30 Kasım 2012 Cuma

Aşkın romanları

Yekta Kopan'ın bu yazısını okuduktan sonra aklımda uçuşmaya başladı düşünceler. Aşkların romanlarını düşünmeye başladım. Yazının bu konuyla hiç alakası olmamasına rağmen muhtemelen Pal Sokağı Çocukları'nı hatırlamış olmanın sebep olduğu bir çağrışımla gidiverdi aklım bu zamandan öteye. Pek çok şeyin romanıydı çünkü Pal Sokağı Çocukları; çocukluğumun romanı, arkadaşlığın romanı, masumiyetin romanı, savaşa karşı tüm zorluğuna rağmen barıştan yana olmanın romanı ve daha kişisel bir hikayede bitmiş bir sevdanın paylaşılmış son romanı.

Her aşkın bir coğrafyası olduğundan bahseder Altın Kafes'te Nazlı Eray. İlk okuduğumda bu sayfaya yazmış olduğum gibi o aşkın yaşandığı sokaklar, evler, sinemalar, şehir/ler, kafeler, kaldırımlar o aşkın coğrafyasıdır ve işte tam da bu yüzden aşk gittiğinde dar gelir bu mekanların her biri. Bazen kesişir aşkların coğrafyaları, bazen de tertemiz yeni coğrafyalar edinir kendine.

Tıpkı bunun gibi aşkların romanları da var aslında. Birlikte okunmuş, birlikte alınmış, hediye edilmiş, hayatların birbirlerine ait olunmadığı zamanlarında külte dönüşüp sen de oku diye ödünç verilmiş, altını çizdiği satırlardan O'nun izini sürmeye/anlamaya çalışılmış, üzerine kendi altı çizik satırlarının yaratıldığı romanlar...

Kitaplar...

Her yaş üzerine yapışmış yeni hikayelerle atıyor yukarıya kendini. Acı, tatlı, kırık, sahici... Ve her roman kendi hikayesinin haricinde bir de okuyanın o dönemki hikayesini biriktiriyor üzerinde. Bir zamanlar, her yıl dönümünde geride bıraktığımız yıl kadar kitap hediye eden bir sevgilim vardı örneğin. Kitap Fuarı'nda tanışmayla başlamış bir ilişkiden tam da beklenebileceği gibi belki de:) Alacağım hediyeyi önceden bilmek hiç bu kadar keyif vermezdi. Gülümseyerek hatırlıyorum şimdi bu hikayedeki naifliği.

Aşkın coğrafyası yazımda yazdıklarımı bugünümden okuyunca da bir garip oluverdim. Bir seneyi aşkın bir sürede gitmelere uzak bir ruh halinden, sadece gitmenin ruh haline atlamakla kalmadım gittim de üstelik. Gerçi gidişimin o yazıda bahsettiğim türden bir kaçışla hiç alakası yok. Artık kendimi hiç ait hissedemediğim bir 'dünya'dan uzaklaşmak, kendimi uyumlandırabildiğim bir coğrafyayı bulabilme arzusuydu benimki. İşte yazının sihirli değneği... Unutmaya mahkum olduğu anlara nasıl da taşıyıveriyor insanı. Ve hayatımızda hiçbir şey olmadığını, değişmediğimizi, herşeyin hep aynı rutinde gittiğini sanırken aslında nasıl da değiştiğimizi gösteriyor yazı.

Burada yazdığım yazmadığım öyle çok âna gittim ki bugün tek bir yazının düşündürdükleriyle, hatırlanmak istedi sanırım bazı anılar, insanlar... Acı-tatlı beni ben yapan herşeye ve herkese selam olsun!

9 Kasım 2012 Cuma

"Winter is coming" diye diye...

Bir güneş, bir deniz, bir bulut yetiyor aslında çoğu zaman hayat güzel demeye. Hayat güzel, dünya güzel, sadece biz arada saçmalayıp zorlaştırıyoruz, o kadar!


Ya da eve gidip, ocağa bir çay suyu koyup, kitabın müziğinle koltuğa gömülmenin hayalini kuruyorsun, dışarıda belki onlarca saçmalığın arasındayken. Koca bir demlik dolusu çayın tüm insan deliliklerini kapının dışında tutmadaki gücüne şaşıp kalıyorsun. Gözünün önündeki sihirleri göremeyip de hep göğü delen, toprağı yaran mucizelerin peşindeki şeye de insanoğlu dendiğini bir kere daha hatırlıyorsun.

Oturduğum minik çatı katının balkonunun üzerinde tente, şemsiye vs. olmamasından sebep, gökyüzü hareketlerini tüm detaylarıyla izledikçe sanki 32 yıldır bu dünyada yaşamadım da yeni ayak bastım gibi hislere kapılıp gördüklerime abartılı tepkiler verebiliyorum bazen. Gökyüzünün Datça'da yere daha yakın olduğuna yemin etsem başım ağrımaz. Bazen bir bulut geçiyor balkonun önünden (evet, üzerinden değil önünden) az yanaşsa üzerine atlayacağım neredeyse.

Az yanaşsa atlayacağım...

Ömrüm boyunca ilk kez bu mevsimlerde Ege'de - mevsim güz olunca fark önemli olduğu için - hatta güney Ege'de bulunuyor olmamdan, doğanın şehir hayatı haricinde nasıl bir dönüşümden geçtiğine şahit oluyorum. Güneşin olduğu günlerde gündüz hala denize girmek mümkünken akşam en büyük keyfiniz bir kase çorba ve battaniye olabiliyor. Ama bir sonraki akşam bir bakmışsınız askılı tişörtle balkonda sere serpe oturuyorsunuz.


Belli ki Datça'da asla yazla bağını koparmayan güzler yaşansa da ben artık Kasım itibarıyla kendimi kışın gelişine usul usul hazırlıyorum. Kış ritüelleri... Aylardır mutfağıma uğramayan çorbaların, çoğu akşam yeniden ocakta tütmeye başlaması örneğin. Sadece bir iki kase çorbayla geçirilen kış akşamları... Midenin yorulmadığı bir bedenin, kitaptı, filmdi, çaydı derken battaniye altında kolayca uykuya teslim oluşu...


Aslında belki tüm dış sesleri susturup bedeninin sesini dinlese insan, bütünsel rahatlamaya da daha kolay ulaşır. Yazın tüm o hareketliliği, ışıl ışıl canlılığı, geç kararan günlerle ileri çekilen uyku saatleri, içilen içkileri de, uzun süren keyifli sofraları da kendi içinde kolaycacık eritiyor. Beden yediğinden de, içtiğinde de aldığı hazzı kendi canlılığında keyfe dönüştürüyor.

Lakin kış daha hantal, daha bir kalorifer kenarına kıvrılan kedi homurtusunda. İçimiz de dışımız da hep sıcak olanları arıyor. Benim evde her akşam bir sonraki akşamın çorbası kaynıyor ocakta. Üşüyüp de bir an evvel eve vardığında bendenizin ancak bir çorbanın 5 dakika ısınmasını bekleyecek kadar sabrı oluyor çünkü:)


Velhasıl bol bol kitap, film stoklamalı. Hele de gökgürültüsü ve şimşeksiz yağmur yağmayan bu Ege toprağının uğultulu gecelerini sabaha kavuşturabilmek için bir kağıda kaleme, bir de kitaplarla filmlere çok ihtiyaç olacak belli ki.

İki tane de film tavsiye edeyim oldu olacak. Kendinize bir iyilik yapın, Ken Loach'un Angels' Share ile Wes Anderson'ın Moonrise Kingdom filmlerini seyrediverin, tabi hala seyretmediyseniz. Her ikisi de yürek yoğuran cinsten, çok naif filmler.

Bundan sonra artık Angels' Share'i izlemiş biri olarak evimde pişen yemeklerden, içtiğim çayımdan kahvemden eksilen, uçup giden bir şeyler olursa asla ne oldu demeyeceğim. Meleklerin payıdır o! Dedim ya, izleyin:)

7 Kasım 2012 Çarşamba

Merhaba ben Şans, memnun oldum!

Bazı hikayelerin illa tek bir cümleyle başlamasını istiyorsun, "bir varmış, bir yokmuş" gibi...

Aslında hangi hikayenin başına yakışmaz ki bu cümle? Tüm hikayeler hep bir var olan ve bir yok olandan oluşmuyor mu ki? Her birimiz varlıklar ve yokluklar arasında gidip gelmiyor muyuz ömrümüz boyunca?

Bir kenara not etmeli dediğim günlerden biri daha... Not etmeli ki unutmamalı; not etmeli ki herşeyi manasız bir çöp yığınına çeviren hafızanın elinden ince detayları, kıymetli anları çekip kurtarmalı.


Minicik ama kocaman bir dev kadın tanıdım dün. Minicikliği cüssesinden, devliği yaşama tutunma başarısından gelen... Acayip bir huzurla girdim akşam evden içeri. İlk işim ocağa çay suyu koymak ve bilgisayarı açmak oldu. Sanki hemen, dakika sektirmeden yazmazsam hissettiklerimi, bir toz bulutuna dönüp uçup gidecekti son altı saat.


Kadınların bunca ezildiği topraklarda yaşıyor olmamızdan sebep, hayatının ortasında bir başına dimdik durup varlığıyla yetebilen kadınlar görmekten ayrı bir haz duyuyor insan. Deniz kenarında işlettiği ufak pansiyonunun kâh aşçısı, kâh bulaşıkçısı, kâh temizlikçisi, kâh garsonu olup bir yandan yaşlı anaya babaya yetebiliyor olmak, bir yandan şimdi zeytin mevsimi, zeytin tarlalarına gidip zeytin hasadına katılmak... Bütün bunların yarattığı yorgunluk ve sıkıntıların birikiminden yükselen "kızımı okutuyorum çok şükür, mimar çıkacak iki seneye" cümlesiyle kocaman dağlar yaratan bir kadın; çıkıyor ve o dağların en tepesine oturuyor.


Dışardan bakıldığında herkesin hayali olan harika bir işi olsa da, herşeyin sadece dışarıdan kusursuz göründüğünün artık çok farkındayım. Ama özellikle de bir kadının gözlerinde "acaba yapabilir miyim" şüphesinin tozunu dahi görmemek öyle iyi geliyor ki insana. Mal alımı, personel idaresi, kasa, mutfak ve temizlik işleri, müşterilerle iletişim, rezervasyon... İnsan ırkının karınca soyundan gelmek bu olsa gerek diyorum.


Bizim piknik sepetinden çıkanlara o da demlediği çayla katılınca sohbet ilerliyor, hikayesi de daha derinleşiyor. Sadece iki karavanla birkaç tahta masayla başlayıp kazandığı paralarla, çektiği kredilerle mekanı nasıl adam ettiğini anlatıyor. Araya gencecik yaşta trafik kazasında kaybedilen bir kardeşin hikayesi giriyor, mekanın adının nerden geldiğini anlatan. Ve burda paylaşmanın uygun kaçmayacağı kişisel sıkıntılar, üzüntüler...


Bir başına tüm bunların altından kalkabilen bir kadını izliyor olmak, böyle bir yaşama gücüne şahit olmak, dinleyen kişiye güç veriyor da onun yüzündeki yorgunluk, acıyı da, sevinci de, parayı da, parasızlığı da ve tüm bu sorumluluk isteyen yükleri de paylaşmaya ne kadar ihtiyacı olduğunu gösteriyor.


Böyle başlangıçlar yaptığım hikayelerin içinden büyük kahramanlık öyküleri çıkmasının beklenmesinden hep tedirginlik duymuşumdur aslında. Gerçek bu değil çünkü. Akan, yıkan, deviren, sahip olan ve başarılarla dolu hayatlar değil asla benim kasdettiklerim, hayran olup etkilendiklerim. Tersine tüm acıya, sıkıntıya, kimi zaman kişisel hatalar, kimi zamansa kaderin cilvesi olarak gelen dertlere rağmen hep bir şekilde hayatın orasından burasından cimdikleyen, "hayat ne acımasız" deyip bir köşeye çekilmek yerine inadına inadına kendine yeni fırsatlar yaratmaya çalışan insanlar asıl kahramanlarım. Ringin tam ortasında kan revan olmuş suratına rağmen koçu Rocky'e "Acı yok Rocky, acı yok Rocky" diye bağırsa da en başta kendisi bilir ki aslında acının âlası vardır da, bazen dayanabilmek için yokmuş gibi davranmak, acıyla birlikte yolunda yürümek gerekir.


Herşeyi bir kenara bırakıp aşçı olmaya karar verişim, ardından Datça'ya gelmemle devam eden sürece de çok insanın bir peri masalı hikayesi olarak baktığını gördükçe yüzüme ister istemez biraz acı-tatlı bir gülümseme gelip oturuveriyor örneğin. Sahip olduğum tüm güzellikler, imkanlar, manzaralar, sofralar, muhabbetler, deniz, çiçek, böcek, sanki her biri bedelsiz, öylesine, durup dururken olmuş ve oluyor gibi. Kimse hiçbir şeyinden vazgeçmeyi göze almıyor ama başkasının imkanlarına da öyle kolay öykünüyor. "Ne şanslısın" cümlesini bir çırpıda dudaklarından savuruveriyor ama onun savurduğu kadar kolay, durduk yerde gelmiyor o "şans". Çoğu zaman yaratılan birşey olduğunu unutmak istiyoruz ki, kolay olan şikayet etme imkanı elimizden alınmasın. "Yaşamayı deneyeceğim" diyerek yaratılıyor mesela kimi zaman. Belki biraz cesaretle ama asla çok parayla değil.


İstanbul'da servet yapıp buralarda hiç çalışmadan yaşamayı tercih edenler yıllarını sevmedikleri yerlere gömerken buralarda da çalışarak yaşamanın mümkün olduğu gerçiğini kimse düşünmüyor. Özellikle İstanbullular'da sanki çalışmak bir tek İstanbul'da mümkünmüş gibi manasızca bir his. Hedefleneni öteleyerek yaşamak, o an için olmasa da eninde sonunda bir gün olacağının "garantisi"ni düşlemek daha risksiz. Şikayet de ediliyor olsa o anki alışılmış 'sıkıcı' ortam (iş, ev, sosyal çevre vs) en azından bildik, tanıdık. Hep istenen, hayali kurulan, gelecekte gerçekleştirmek için para biriktirilen ise büyülü, ışıltılı ama bilinmezlerle dolu, o yüzden de aslında tedirgin edici.


Üç ayda bir sürekli telefon değiştirerek, bir kahveye 10 lira vererek, daha daha lüks evlerde oturmak için on yıllarca süren kredilerin altına girerek, masraflarını küçültmek yerine sürekli büyüterek, önceliklerini bunlardan yana kullanarak olmuyor bu işler. Vazgeçtiklerim karşısında burda sahip olduklarıma bakıp "aayy ne şanslısın" dendiğinde, orda dur işte arkadaşım. Peki bunların yapılmasına karşı mıyım? Hayır, asla, bana ne. Benim mi cebimden çıkıyor, benim mi cebime giriyor?


Kim nerde, ne zaman ve nasıl yaşamak istiyorsa öyle yaşasın. Tam da bu aslında. Kim nerde, ne zaman ve nasıl yaşamak istiyorsa öyle yaşasın. Sözüm meclisten dışarı ama hakikaten içi kof "ne şanslısın" yorumlarından o kadar sıkıldım ki! Sanki biri beni İstanbul'dan uzay boşluğuna fırlattı da ben dönüp dolaşıp "şansıma" Datça'ya düştüm. Hayır, sadece seçtim. Tüm zorluklarıyla, riskleriyle, bedelleriyle ben bunu seçtim; hepimizin hayatlarımızda yaşadığımız pek çok şeyi (çoğu zaman şikayet ettiklerimizi de) kendimizin seçiyor oluşu gibi.


Bundan sonra da hayatımda hep olmasını arzu ettiğim, anlattığım bu güzel kadında da olduğu gibi hayat ikiye ayrılıyor aslında; bir herşeyin sadece görünen yüzü, bir de iyisiyle kötüsüyle, günahıyla sevabıyla gerçek yüzü. Artık kim hangisini görmek isterse... Sanırım herşey bakan gözün sahiciliğiyle alakalı. Artık bazı gözlerin kalple olan bağlantısının kesik olduğundan o kadar eminim ki!