Bazı hikayelerin illa tek bir cümleyle başlamasını istiyorsun,
"bir varmış, bir yokmuş" gibi...
Aslında hangi hikayenin başına yakışmaz ki bu cümle? Tüm hikayeler hep bir var olan ve bir yok olandan oluşmuyor mu ki? Her birimiz varlıklar ve yokluklar arasında gidip gelmiyor muyuz ömrümüz boyunca?
Bir kenara not etmeli dediğim günlerden biri daha... Not etmeli ki unutmamalı; not etmeli ki herşeyi manasız bir çöp yığınına çeviren hafızanın elinden ince detayları, kıymetli anları çekip kurtarmalı.
Minicik ama kocaman bir dev kadın tanıdım dün. Minicikliği cüssesinden, devliği yaşama tutunma başarısından gelen... Acayip bir huzurla girdim akşam evden içeri. İlk işim ocağa çay suyu koymak ve bilgisayarı açmak oldu. Sanki hemen, dakika sektirmeden yazmazsam hissettiklerimi, bir toz bulutuna dönüp uçup gidecekti son altı saat.
Kadınların bunca ezildiği topraklarda yaşıyor olmamızdan sebep, hayatının ortasında bir başına dimdik durup varlığıyla yetebilen kadınlar görmekten ayrı bir haz duyuyor insan. Deniz kenarında işlettiği ufak pansiyonunun kâh aşçısı, kâh bulaşıkçısı, kâh temizlikçisi, kâh garsonu olup bir yandan yaşlı anaya babaya yetebiliyor olmak, bir yandan şimdi zeytin mevsimi, zeytin tarlalarına gidip zeytin hasadına katılmak... Bütün bunların yarattığı yorgunluk ve sıkıntıların birikiminden yükselen
"kızımı okutuyorum çok şükür, mimar çıkacak iki seneye" cümlesiyle kocaman dağlar yaratan bir kadın; çıkıyor ve o dağların en tepesine oturuyor.
Dışardan bakıldığında herkesin hayali olan harika bir işi olsa da, herşeyin sadece dışarıdan kusursuz göründüğünün artık çok farkındayım. Ama özellikle de bir kadının gözlerinde
"acaba yapabilir miyim" şüphesinin tozunu dahi görmemek öyle iyi geliyor ki insana. Mal alımı, personel idaresi, kasa, mutfak ve temizlik işleri, müşterilerle iletişim, rezervasyon... İnsan ırkının karınca soyundan gelmek bu olsa gerek diyorum.
Bizim piknik sepetinden çıkanlara o da demlediği çayla katılınca sohbet ilerliyor, hikayesi de daha derinleşiyor. Sadece iki karavanla birkaç tahta masayla başlayıp kazandığı paralarla, çektiği kredilerle mekanı nasıl adam ettiğini anlatıyor. Araya gencecik yaşta trafik kazasında kaybedilen bir kardeşin hikayesi giriyor, mekanın adının nerden geldiğini anlatan. Ve burda paylaşmanın uygun kaçmayacağı kişisel sıkıntılar, üzüntüler...
Bir başına tüm bunların altından kalkabilen bir kadını izliyor olmak, böyle bir yaşama gücüne şahit olmak, dinleyen kişiye güç veriyor da onun yüzündeki yorgunluk, acıyı da, sevinci de, parayı da, parasızlığı da ve tüm bu sorumluluk isteyen yükleri de paylaşmaya ne kadar ihtiyacı olduğunu gösteriyor.
Böyle başlangıçlar yaptığım hikayelerin içinden büyük kahramanlık öyküleri çıkmasının beklenmesinden hep tedirginlik duymuşumdur aslında. Gerçek bu değil çünkü. Akan, yıkan, deviren, sahip olan ve başarılarla dolu hayatlar değil asla benim kasdettiklerim, hayran olup etkilendiklerim. Tersine tüm acıya, sıkıntıya, kimi zaman kişisel hatalar, kimi zamansa kaderin cilvesi olarak gelen dertlere rağmen hep bir şekilde hayatın orasından burasından cimdikleyen,
"hayat ne acımasız" deyip bir köşeye çekilmek yerine inadına inadına kendine yeni fırsatlar yaratmaya çalışan insanlar asıl kahramanlarım. Ringin tam ortasında kan revan olmuş suratına rağmen koçu Rocky'e
"Acı yok Rocky, acı yok Rocky" diye bağırsa da en başta kendisi bilir ki aslında acının âlası vardır da, bazen dayanabilmek için yokmuş gibi davranmak, acıyla birlikte yolunda yürümek gerekir.
Herşeyi bir kenara bırakıp aşçı olmaya karar verişim, ardından Datça'ya gelmemle devam eden sürece de çok insanın bir peri masalı hikayesi olarak baktığını gördükçe yüzüme ister istemez biraz acı-tatlı bir gülümseme gelip oturuveriyor örneğin. Sahip olduğum tüm güzellikler, imkanlar, manzaralar, sofralar, muhabbetler, deniz, çiçek, böcek, sanki her biri bedelsiz, öylesine, durup dururken olmuş ve oluyor gibi. Kimse hiçbir şeyinden vazgeçmeyi göze almıyor ama başkasının imkanlarına da öyle kolay öykünüyor.
"Ne şanslısın" cümlesini bir çırpıda dudaklarından savuruveriyor ama onun savurduğu kadar kolay, durduk yerde gelmiyor o
"şans". Çoğu zaman yaratılan birşey olduğunu unutmak istiyoruz ki, kolay olan şikayet etme imkanı elimizden alınmasın.
"Yaşamayı deneyeceğim" diyerek yaratılıyor mesela kimi zaman. Belki biraz cesaretle ama asla çok parayla değil.
İstanbul'da servet yapıp buralarda hiç çalışmadan yaşamayı tercih edenler yıllarını sevmedikleri yerlere gömerken buralarda da çalışarak yaşamanın mümkün olduğu gerçiğini kimse düşünmüyor. Özellikle İstanbullular'da sanki çalışmak bir tek İstanbul'da mümkünmüş gibi manasızca bir his. Hedefleneni öteleyerek yaşamak, o an için olmasa da eninde sonunda bir gün olacağının "garantisi"ni düşlemek daha risksiz. Şikayet de ediliyor olsa o anki alışılmış 'sıkıcı' ortam (iş, ev, sosyal çevre vs) en azından bildik, tanıdık. Hep istenen, hayali kurulan, gelecekte gerçekleştirmek için para biriktirilen ise büyülü, ışıltılı ama bilinmezlerle dolu, o yüzden de aslında tedirgin edici.
Üç ayda bir sürekli telefon değiştirerek, bir kahveye 10 lira vererek, daha daha lüks evlerde oturmak için on yıllarca süren kredilerin altına girerek, masraflarını küçültmek yerine sürekli büyüterek, önceliklerini bunlardan yana kullanarak olmuyor bu işler. Vazgeçtiklerim karşısında burda sahip olduklarıma bakıp
"aayy ne şanslısın" dendiğinde, orda dur işte arkadaşım. Peki bunların yapılmasına karşı mıyım? Hayır, asla, bana ne. Benim mi cebimden çıkıyor, benim mi cebime giriyor?
Kim nerde, ne zaman ve nasıl yaşamak istiyorsa öyle yaşasın. Tam da bu aslında. Kim nerde, ne zaman ve nasıl yaşamak istiyorsa öyle yaşasın. Sözüm meclisten dışarı ama hakikaten içi kof
"ne şanslısın" yorumlarından o kadar sıkıldım ki! Sanki biri beni İstanbul'dan uzay boşluğuna fırlattı da ben dönüp dolaşıp
"şansıma" Datça'ya düştüm. Hayır, sadece seçtim. Tüm zorluklarıyla, riskleriyle, bedelleriyle ben bunu seçtim; hepimizin hayatlarımızda yaşadığımız pek çok şeyi (çoğu zaman şikayet ettiklerimizi de) kendimizin seçiyor oluşu gibi.
Bundan sonra da hayatımda hep olmasını arzu ettiğim, anlattığım bu güzel kadında da olduğu gibi hayat ikiye ayrılıyor aslında; bir herşeyin sadece görünen yüzü, bir de iyisiyle kötüsüyle, günahıyla sevabıyla gerçek yüzü. Artık kim hangisini görmek isterse... Sanırım herşey bakan gözün sahiciliğiyle alakalı. Artık bazı gözlerin kalple olan bağlantısının kesik olduğundan o kadar eminim ki!