübe etmiş, ülkenin dönüm noktalarında kimi zaman çokça canı yanmış biri olunca sohbetin yönü acılara ve hüzünlere de kayıyor elbet. Onlarca yıldır sakini olduğu Yeşilköy'ün faytonlu dönemlerini görmüş yaşamış, çoğu kendisi gibi Ermeni olan gayrimüslimlerle omuz omuza yaşanan kültür zenginliğinin tadına varmış, düzenlenen balolara katılmış bir insan olarak şimdinin bana yine de çok hoş gelen o yeşil semti Yeşilköy bile çok yavan ve 'bozulmuş' geliyordu elbet ona. Tıpkı üstteki kartpostaldaki gibi eski ve uzaktı hatıraları. "Yaşananları konuşmak bana acı veriyor, hastayım artık yavrum ben, dayanamıyorum, konuşmayalım bunları." sözüyle kapattık eskinin canını acıtan tüm defterlerini.

Kahvaltı sonrası ikramlarıysa en az kahvaltı kadar özeldi. Eski insanların pişirdikleri, el emekleri neden hep daha güzel, daha leziz ya da daha özel olur hiç düşündünüz mü? Tarifler, ölçüler, gramajlar?.. İmkanı yok bunlarla açıklayamazsınız. Hani ruhunu da katmak derler ya, yaşanmışlıkları çok olduğu için kattıkları ruhun yüceliği de bir o kadar fazla oluyor. Nedeni bu olsa gerek.

İşte böyle bir ruhla aylar evvel hazırlanıp misafirlere ikram edilmek için bir kenara koyulmuş vişne likörünü tatmak nasip oldu. Ve kesinlikle söylemeliyim, daha iyisini ben içmedim. Şimdilerde mandalina yapacağının müjdesini de verdi ki, vişnenin tadını aldıktan sonra mandalinayı merak etmemek elde değil.

Ama benim için en güzel süpriz likör ikramından sonraydı. Salondaki büfenin derinlerinden çıkan bir şişenin içine eve giderken götürmem için doldurulan likör, hayatımda hiç eksik etmek istemediğim paylaşma duygusunun hazzını yaşattı bana bir kez daha.

Etrafındaki sevenlerinin çokça tekrarladığı gibi "Bu Madam başka Madam!". Gerçekten de çok başka...

13 Kasım 2008 Perşembe

Tarçınlı Havuçlu Kek ve Aşk

Mevzu aşk olunca hayalinizdeki en romantik tanışma sahnelerini sıralayın desem size, bir kitapçıda rastlaşıp tanışmayı kaçıncı sıraya yerleştirirsiniz? Bir sokağın köşesinde çarpışıp karakterlerden birinin elindeki poşetlerin yerlere saçılmasıyla başlayan tanışma sahnesini illa da(!) birinci sıraya koyarım diyeniniz yoksa, biliyorum ki çoğunluğumuz için aşık olacağı kişiyle bir kitapçıda - hele bir de sahafsa bu, yemede yanında yat tadında olur - tanışma hayali oldukça romantik olabilir. Bunlar artık çok klişe, hiç olmazsa hayallerimizde biraz olsun yaratıcı olalım diyeniniz varsa, buyrun hayal sizin, benim için hala - kendi aşkımı kitap fuarında bulmuş olmamdan mıdır nedir - bu 'klişe' romantizm değerini yitirmedi.

Şimdiki sorum kadınlara... Kitapçıda, sokakta, lokantada vs. bir şekilde tanışıp aşık olmaya başladığınız adam size ikinci görüşmenizde koca bir paket kendi elleriyle yaptığı tarçınlı havuçlu kekten getirirse ne hissedersiniz? Kabul edin, kalbe giden yol sadece erkekler için mideden geçmez. Hatta ve hatta bir erkeğin sizin için mutfağa girmiş olmasından da fazlasıyla etkilenirsiniz. Peki neden tarçınlı havuçlu kek de, limonlu kek değil mesela diyeniniz olursa söyleyeyim, tercih benim değil Çağan Irmak'ın. O öyle istemiş, filmine de o şekilde yerleştirmiş.

Evet, aslında bunların hepsi, yani kitapçıda aşk mizansenleri, tarçınlı havuçlu kekle kız tavlama sanatı vs. benim değil Çağan Irmak'ın son filmi Issız Adam'ın senaryosunun parçaları. İki gün önce izlediğim bu filmi baktım ki hala bu sabah kalktığımda da düşünüyorum, galiba yazmak gerek dedim. Üstelik filmin ilk yarım saatindeki gidişat 'bu filmi saate bakmadan bitirebilsem bari' noktasında iken böyle olmuş olması ilginç.

Filme girmeden önce filmle ilgili iki kişinin söylediklerini okumuştum sadece. İlkinde Uğur Vardan Radikal'deki köşesinde Çağan Irmak'ın modern zamanların Türk sinemasına bir 'Love Story' hediye etmiş olduğunu yazıyordu. İkincisiyse bizzat Çağan Irmak'ın kendisinin sözleriydi. Kadınların bu filmden rahatlamış olarak ayrılacaklarını ama filmin asıl erkekleri ağlatacak olduğunu söylemişti. Filmi izlemeden fazlasıyla iddialı bulduğum bu sözlere şimdi katılıyor olmam, üstelik de izlememin üzerinden zaman geçtikçe daha da katılıyor olmam, filmin eksik bulduğum, izlerken inanılmaz gözüme batan bazı hatalarını silip götürdü neredeyse.

İlk yarım saatte Çağan Irmak'ın karakterlerine ettirdiği o şiirsel laflar neredeyse bana kulaklarımı kapattıracak kadar yapaydı. Hani 18yy. İngiltere'sinde geçen bir film olsa - ki o zamanlar bile insanların bu kadar tyatral olduklarından şüpheliyim - mekan İstanbul, Asmalımescit, Galata, Çukurcuma taraflarının modern zamanları olunca ilk yarım saatteki o diyaloglar biraz kulak tırmalıyordu.

Filmin beni çok etkileyen yanlarını açık açık anlatmak, izlemeyenler de okuyacak düşüncesiyle çok doğru gelmiyor ama oldukça 'kentli', rahat ve sorumsuzca yaşayan, her gece başka bir kadınla son derece duygusuz ilişkiler kuran, an'ı yaşayayım derken hayatın kendi yanından akıp gitmesine göz yuman yalnız bir adamın hikayesi Issız Adam. Kendisinin bile farkında olmadığı bu yalnızlığın tam ortasına düşüveren adı Ada olan aşk, hayatın hep uzak durduğu kıyılarına sürüklüyor onu. Biriyle birlikte uyumanın sıcaklığına varıyor, el ele tutuşmayı, birlikte yürümeyi, hatta ve hatta seksi değil ama sevişmeyi öğreniyor.

Ama... Her şeyin sonundan gelen bir 'ama' vardır ya. O 'ama' da, izlemek isterseniz sinema salonlarında sizi bekliyor. Belki bu düşünceme katılmayanlar olacak ama Issız Adam benim için Çağan Irmak'ın en iyi filmi oldu bile.

5 Kasım 2008 Çarşamba

İstiyorum...

Üst üste dizilmiş koca koca kitaplarımı kucaklayıp soluğu bir deniz kıyısında almak istiyorum.

Bir koca demlik çay başucumda, bütün gün kitaplarıma gömülmek istiyorum. Başımı kitaplardan sadece, maviliklerde uçuşan martılarla ara sıra göz göze gelmek için kaldırmak istiyorum. Dilerlerse çayımın yanına katık ettiğim simidimi de onlarla paylaşmak istiyorum.

Kitap fuarına bu kadar uzak olmayan bir evde oturmak istiyorum. Kitap fuarının bir hafta değil, aylarca sürmesini istiyorum.

Sürekli kitap alabilecek kadar çok param olsun istiyorum. Aldığım kitaplarla eve dönerken kitapların ağırlığından kollarımın kopmasını istiyorum.

Kredi kartı ekstremde saçma sapan harcamalar yerine hiç olmazsa kitap ya da film harcamalarını görerek rahatlamak istiyorum.

Eve dört duvar bir kütüphane yaptırmak istiyorum. Ortasına da koca bir çalışma masası ve okuma koltuğu kondurmak istiyorum. Her içeri girişimde kitapların o büyülü havasını koklamak istiyorum.

Okuma hızımdan daha hızlı bir şekilde çoğalan kitap listemin hızına yetişebilecek kadar hızlı ama bir o kadar da dopdolu bir okuma temposuna sahip olmak istiyorum.

Eşe dosta herhangi bir zamanda ne hediye alsam diye düşünürken bir çırpıda "Kitap!" diyebilmek istiyorum. Ne hediye alacağımı değil, hangi tür kitapları okumaktan hoşlanabileceğini düşünmek istiyorum.

Sevgilimle yağmurlu bir kış gününde, berduş bir sahil kahvesinde sadece kitap, dergi ve sohbetten oluşan bir gün geçirmek istiyorum. Aynı kitabın, aynı satırlarından, aynı anda keyif almak istiyorum.

İstiyorum da, istiyorum...