28 Nisan 2009 Salı

Mucizevi Mandarin

"Yaşlı ve çirkin bir mandarin*, karşılığını parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel ama taş kalpli bir fahişeye gitmiş. Sabaha karşı yaşlı adamın uykuya dalmasını fırsat bilen genç kadın, soyguncu dostlarını çağırmış. Ne var ki mandarin, tilki uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı koymaya, dövüşmeye başlamış. Haydutlar hem kalabalık, hem de işinin ehliymiş. Onu kolayca köşeye sıkıştırmışlar. Ancak ne kadar vururlarsa vursunlar, bu zayıf, çirkin bedende yara açılmadığını, can alıcı darbelerin iz bırakmadığını görmüşler. Bıçaklarını, kılıçlarını çekmişler ama en keskin bıçak, en acımasız kılıç bile mandarine hiçbir şey yapamıyormuş. Sonunda korkup kaçmışlar. Dövüşü izleyen kadın, yaşlı adamın mucizevi gücünden etkilenmiş, bir kez daha, bu sefer aşk adına sevişmek istemiş. Onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış. Gel gelelim, güzel kadının her dokunuşunda mandarinin bedeninde yeni bir yara beliriyormuş; dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar. İçten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar. Sonunda mandarin, kanlar içinde kadının kollarına yığılmış, ölmüş".

Toplasanız 20 satır etmeyecek denli kısa olan bu öyküde anlatılan bu duygu yoğunluğunu belki sayfalarca uzun bir romanda hissedemezdim.

Aslı Erdoğan'ın Mucizevi Mandarin adlı öykü kitaındaki bu öyküyü trafik maceralarımdan birinde otobüste giderken okumuştum. Sıkışık bir otobüste ayakta, camın dibine tükenemiş, bir yandan düşmemeye, bir yandan da azimle okumaya çalışırken olanlar olmuştu.

Toplu taşıma araçlarında her koşulda kitap okumaya alışkın bir insanım. Ne konsantrasyon sorunum olur, ne mide bulantısı. Ama benim gibi bazen okuduklarının etkisiyle kitlenip içinde bulunduğu ortama anında yabancılaşan biriyseniz, çok fena! Ne ineceğim durak kalıyor, ne etrafımdaki insanlara karşı bir farkındalık... Bu alemden kopup, kendimin de tam olarak nereler olduğunu bilemediğim başka alemlere gidiyorum. O hikayenin bana düşündürdüğü insanlar geliyor aklıma. Geçmişimden, adını sanını çoktan unuttuğum bir simâ fırlayıveriyor, hatırlatıyor kendini. Ya da hiç yaşamadığım, hiç yaşamayacak olduğum, hatta bazen var olmayan dünyalara gidiyorum. Böyle olsaydı nasıl olurdu acaba yaşamımız diye cümleler kuruyorum.

Bu öykü de son zamanlarda beni kendimden geçiren, içimden bir şeyleri alıp götüren öykülerden biri oldu. Kimler kimler gelmedi ki aklıma. Sonra kendimi düşündüm. Bende ne kadarı var acaba bu zırhların dedim. Yoksa hiç yok mu? Peki olması mı iyi, olmaması mı?

Hayatın acımasızlığına, silahlara, bıçaklara, kılıçlara karşı kendini korumaya almış, adeta dışında bir zırh yaratmış bir insan, sevgi ve şefkat gördüğünde bütün zırhlarından arınıyor ve özünde aslında o hiç zarar vermediği sanılan darbelerden nasıl da yaralanmış olduğu ortaya çıkıyor. Kaç kişi var böyle etrafınızda tanıdığınız? Onu, zırhlarını çıkarmasını sağlayacak kadar çok sevmeniz halinde buna dayanamayıp öleceğini bilseniz, yine de sever miydiniz, sevebilir miydiniz? Peki ya neden böyle zırhlarla örmek zorunda kalıyor insanlar yüreklerini, bedenlerini, zihinlerini?

Son cümlelerim de yine bu kitaptan olsun:

"Seni nasıl böylesine hırpaladılar? Aşk sözcüğünü duyar duymaz karmakarışık korkulara kapılıp gitmene; iki insanın birbirine en yakın olması gereken zamanlarda, uçuruma yuvarlanır gibi kendi içine dönmene; bakman, istemen ve sorman gerektiğinde başını öne eğmene; bedenin çırılçıplakken kafanı yastıkların altına gömmene kim neden oldu? Senden neyi esirgediler?" Bütün bunları soran Sergio elbette. Benim yanıtımsa uzun, bitimsiz bir suskunluk).

*Mandarin: Çin'de devlet memurluğu yapan kişilere verilen ad.

21 Nisan 2009 Salı

İki Harika Kadın

Bugün ayın 21'i. Nisan 21... Hiç düşündünüz mü acaba ömrünüzde kaç Nisan daha yaşayacaksınız? 10-20-30-40? Elbette bu, hiçbirimizin cevap verebileceği bir soru değil. Ama kaç olursa olsun, yine de çıkan rakam az değil mi?

Bir süredir kendime sürekli bunları söylerken buluyorum. Belki daha çok Nisanlar yaşayacaksın ama 2009 yılının 21 Nisan'ını bir daha yaşamayacaksın! Öyleyse bugününün kıymetini bil!

Ve bu aralar pek bir söz dinleyesi haldeyim. İçimde konuşan seslerime en çok kulak kesildiğim dönemimdeyim ki onlar da bu durumdan nasıl mutlular bilemezsiniz!

İşte bu iç seslerimin beni yönlendirmesiyle bu aralar evimle aramız biraz açık durumda. Kendisiyle pek vakit geçiremiyorum zira. Otel muamelesi görmekten biraz dertli olarak ara sıra "tozumu al, temizlik yap" gibi söylenmelerini duyuyor olsam da kendisini çok fazla taktığım söylenemez doğrusu. Bütün kış fazlasıyla haşır neşirdik, şimdi sıra özlediğim İstanbul sokaklarında... Yani biraz müsade...

Film festivaliydi, oyunlardı, arkadaş toplantılarıydı derken, dün gece de işte böyle bir iç sesi dinlemenin sonunda yolum çok hoş bir mekana düşüverdi. Ama mekanın hoşluğu kendisinden çok, içindekilerin özelliğinden kaynaklanıyordu doğrusu. Kendilerine Tiyatro Kılçık adını veren ve harika insanlardan oluşan bir grup tiyatrocu, Beyoğlu'nun tabir-i caizse yeni kabere mekanı Old City'de buluşmuşlar ve hem kendilerinin hem de izleyenlerin eğlendiği iki saatlik bir oyun sergiliyorlar.

Ayşegül Sıkıntıda ismini verdikleri oyun, skeçlerden oluşan ve sizi güldürmeye programlanmış bir metin. Benim jenerasyonumun pek yetişemediği, eskilerin o kabare kültürünü yansıtan, Metin Akpınar-Zeki Alasya'nın Yasaklar oyununun daha mütevazi hali diyebileceğim bir oyundu Ayşegül Sıkıntıda. Büyük büyük laflar etme derdinde olmayan, amacının sadece gülmek ve güldürmek olduğu eğlenceli bir seyirlik...

Ama oyun kadar, mekanın da bu seyirlik keyfine keyif kattığını söylemeliyim. Old City neredeyse bildiğiniz anlamda bar tanımlamasını hak edecek bir mekan. Sahnenin etrafına kurulmuş bar ortamında oturan izleyiciler, klasik seyirci mantığının dışına çıkarak hem birkaç kadeh bir şeyler içip hem de eğlenceli bir oyun izleme şansına sahip oluyorlar.

Ve tüm bu seyir zevkinin yanında, gözümde devleştirdiğim iki kadın izledim dün gece. Şebnem Bozoklu ve Şeyla Halis, muhteşem oyunculukları, duruşları ve kendine güvenleriyle bana kadın olmanın keyfini yaşatan iki kadın gibi kadındı dün akşam izlediğim. Her ikisini de oynadıkları televizyon dizilerinden zaten tanıyorsunuz, ama inanın sahnedeki o hallerini izlemenin keyfi kesinlikle televizyonda yok.

Ve bu iki muhteşem kadını izlerken dedim ki kendi kendime... Tanıdığımızı, bildiğimizi sandığımız insanların içinde bile ne cevherler saklı... Bunu Şeyla Halis'in, herkesi bir anda hipnotize ediveren o harika sesiyle şarkı söylemeye başladığı sahnede ta içimde hissettim.

Kendinize güzel bir Beyoğlu akşamı hediye edip 21.30'dan sonra da gecenizi keyifli bir oyun seyrederek tamamlamak isterseniz, Ayşegül Sıkıntıda'yı aklınızın bir köşesine yazıverin derim. Mayıs sonuna kadar her pazartesi akşamı Old City'de oynayacak olduklarını da ekleyeyim. Emin olun sıkıntıda olan tek şey Ayşegül, asla seyirciler değil!

3 Nisan 2009 Cuma

Hoşgeldiniz Kırlangıçlar!

Onlarla ilk Ören'deki penceremin pervazına minik yuvalarını yaptıklarında tanışmıştım yıllar evvel, ben ufacık bir çocukken. Ne kuşu olduklarını bilmediğim için anneme sormuştum. Kırlangıç olduklarını o söylemişti. Ve pencere komşum bu sivri gagalı minik dostlarla onlarca yaz geçirdim ardı ardına.

Her sene biz yazlık cennetimizi terkedip kışlık malikaneye doğru yola çıkarken onlar da, kendilerini kışın soğuğundan ve ayazından koruyacak
sıcak memleketlere doğru yol alırlardı. Sonraki yaz, ben yeniden Ege'deki cennetime döndüğümde onları çoktan gelmiş, yuvalarına yerleşmiş ve beni karşılamaya hazır bulurdum.

Böyle böyle uzun yıllar devam etti sessiz dostluğumuz, pencere komşuluğumuz.

Sonra yıllar geçip de hayatın gerçekleri, çalışma yaşamının gereklilikleri beni şehir hayatına mahkum edip doğadan koparınca, nar ağacının ufacık tomucuğundan çiçek olup sonra da kocaman bir meyveye dönüşünü bile dünyanın en muhteşem haberi olarak çığlık çığlığa her yana muştulayan bendeniz, uzak kaldım kırlangıçlardan, nar çiçeklerinden, limon kokusundan , denizden... Doğayla aramıza şehir girdi, hem de zehri insanın kanına bir kere girdi mi bir daha kurtulmasının çok zor olduğu İstanbul şehri...

Aralarda bahar aylarında ya da yaz tatillerinde haftasonu kaçamakları olarak yolumu düşürsem de çocukluk aşkımın şehrine, bir iki günlük ziyaretlerle gidermeye çalışsam da özlemleri, ne kırlangıçların geliş gidişlerini izleyebiliyorum artık, ne de nar çiçeğinin meyveye dönüşünü. O doyumsuz doğal döngüyü yaşayamıyorum, onunla birlikte ben de dönemiyorum, dönüşemiyorum.

Ama geçen akşam eve dönerken gökyüzüne bakasım tuttu ve bir de ne göreyim: onlarcasından oluşan bir kırlangıç sürüsü, gökyüzünü masmavi bir tuvale çevirmiş ve dört bir yana uçarak bizim anlayamayacağımız, belki sadece onların içlerinden bilebildikleri bir öngörüyle resimler çiziyorlar gökyüzüne. Bakakaldım, büyülendim. Özlediğim o günleri hatırladım. Daha doğrusu, ne kadar özlemiş olduğumu farkettim. Neden sadece birini seçmek zorunda kalıyoruz dedim; neden burada kalmak zorunda olduğum için, hatta burayı sevdiğim için diğer sevdiğimden mahrum olmak zorundayım dedim. Dedim de dedim. Ama çözümsüz söylenmelerdi bunlar. Biliyordum bir çıkar yol olmadığını. Ne yardan vazgeçebilirdim ne serden. O yüzden de bir yanım hep eksik, hep özlem dolu; öyleydi ve öyle kalacaktı...

Ve inanır mısınız bütün bunlar olurken ben elimde kitap, hangi satırları okuyordum? Aslı Erdoğan "Mucizevi Mandarin"de diyordu ki "şehir yıldızları saklıyor bizden. Gökyüzünü karanlık bir kuyuya çeviriyor. Kendi ışıklarını baskın kılıyor ve yıldızların ışıklarını çalıyor. Şehrin ışıklarından kamaşan gözlerimiz, binlerce yıldızın ışığını seçemeyecek kadar kamaşıyor".

Nasıl bir tesadüftü? Yoksa bu satırlar mı beni gökyüzüne bakmaya itmişti de, beni eski dostlarla buluşturmuştu bilemiyorum ama hayatın bizim çözemediğimiz o gizinin önünde bir kez daha coşkuyla şapka çıkarmadan edemiyorum.