Hayat kocaman bir tombala torbası. Bir el tarafından çalkalanmış çalkalanmış, belki de bu dünyada hiç yan yana gelmeyecek farklı iki insanı torbadan yan yana düşürüvermiş. Yıllar içinde yaşanan onca güzel şeyle birlikte birbirlerinin hayatlarına dair pek çok güzel şey de yer değiştirmiş. Ondan ona, ondan ona... İki dedesi var sanarak büyümüşken bir tanesi, bir de bakmış bir üçüncü dede daha var artık hayatında. "Yeni dede"yi hiç tanımamış, görmemiş ama çok dinlemiş ve bir gün o dedenin daktilosu kocaman bir armağan kutusu olmuş kapısına gelivermiş.
Gün gelmiş güzel günler tükenmiş. Kötüleri biriktirip çoğaltmak yerine güzellikleri hep "çok" bırakıp kirlenmeyelim denmiş, yollar ayrılmış. Yol dediğin uzun maraton, birleşir de ayrılır da. Ayrılık dediğin çetin maraton, süründürür de diriltir de.
Ayrılan insana en lazım şey en incesinden telli bir süzgeç. Döküp yılları içine bastırıp bastırıp sıkmak tüm yaşanmışlıkları. Süzgecin öbür tarafına geçip "süzülenler" cepte kâr. Kâr hanesinde kimi zaman bir film, kimi zaman bir gülüş, kimi zaman bir eşya. Bir daktilo mesela.
İşte masamın üzerinde eski, anılarla yüklü böyle bir daktilo. Anıların son demi bana, öncesi ise hiç tanımadığım ama hakkında çok şey duyduğum, ruhu şad olsun kıymetli bir insana, bir dedeye ait.
Önüm arkam, sağım soluma kelime derken, kafamı çevirdiğim, elimi attığım her yerde bu aralar kelimelere çarparken çıktı daktilom yine yerinden. Madem bunca kelime doluyum, kelimelerin de kendi şölenlerini, resmi geçitlerini yapma vaktidir o zaman. İzin vermeli, göz yummalı. Dökülürken kağıdın üzerine çınlatsınlar ortalığı. Buyursunlar, haftalardır yaşadığım heyecanın ortağı olsunlar.
Kelimelerin de bir sesi olduğunu hissediyorum daktiloda yazarken. Suyu sıkılmış bir nostalji midir bu? Kimine göre belki. Artık kartuşunu bulmakta bile bunca zorluk çekerken daktiloyla yazmayı yüceltip hayatı zorlaştırmak değil bendeki. Yazmak, kalemle, bilgisayarda, daktiloda, neyle olduğu hiç önemli olmadan başlı başına sihirli bir süreç. Hayatı, bir yerinden kayda geçirme. Kimi için dirilme, kimi için arınma, kimi için bir kusma hali. Benim için hepsi birden.
Lakin nicelik kadar niteliğe de önem vermem dersem yalan söylemiş olurum. Sapına kadar bir Terazi olmanın kaçınılmaz sonucu, estetize güzelliklere topyekûn bir hayranlık bendeki. Çay içmeyi tiryakilik boyutunda çok severim ama ince belli bir bardağı renklendirdiyse daha çok. Eşlikçisi bir dilim beyaz peynir ve dost sohbetleri değilse birkaç duble rakının, eksik kalır keyfimin tamamı. İşte tam da bu yüzdendir ki arada bir yazıya eşlik ediyorsa gümbürtülü bir daktilo gürültüsü, yazı eyleminin kendisi çok keyifli bir fotoğrafa dönüşüyor benim için.
Bir zamanlar biraz korkulu, biraz merak dolu bir heyecandı benim için daktilo. Boyum anca bir bacak boyunda ufacık bir veletken dedemin, odasına kapanıp takır tukur saatler boyu yazdığı günlerde, kapı önünde "o çıksa da ben girsem, bir otursam o daktilonun başına" diye renk vermeden dolanıp durduğumu hiç unutmadım. Bir çocuk için "buna dokunmayacaksın, bu odaya girmeyeceksin, bu daktiloyu açmayacaksın" demek ne demektir? Dokunacaksın, gireceksin, açacaksın. Budur çocukların mantığı:) Böyle der korkuturdu dedem beni de. Şimdi düşünüyorum, bıyık altından da az hoşuna gitmezdi o halim. Nitekim yıllar geçip elim daha bir kalem tutmaya başlayınca, kitaplara, yazıya merakım iyice ortaya çıkınca, kendi elleriyle vermiş, okul için kompozisyonlarını bununla yaz demişti. Nasıl sevinmiştim.
Şimdi o daktilo yok. Nerde bilmiyorum. Ben nasıl oldu da koruyamadım, kayıplara karışmasına engel olamadım, bilemiyorum. Ama diyorum ya, elimde yine bir 'dede' daktilosu. Kıymeti, değeri ve tüm evi inleten gümbürtüsü benimle birlikte yürüyecek ben varoldukça.