18 Ağustos 2008 Pazartesi

Filmlerde Yaşamak

Çizgi roman sever miyim? EVET!

Batman'i sever miyim? EVET!

Batman'in en azılı düşmanı Joker'i sever miyim? Heath Ledger'dan sonra kesinlikle EVET!

Malumunuz, Batman hepimizin çocukluk ve gençlik yıllarına damgasını vurmuş efsane çizgi roman karakterlerinin en efsane olanlarından. Kişisel bazda, Corto Maltese'den sonra en sevdiğim karakter de aynı zamanda. Ama ne yalan söylemeli, şu çizgi romanları ne zamanki beyazperdeye taşımaya başladılar, bendeki sevgi de, heves de gıdım gıdım azaldı. Hele de birkaç başarısız örneği gördükten sonra "Üzgünüm ama sizleri çocukluğumda olduğunuz gibi sadece kara kalem üzerinden hatırlamak istiyorum arkadaşlar" diyerek kendilerini geçmişime hapsedip filmlerini seyretmeyi de reddettim çoğu zaman.

Gel zaman git zaman, çoook çok sevdiğim bir yönetmen olan Christopher Nolan'ın hüzünlü ve mağrur karakter Batman'e el atmak üzere olduğu haberleri geliverdi Hollywood semâlarından. Elde değil, aldı beni bir merak. Söz konusu olan Christopher Nolan. Bir tane filmi yok adamın beni benden alıp götürmemiş olan. İçten içe merak duyguları kabardı; takip ettiğim sinema sitelerinde en önce aranan ve okunan haberler sıralamasında Batman haberleri üst sıralara yerleşti.

Sonunda beklenen gün geldiğinde, önceki tecrübelerimden miras kalmış o tedirginlik duygusuyla diken üstünde otururken buldum kendimi yine. Ama dakikalar geçtikçe, her bir kare birer birer aktıkça, koltuğuna rahatça yerleşen, seyrettiği şeyden keyif alan bir seyirci profiline dönüşüverdim. Salondan ayrılırkense hissettiğim şey, gerçekten ilk kez bir çizgi roman uyarlamasını beğenmiş olmanın haz duygusuydu. Bir kere daha beni mahcup etmeyen Christopher Nolan'a teşekkür ettim, ve "Sen ne çekersen çek, ben izlerim Chris'ciğim" dedim, her ne kadar o beni duymamış olsa da.

Filmin son sahnesinden de biliyordum ki, bunun devamı gelecekti. Devam filmlerine tereddütle yaklaşmamı söyleyen ruhumun o tecrübeli yanını, bu sefer Christopher Nolan'a güvenen tarafım susturdu. Eh ne de olsa bir çizgi roman ilk kez sadece görsel efektlerin gücüne teslim edilmemiş, ya da karakterin dramı es geçilerek şamata bombardımanına tutulmamıştı.

Veee... Dediler ki, bu yeni filmde Batman'in en önemli düşmanı Joker de olacak. Üstelik Joker'i de Heath Ledger oynayacak. Yıllar evvel Tim Burton'ın yönettiği filmde Joker'i oynamış olan Jack Nicholsan'ın performansından sonra kimsenin oynamaya cesaret etmediği bu karakter, çok beğendiğim bir oyuncu olsa da Heath Ledger'da biraz fazla sırıtmaz mıydı ki?

Ben merakla yeni Joker'in performansını bekleyedurayım, Joker'den önce bizzat Heath Ledger'ın kendisi oldu beni şaşırtan. 2008'in 22 Ocak'ında, yani dünya üzerindeki pek çok insanın yeni yıl için birbirinden güzel dilekler dilemesinden sadece 22 gün sonra, Heath Ledger New York'ta kaldığı otel odasında ölü olarak bulundu. Tanımasanız da bazı insanların ölüm haberi sizi derinden yaralar. Üzülürsünüz ve elinizde olmadan onu size tanıştırmış olan materyallere yönelirsiniz. Onun için öldü diyorlardı ama 'Benim Heath Ledger'ım' arşivimdeki filmlerin arasında kendine yer bulmuş, hâla yaşıyordu. Brokeback Dağı'nı çıkardım raftan; hüznün iki ayaklı haline dönüşmüş Heath Ledger çıktı karşıma. Ve Candy'de, Monster's Ball'da, Ned Kelly'deki Heath Ledger'lar... Hepsi birden ses verip dile geldiler; biz ölmedik, yaşıyoruz dediler.

Genç, yakışıklı, başarılı ve şöhretli bir genç yıldızın otel odasında ölü bulunmasının uyuşturucudan başka bir nedeni olamayacağına karar vermişti bile medyanın şahinleri. Otopsi sonuçları, eline iyi bir malzeme geçirmiş medyanın varsayımını tamamen yalanlayıp, oyuncunun yanlış ilaç kullanımından ölmüş olduğunu duyursa da, olay medyanın eline epey bir malzeme oldu.

İlgiyle yeni Joker'inin sinemalara gelmesini bekleyen benim ise merak duygumun yanına, bir de hüzün gelip çöreklenmişti. Çünkü Joker, Heath Ledger'in beyazperdede canlandırdığı son karakterdi. Ve ben, insan hayatı ile oyun oynamayı çok seven, eli kanlı Joker'i izlemenin bu kadar hüzünlü olacağını hiç tahmin etmezdim.

Temmuz-Ağustos 2008 tarihli sayısında Heath Ledger'ın hikayesine yer veren Altyazı dergisi, oyuncunun en unutulmayacak performansı olarak Brokeback Dağı'ndaki rolünü gösterse de, benim için Heath Ledger ilk olarak daima Joker olarak hatırlanacak. Sinemanın nasıl değerli bir oyuncuyu yitirmiş olduğunu görmeniz için sadece bu performasını izlemek bile yeter kanımca. Jack Nicholsan'ın daha çok espirili ve matrak bir yapıya büründürdüğü o karakteri alıp, son derece dramatik, hikayesi olan, kaçık ve vahşi bir karaktere dönüştürmüş. Benim kelimelerimin hiç biri o mimiklerin, o surat ifadelerinin, o konuşmaların ustalığını anlatmaya yetmez. Anlamak için tek çare izlemektir derim.

Filme girerkenki hüznüm çıkarken de bana katmerlenmiş olarak eşlik ediyordu. Arşivimdeki filmler arasında yeni bir filmle daha yaşamaya devam edecekti Heath Ledger ama içimdeki bir ses de şunu demekten kendini alamadı doğrusu, galiba Heath Ledger sinemaya zirvesini yaparak veda etmişti. Ve bundan sonra belki hiç bir zaman Heath Ledger olarak var olamayacak ama Ennis Del Mar, Grotowski ya da Joker olarak filmlerde yaşamaya sonsuza kadar devam edecek!

12 Ağustos 2008 Salı

Küçük Mutlulukların Peşinde...

Hiç bir zaman büyüklerinin peşinde olmadım zaten; ben aramadan kendiliğinden gelip beni buluveren küçük mutluluklar başımın tacı oldu. Ama bu aralar beni gelip bulmalarını bekleyecek kadar sabırlı ve sakin bir ruh hali içinde değilim. Hayatı sürekli bir eşeleme hali içerisinde kendimi küçük küçük şımartacak, mutlu edecek arayışların peşinde sabırsız ruhum. Öyle ki, her şeyi de beğenmez, eskiden onu mutlu edebilen pek çok şeyle de mutlu olamaz oldu. Ruh dengemin terazisi bu aralar dengesizlikten yana koyuyor ağırlığını.

Ama olsun, yine de beni mutlu etmeyi başarabilen küçük heyecanları yakalabiliyorum hâla. Kitaplarım... Onlar benim sessiz dostlarım. Sessiz demek de haksızlık olur ya... Kitap okumak istisnasız her zaman bir keyif benim için de, ben'in bana ağır geldiği zamanlarda daha bir teskin edici sanki.

Geçen gün kitaplarımı karıştırırken çok özlediğimi farkettiğim bir koku geliverdi burnuma. Sahaf kokusu... Üstelik yine özlediğim bir arkadaşımın bir sahafta rastlayarak bana armağan ettiği bir kitaptan geldi koku. O an uzun süredir görmediğim o arkadaşımı, Kadıköy'ün daracık sokaklarında keşfettiğimiz avlulu kafelerde ettiğimiz o sohbetleri ve kimi onunla birlikte, kimi onsuz Kadıköy Çarşısı'nda yaptığım sahaf gezilerini nasıl da özlemiş olduğumu hatırlattı bana. Evet, resimde gördüğünüz Dostoyevski'nin Suç ve Ceza romanının 1959 basımı İngilizce baskısı... Canım arkadaşım Ayça'nın, bir sahafın tozlu rafları arasından görüp beni hatırladığı ve her zamanki inceliğiyle bana armağan ettiği o günü hatırlamak, işte o küçük mutluluklardan biriydi bugünüme dair.

Bir de Eylül'ün geliyor olması bir mutluluk benim için. Sonbahar çocuklarının hepsi sever mi Eylül'ü bilmem ama ben çok severim. Ve sanki bu sene daha da bir hevesle bekliyor gibiyim bu kızıl renkli sonbahar güzelini. Neden mi? Bilmem! Belki hayatımda yoluna girmesini beklediğim şeylerin geçen zamana ihtiyacı olduğunu bildiğim için.

Bir de genelde her yazın sonuna doğru aslında sevdiğim bu mevsimin sıcaklarından yavaş yavaş sıkılmaya başlayıp kışın, sanat etkinliklerini kaçırmamaya çalışan bir kent romantiği olan Zeren'i özlediğim için... Yazın, o çok sevdiğim, kışları neredeyse her haftasonu en az bir günümü muhakkak orada geçirdiğim Beyoğlu'na gitme fikri aklıma her düştüğünde, "Uf şimdi bu sıcaklarda da o kalabalık hiç çekilmez" deyip vazgeçişlerimin bir sonu gelmeli artık diyorum. Ve biliyorum ki, Eylül tam da bu özlediğim şeyleri bohçasına koymuş olarak gelecek şehrimize. Ve ben de yavaş yavaş sezonunu açmaya hazırlanan tiyatroların, bu sene muhakkak izlemem lazım deyip not aldığım bale gösterilerinin, sonbaharla birlikte müjdelenen ve önce Filmekimi'yle başlayan film festivallerinin peşine düşeyim. Onlar kaçsınlar ben kovalayayım. Ama onlar hep benim önümden koşsunlar, ben "ona yetişemedim, bu çok pahalı, bilet kalmamış izleyemedim" diye ağlaya ağlaya yakınsam da, onlar hiç bitmesin; ben yakalamakla uğraşmaya sonsuza dek razıyım.

Siz de dışarda sonbahar yağmurları yağarken ya da kışın o ayaz soğuğu camları tıngırdatırken sinema salonlarına tıkılıp uzun zamandır gelmesini beklediğiniz bir filmi hiç bitmesin diyerek izlemeyi, film sonrası sıcacık bir kafeye sığınmak için koşturup ısınmak için çay ve kahveden yardım istemeyi, sevdiğinizle/eşinizle/dostunuzla film sohbeti yapmayı sevmez misiniz? Ne kadar özlemiş olduğumu yazarken daha çok farkettim. Şimdi ise sadece bütün bunların geleceği zamanı hayal etmek bir küçük mutluluk benim için.

Bir küçük mutluluk da bu sabah çaldı kapımı. Her şeyden çok tatile aşerdiğim bugünlerde baktım benim tatile, tatilin de bana geleceği yok, asla denizin yerini tutmayan havuza bırakıyorum denizi özleyen bu bedenimi. Bu sabah klor kokusunu duymaması için burnumla bir anlaşma yaptıktan sonra kapadım gözlerimi, sırtüstü bıraktım bedenimi ve kendimi çok özlediğim Ören'in o denizinde hayal ettim. Nasıl iyi geldi, nasıl mutlu oldum anlatamam. Sık sık yapardım bunu Ören'de denize girerken. Sırtüstü yatar, gözlerimi kapatır ve ben ve deniz haricindeki her şeyi dışarda bırakır, huzur bulurdum. Kışın daraldığın o sıkıntılı günlerde bu anı hatırlayıp huzur bul derdim kendi kendime. Mutfağını kışa hazırlayan hamarat hanımlar misali, ben de bedenimi, zihnimi hazırlardım bu şekilde kışa. Ve hep iyi gelirdi.

O anların ufak bir taklidi olsa da bugün yaşadığım, yine de beni mutlu etmeye yetti doğrusu. Zaten bütün bunlar da olmasa...

7 Ağustos 2008 Perşembe

Yazı Yazmak İstememe Üzerine Bir Yazı

Beni bu havalar bozdu. Evet, evet bu havalar... Yaz aylarının kaçınılmaz rehâveti, miskinliği... Yok yok! Yaz değil de, şu aralar her şeyden çok en fazla kendimle ilgilenmemi gerekli kılan sağlık sorunlarım... Saatinde içilmesi gereken ilaçlar, çaylar, binbir özenle seçilmesi gereken besinlerle özel olarak hazırlanan yiyecekler, saat saat planlanmış robot misali yaşantım... Yok yok, bunlar da değil. Peki ya ne? Belki de bunların hepsi...

Günlerdir iki satırın özlemiyle oturuyorum masa başına. Diziyorum önüme ömürlerini tamamlayamadığım kahramanlarımın hikayelerini, dertlerini. Bir süre bilgisayar ekranıyla kızgın kızgın bakıştıktan sonra ondan medet umamayacağımı anlayıp sevgili daktilomun tuşlarını okşuyorum, tutkunu olduğum o kartuş kokusu getirir belki benden gidenleri diye. Ama yok... Çaremin daktiloda da olmadığını bilsem de, ona öyle kızgın kızgın bakmaya elvermez gönlüm. Kağıtta, kalemde, defterdedir belki de çare diyorum. Büyüyen bilgisayar imparatorluğunun kaçınılmaz bir ferdi olarak ekran karşısında çok fazla zaman harcayıp kendilerini ihmal etmemin âhı sonucudur belki de bu durumum. Biraz ihtimam göstermeli, gönül almalı, sadece onlara biâd etmeliyim belki. Ama yok, öyle de böyle de olmuyor.

Sonra bu sabah dedim ki kendi kendime, madem bu debelenme, bu sıkıntılı ruh hali benim git dememle gitmeyecek, gel bu durumun üzerine karala iki üç satır. Yazıyla bizzat yine yazı yazarak olsun barışman.

İşte bu ruh haliyle, bu kararla yazıldı bu satırlar. İlk önce bu sayfalarda yer almayacaktı; kalacaklardı kara kaplı defterin beyaz sayfalarında. Ama sonra yazıdan bir çığlık yükseldi. "Cümle alemle paylaşmazsan bu hissiyatını, yazdıklarını, barışmanın hakkı teslim edilmeyecektir, bilesin". Kabahatinin utancıyla ne dense söz dinleyecek bir çocuk gibi yazıyorum işte size bu satırları. Şimdi yine döneceğim beni bekleyen diğer satırlara, yarım kalmış hikayelere, denemelere.

Barış çağrımın karşılığını bulması ümidiyle...