29 Aralık 2010 Çarşamba

Son viraj

Postacılar Noel Baba olmuş, haberim yok. Özellikle son bir haftadır eve her varışımda beni karşılayan, bir mektup zarfının içine iliştirilmiş rengarenk bir yeni yıl kartı oluyor. Zarfı açarken çıkan hışır hışır o sese bile hayranım ben. El yapımı mis gibi bir sabunun iliştirildiği çiçek kokulu bir kartım var örneğin, ya da ayraç şeklinde el emeği göz nuru yapılmış bir yeni yıl kartı... Onlarca güzel dilek, sevgi dolu temenni, coşkulu beklenti...


Şimdi 2010'un son virajı artık. Geriye sadece iki gün kaldı eskitilmesi gereken. Dostlara gönderdiğim bazı kartlarda da yazdığım gibi zaman, biz insanoğullarının yarattığı bir kavram. Giden 365 güne eski, geleneyse yeni diyoruz. Hayat bir döngü oysa ki... 1 Ocak'ta yeni bir dünyaya uyanmıyoruz. Yaşamlarımız kaldığı yerden devam ediyor akışına. Ama insanız işte. Duygularımız var, umutlarımız, heyecanlarımız... Her 'yeni' dediğimiz şeyden güzel şeyler beklemek, dilemek varoluşumuzun bir parçası sanki. Dileyelim zaten, isteyelim, umalım, ki güzel şeyler peşimizi bırakmasın.


2011, bu yıl yeşeren heyecanlarımı devralıyor 2010 yılından. Tohumlarını attığım, umutla yeşerttiğim başlangıçlarım, yeni bir evreye girerek devam ediyor olacak 2011'in ikinci ayından itibaren. Mutfak Sanatları Akademisi'ndeki maceram Ocak ayının sonu itibarıyla ikinci evresine giriyor. 8 aylık eğitimimiz, Akademi'deki 4,5 aylık eğitim sürecini tamamlıyor ve bizi sahaya hazırlayacak olan 3 aylık staj sürecine devrediyor yerini. Okulda hummalı bir çalışma, bizlerde bir o kadar heyecan. Staja nerede başlayacağımız, bizi bekleyen süreçler, otel mi, restoran mı sorularının bitmek tükenmek bilmeyen cevapları... Bu aralar cümlelerimiz, düşüncelerimiz hep bunlara dair.


Pek çok uluslararası otelin ya da restoran zincirinin şefleriyle tanışıyor, söyleşme şansına sahip oluyoruz. Tecrübelerinden kendimize katabileceğimiz ne varsa emme derdindeyiz. "Sabır" diyor her biri. "Bu işte başarılı olmak istiyorsanız sabretmek zorundasınız. Çünkü mutfak sabır işidir".


Okul mutfağı haricinde ev mutfağında da bir heyecan, hummalı bir çalışma başlıyor yarın akşam itibarıyla. Yılbaşı sofralarının hazırlıkları yılbaşı kadar ışıltılı olur, malum. Çam ağacı, geyik, kardan adam şekilli kurabiyeler pişecek, tarçın ve soğan kokulu karışımlar hazırlanacak, bir bir dolmalara sarılacak, her bir malzeme sonucunda bambaşka bir şeye dönüştüğü bir aşamadan geçecek ve en sonunda da dost evine taşınacak 2011'e girmek için.


Geçen yıl 2010'a girerken dilediğim dileklerim geliyor aklıma. Buruk bir gülümseme gönderiyorum hayata. Teşekkürüm çok bu yıla. Hayatıma getirdiği güzelliklere müteşekkirim. Acı ve kayıplar da ziyadesiyle boldu, üstelik bu dünya üzerinde arkası, önü, sağı, solu hiç önemli olmayan, sadece birey olarak varlığıyla bile çok sevdiğim güzel bir kadın, hayata gözlerini yumdu. Bir 2010 yazısı yazarken ona dair bir cümle kurmazsam kendimi rahat hissetmem. Rahat ve huzurlu uyu pamuk kadın!


Can kadın, dost kadın, güzel insan sevgili Lale'nin (ben ona abla diyemiyorum, bu kadar çocuk ruhlu, ışıltılı, bir insana sırf benden daha fazla yıl eskitmiş diye bu dünya üzerinde, böyle bir büyüklük ifadesi kullanmak garip geliyor, yabancılaştırıyor, ayıp ediyorsam affola) güzel düşüncesinden bugün paket olup gelen İki Şair Arasında, İstanbul kitabından ilk açışımda göze çarpan bir şiirin dizeleriyle son vermek istiyorum 2010'un bu son yazısına. Yeni yılın gönlümüzdeki tüm güzelliklerle gelmesi dileğiyle...

"Can Yücel vapuru
alaycı bir düdük çalar
savaş gemilerine
ki rakı şişeleri asılıdır
can simitlerinin yerine"


Şiiriçi hatları Vapuru

26 Aralık 2010 Pazar

Konuşan eller, seven eller, okuyan eller...

"Sen ellerinle çalışmalısın" demişti hayatımdaki güzel insanlardan biri. "Ellerinle çalışmalısın çünkü ancak o zaman yüzünde sonsuz bir mutluluk oluşuyor." Bunu söylediğinde henüz ben, MSA ile hayatıma açılacak olan kapının oldukça uzağında, basın sektörünün dipsiz kuyularından birinde debelenmekle meşguldüm.


Üzerinden bir seneyi aşkın bir zaman geçti. Şimdi ellerimle çalışıyorum. Ellerim, beynimin, kalbimin ve zihnimin emrinde, an be an bir hamur yoğuruyor yaratıcılık minvalinde.

Ve değişiyor ellerim. Güçleniyor. Sarfettiği emeğin izlerini taşıyor. Her gün bir yanık ya da kesik izi geçerken yerini bir yenisine bırakıyor. Buram buram tüten ocakların üzerinde pişen tencerelere, tavalara deymekten, soğumaktan zerre nasibini almamış malzemelere dokunmaktan his eşiğini yükseklere taşıyor.

Ve ben daha çok seviyorum artık ellerimi. Belki eskiden her daim daha 'güzel'diler. Ojeli, pürüzsüz, bakımlı... Şimdi okul günlerinde ne ojeden eser var, ne pürüzsüzlükten... Ama üretkenliğin, çalışmanın sembolü gibiler bedenimde bana dair. Hayatlarında şimdiye kadar hiç dokunmadıkları şeylere dokunuyorlar. Ördek de tütsülüyorlar, karides de ayıklıyorlar, hamur da yoğuruyorlar, midye de temizliyorlar.

Her geçen gün mutfak maceram bir adım daha ilerledikçe ellerimin de kendilerine ait bir ruhu olduğunu keşfediyorum. Arada bana konuşuyor, fikirlerini beyan ediyorlar. Her şeyi yapmaya hazırlar, iş ayırt etmiyorlar, ama yine de daha çok yapmayı sevdikleri şeyler var. Örneğin perşembe günü perde pilavının hamurunu yoğuran sağ elim ders sonrası kulağıma fısıldayıverdi, hamur yoğurmaktan büyük keyif aldığını söyledi. Bu kadar keyif aldığından olsa gerek sonrasında lezzetli, gevrek bir sonuç çıkıverdi. Biliyorum dedim ben de ona, sizin en çok neden keyif aldığınızın farkındayım.

MSA'nın kapısından girmeden önce de bir zamanlar pastaların rengarenk parıltılı dünyasına kendimi attığımda da anlamıştım zaten onların hamur yoğurmaktan, hamura şekil vermekten çok büyük keyif aldıklarını.

Yine heyecanlı bir haftaya hazırlanıyor bu satırları da şu an yazan bu eller. Çünkü yine çok keyifli bir hamur dünyası bekliyor onları. Bol bol makarna hamuru yoğuracak, o hamurlara çeşit çeşit şekiller vermekle uğraşacak, mantarlarla, taze otlarla soslar yapacaklar onlara.

Şimdi bu yazıyı bitirdikten sonra sürekli bulaşık yıkamaktan günde en az on kere kurumuş bir çöle dönen bu ellere ihtiyaçları olan suyu yani kremi vermeye gideceğim. Yine zorlu bir hafta için hazırlanmaya ihtiyaçları var. Sonra o eller günün kapanışını yapmadan önce Floransa Büyücüsü'nü okumamda bana yardım edecekler. Ve biliyorum, gözlerim, zihnim ve beynim onlardan önce yorulacak, düşmeye, kapanmaya başlayacak. Sonra eller kitabın kapağını kapayıp kenara koyacak, uykuya çoktan dalış yapmış bedenin diğer parçalarına uyum sağlayarak günü kapatacaklar.

Adeta yeniden tanıştığım ellerimi hayatımda şimdiye kadar hiç sevmediğim kadar çok seviyorum!

24 Aralık 2010 Cuma

Üçüncü şans?

Giden yılın ağırlığı mı çöktü üzerime ne. Bir haftadır ya gökyüzündeyim en tepelerde ya da yeryüzündeyim en derinlerde. Uçlara gidip gelen bir savrulma hali. Kahkaham da en ışıltılısından patlıyor, hüznüm de en gözü yaşlısından.

2010 hayatımın en unutulmaz yıllarından biri oldu, bu kesin. Bundan sonra ne yaşarım, ne yaşamam bilemiyorum ama 2010 yaşantımın en kilit yıllarından biri olarak hatırlanacak. Hiç hesapta olmayan kilitler açıldı, kilitler kapatıldı, nereden ve nasıl geldiğini ilk etapta anlayamadığım çılgın bir rüzgar, yaşantımın üzerinden, önüne çıkan her nesneyi savurarak, ters yüz ederek geçip gitti. Sonra bana geriye teker teker o kırılıp hasar alan eşyaları toparlamak, onarmak ve gerisin geri yerine koymak düştü. Yanlış yerde duran ya da artık hayatımda hiç barınmaması gereken eşyaları farkettim böylece. Kimisini gerçekten onarmaya çalıştım, başardım, kimisiniyse artık istemiyorum diyerek dipsiz bir kuyuya attım. Her insanın içinde olduğuna inandığım, ama bende son iki yılda fena halde hortlamış olan kendi karanlık noktalarımla yüzleştim.

Zaman zaman pek çok kez yazdım bunları. Geçip gittiğim değişik ruh hallerinin her hali var bu satırlarda. Bankacılar, finans ya da muhasebe işleriyle uğraşanlar için yılı kapamak zordur hani. İşler yoğundur, mesailer fazla... 2010'un bu son virajında ben de kendi muhasebem adına böyle bir yoğunluk içindeyim sanki. Ne hüzün bunun adı tamı tamına, ne de mutluluk. Belki hepsinden bir parça...

Dost , satırlarında Osho'nun şu sözlerine yer vermiş: "Acı ve mutluluk ayrı kelimeler değildir. İkisi bir pakette verilir. Sadece mutlu olamazsın, sadece acı da olmaz. Acı varsa mutluluk var, mutluluk varsa acı." Bendeki hesap da bu biraz.

Bu ruh hallerinde değişik kitaplar arasında savrulup duruyorum bir yandan. Bolo'bolo çok etkilenerek okuduğum bir çalışma olmasına rağmen çok istediğim halde hakkında da yazamadığım bir kitap oldu. Bir türlü çıkmıyor içimden satırlar henüz ona dair. Belki demlenme hali henüz tamamlanmadı ondandır. Çünkü kitap biteli çok olmasına rağmen hala her gün üzerine düşünüyorum Bolo'bolo'da okuduklarımı. Şunu söylemeliyim, tamamı herkesi saracak bir kitap değil belki, ama ilk 50 sayfasını keşke mümkün olabilse de yeryüzündeki her insanoğluna okutabilsem diyorum. Kimine antibiyotik, kimine ateş düşürücü, kimineyse ağrı kesici etkisi yapacak nitelikte bir kitap.

Sonra yine uzun zaman önce kütüphaneme girmiş, sırasını bekleyen Douglas Coupland'in Komadaki Sevgilim'ine gitti elim. Neden şimdi bu roman? Bilemiyorum, bu da her zaman cevabı olmayan sorulardan biri.

Dünyanın geleceğine dair bir takım görüntüler gören ve insanlığın varacağı noktadan hiç hazzetmeyerek yaşantısını bir anda durdurup komaya giren on yedi yaşındaki bir genç kız ve onun arkadaşlarının hikayesi Komadaki Sevgilim. Komadan önce sevgilisine gördüğü görüntülerle ilgili "Gelecekteki hallerimizden hiç hoşlanmadım. Her şey görüntüde daha ilerlemiş gibi görünse de sanki içimizden ruhlarımız alınmış gibiydi, gözlerimizde ışık yoktu" yorumunu yapıyor Karen. Ve o komadayken ailesi, arkadaşları ve sevgilisinin yaşamına dair pek çok gelişimi izliyoruz bir yandan. Olayların vardığı noktaysa roman adına büyük süpriz... Anlatarak okumak isteyenlerin heyecanını ellerinden almak istemem.

Son bir cümle kitaba dair:

"Pek çok kişi ikinci bir hak verildiği takdirde bile her şeyi eline yüzüne bulaştırıyor. Evrenin sarsılmaz kurallarından biri bu. Anlıyorum ki, insanlar ancak üçüncü haklarında - inanılmaz miktarda zaman, para, gençlik, enerji ve daha aklınıza ne gelirse kaybettikten veya ziyan ettikten sonra - öğrenebiliyorlar. Ama yine de öğreniyorlar ya, bu da bir şeydir.”

Ne yapıp edip hayatı üçüncü şansa bırakmamak gerek sanki, bilmem siz ne dersiniz?

21 Aralık 2010 Salı

Postacı kapıyı bilmem kaç kere çalar!

Saymadım, sayamadım. Sadece bu ara postacı en azından gün aşırı evin kapısını çalmakta. Elinde kolunda üzerinde adım yazan paketler ve en güzeli de yeni yıl kartları taşıyor. Eve varana kadar her gün telefonda anneanneme soruyorum:

- "Annane var mı bana bugün postadan bir süpriz?"

- "Var kızım var, geldi gene postacı!"

Güzel insan, can kadın Leylak Dalı, bu sene güzel bir etkinliğe vesile oldu. "Hadi gelin eski bir geleneği canlandıralım, bu sene birbirimize yeni yıl kartı gönderelim" dedi, hepimizin gözeneklerini açtı, mutluluk hormonlarımızı coşturdu, dolaptaki çikolata raflarının yerine yeni yıl kartı satan dükkan raflarının önünde bulduk kendimizi:)

Hiç tanımadığım, tanışmadığım ama bu vesile ile hayatlarından, dünyalarından haberdar olduğum nice güzel insanla tanışıyorum, yeni yıllarının mutlu, sağlıklı, huzur dolu geçmesi için dileklerde bulunuyorum. Ve benzer dilekleri kendi yaşantım için alıyorum.

Yine yorucu ve stresli geçen bir sınav günün ardından eve varıyorum örneğin geçen gün. En çok korktuğum poşe armut tatlısının yapımından tam not almış ama elimi, kaynaya kaynaya koyulaşan şerbetle şekilli bir tabak yapayım derken bir güzel yakmış olmanın acısıyla ilk karşıma çıkacak aile bireyine naz yapma modundayım. Bu şanslı kişi, büyük ihtimal bana kapıyı açacak olan anneannem olacağından olayı büyütmemeye de kararlıyım zira, naz yapayım derken panik barometresi tavan yapmaya her daim müsait olan anneannem sayesinde kendimi bir anda hastane kapısında bulabilirim. Ne oldu, alt tarafı azıcık elim yandı:)

Zili çaldım. Selam sabah faslını geçip nazlanma moduna giremeden paketi uzatıverdi anneannem önüme. Gönderenin adını okuduktan sonra paket açma heyecan katsayım biraz daha yükseldi. İçinden çıkanları gördükçe de çığlıklarım... Anneannem bir yandan, ben bir yandan hayranlık, sevinç, dokunduk, güldük, okuduk, keyiflendik:) Ortada ne naz kaldı, ne niyaz, ne de parmağımı delip geçen yanık acısı...


İdolüm, aşçı fare ratatuy dedim, bir baktım ratatuy olmuşum. Bir de güzel bir kitap ayracının üzerine şef olarak konmuşum ki, utanmasam kendime aşık olucam:)) Leylak Dalım, ne kadar teşekkür etsem az. Hediyelerimi, kartlarımı gördükçe "mutluyum, mutlusun, mutlu" kıvamında dolaşıyorum. Bundan daha güzel yeni yıl hazırlığı olur mu?

Üstelik bir de kendi kartlarımı seçip postalama maceram var. İstedim ki öyle bütün büyük kitapçılarda karşımıza çıkan kartlardan biri olmasın. Şöyle bol Noel Babalı, ışıltılı, rengarenk kartlar olsun. Neyseki Kadıköy'deki bir kitapçının arka raflarında eşeleye eşeleye rastladım aradıklarıma.

Blog komşularım ve diğer eşe dosta gönderilecek tüm kartlar yazılıp hazırlanınca iş sadece postalamaya kaldı. Kadıköy Kızıltoprak'ta şirin, minicik, tam butik kıvamında bir postane vardır. Gerçi eski hali çok daha nostaljikti, şimdi modernleştirmek hesabına biraz sıradanlaştırmışlar ama olsun, hala şirinliğini koruyor. Dışını ne kadar 'boyasalar'da içinde çalışanlar o kadar antika ve eskiden kalma ki, o eski ruhun hala devam ettiğini görmek hoş oldu kendi adıma.

Bugünlerde posta, postacı, postane konularında o kadar algım açık ki, yolda yürüyen ya da bisikletinin üzerindeki tüm postacıları seçiyor gözlerim. Boyunlarından bağlı çantalarının içindeki tüm mektupları, kartları karıştırıp "bana var mı, bana" diye yakalarına yapışasım geliyor:)

Meğer ne çok özlemişim postacı yolu gözlemeyi...

18 Aralık 2010 Cumartesi

Ana kraliçe

"Sen çocuk kadınsın. En heyecan verici tür" diyordu Nazlı Eray'ın "Aşık Papağan Barı"ndaki karakterlerden biri, kitabın baş kahramanı kadına. Çocuk kadın... Ne basit ama ne güzel bir tanımlama demiş, not düşmüştüm bir kenara.

Çocuk kadın, olgun kadın, suratsız kadın, dişi kadın, erkek kadın, şen kadın, dost kadın, güçlü kadın, eş kadın, özgür kadın, anne kadın... Kaç kadın türü vardır acaba diye düşünürüm bazı bazı. Kaçını barındırırız içimizde? Çelişmelerine ve tüm kavgalarına rağmen nasıl barınırlar tek bir bedende? Bazen barınamazlar, güçlü olan karakterler güçsüzlerin bir kalemde çekiverir fişlerini.

Bu dünya üzerinde 77. yaşını doldurmuş güzel bir kadının doğum gününü kutladık bugün. Tüm aile, çocuklar, torunlar, gelinler, damatlar, komşular... Belki liseye kadar annemden çok anne dediğim canım anneannemin doğum gününü...

Hayata, pek çoğumuz gibi içinde birçok kadın barındırarak başlamış bir kadındı anneannem de. Her şeyden çok "çocuk kadın"dı baba evinde. Babasının bir numaralı, her daim şımartılan, el üstünde tutulan can kızıydı. O kadar kıymetliydi, o kadar sakınılandı ki ilk aşkına ve hep tek aşkı olarak kalacak adama kavuşmasını engelleyen de bu özelliği olmuştu. Bir subaya aşık olmuştu, subay da ona. Ama baba, biricik kızının bir subayla evlenerek Anadolu'nun ücra köşelerinde dolaşmasına göz yumamazdı. O, kızını pamuklar içinde büyütmüştü ve bundan sonra da öyle yaşamasını istiyordu. Olmadı, hayat defterinde sadece yaşanmamış bir aşk olarak izi kaldı.

Kağıt üzerinde mantığı olan ama gönül defterinde yeri olmayan bir evlilik gerçekleşti ileriki yıllarda. Kendi içinde iyi bir insan olan dedem, çok iyi bir baba, çok iyi bir komşu, çok iyi bir evlat, çok iyi bir abi olabilmiş ama asla iyi bir eş olamamış bir adamdı anneannem için.

Bugünkü gözlüklerimle geriye dönüp baktığımda görüyorum ki, anneannemin içindeki farklı kadınlar mutsuz olduğu evliliği boyunca yıllar içinde bir bir, geriye hiç bir iz kalmaksızın ölüp gidivermişti. Geriye sadece tek biri kalana kadar... Anne kadın!

Anneannemi hayatta mutlu eden tek şey çocukları ve daha sonraki yıllarda da torunları olduğu için tutunduğu tek kadınlığı anneliği olmuştu. Diğer kadınlarını besleyecek lezzetler bulamamıştı hayatta. Olağanüstü güzelliğini ve dişiliğini besleyecek sevgi yoktu, çalışmadığı için özgür ve güçlü kadın yoktu, hep çekilen sıkıntılar yüzünden şen kadın yoktu. Her giden kadın, büyük imparatorluğa, anneliğe teslim olan bir beylik gibiydi. Yetki alanı her gidenle genişledi de genişledi.

Anneannem hep anneydi benim gözümde. Başka hiç bir kadınsı özelliğe sahip olduğunu hatırlamam. Tek bir an haricinde...

Yıllar yıllar önceydi. Kaç yaşındaydım tam hatırlayamıyorum ama sanırım 13-14 falan olmalı. Her gün düzenli bir şekilde eve gelen gazeteleri karıştıran anneannemin o gün gazeteyi okuduktan sonra birden canının fena halde sıkıldığını farkettiğimi hatırlıyorum. Ne olduğunu sordum ona, neden böyle suratının düştüğünü, üzgün olduğunu. O kadar dolmuş ve yoğun duygular içinde olmalı ki, özel duygularını ortaya koymaktan her daim imtina eden bu kadın, ilk kez dışa vurdu içindekileri. Yıllar evvel 18 yaşında bir genç kızken aşık olduğu adamdan bahsetti bana. Subay olduğunu ve babasının bu yüzden evlenmelerine müsade etmediğini söyledi. İlk kez o gün haberim oldu anneannemin bu yaşanmamış sevda hikayesinden. Ciddi bir hüzün vardı anneannemin yüzünde. Onu ilk defa böyle görüyordum. Şaşırmıştım çok çünkü bu kadar tanırken onu, bir o kadar tanımadığım bir kadınla da karşılaşıyordum o gün. Sonra birden bunları söyledikten sonra sustu ve bir an sonra "Ölmüş" dedi. "Biraz evvel gazetede ölüm ilanını gördüm".

O gün bu hikayenin anlamını ne kadar kavradım tam hatırlamıyorum ama bunu duyunca çok canım acımıştı. Üzülmüştüm, şaşırmıştım. Ama her geçen yıl, büyüdükçe, içimdeki farklı kadınlarla tanıştıkça, aşık oldukça, aşkı da ayrılık acısını da sapına kadar yaşadıkça anneannemin bu hikayesi daha çok hatırladığım, daha çok andığım, daha çok önemsediğim bir hikaye halini aldı.

Anneannem o gün, o zayıf anında açıldığı gibi bir daha hiç açmadı içini bana, bahsetmedi bu konudan. Dediğim gibi ona eski günlerini hatırlatan diğer kadınlarını o kadar bastırmış ve susturmuştu ki, o zayıf olduğu bir an hariç hiç açmadı kendini. Hep anne ve anneanne olarak kalmak istedi. Ben de üzülmesin, canı sıkılmasın diye üstelemedim. Başka bazı aile dostlarından öğrendim hikayenin gelişimini, detaylarını.

Bugün o çok sevdiği, kollarıyla, ruhuyla, zihniyle bağlandığı anneliği ve anneanneliğiyle onlarca fotoğraf çektirdi bu güzel kadın. Kollarının altında hep çocukları ve torunları vardı. Masasını yine çeşit çeşit lezzetli yemeklerle donatmıştı. Hafta boyunca uğradığım her gün hummalı bir çalışma içindeydi bugün için. Bir gün uğradığımda kapının dışarılarına kadar taşan kavrulmuş soğan ve tarçın kokuları, sarılacak dolmaların habercisiydi; diğer gün toprakları iyice gitsin diye iki üç su yıkanan ıspanaklar açılacak böreklerin.

Cuma günü çok sevdiği tiramisuyu da pastası niyetine kendi ellerimle yaptım yine onun sıcacık mutfağında. O taşıdı malzemeleri, ben karıştırdım. Kıvamı tutan kremayla, kahveleri içine çeken savoyerle onun yüzü güldü, benim içim. Bir zamanlar yavru olan bu mutfak cadısının ustalığa doğru adım atışını iftiharla izleyen bu can kadın, benim en birinci destekçim. Her gün okuldan sonra uğradığımda detaylı olarak o gün yaptıklarımızın malumatlarını alır benden. Merakla dinler, bilirim, her dediğimi kafasının bir yerine not eder ve asla unutmaz:) Benim genlerdeki mutfak cadılığının kimden geldi belli, hep söylerim.

Yapacaklarım ve yapmamam gerekenler adına gözlemleyerek çok şey öğrendiğim bir kadındır anneannem. Bu yazı, içinde bir zamanlar barınmış olan, anneliği kadar güzel tüm kadınlara ithaf olunur!

13 Aralık 2010 Pazartesi

Mutfak yorgunu, kış tutkunu...

Bütün haftasonu açmakla yükümlü olduğum bir restoranın açılışıyla ilgili hazırlık çalışmalarıyla uğraştım. Lafı uzatmadan hemen söyliyeyim, hayır bir restoran açmıyorum. Umarım bir gün o da olacak ama bu açacağım restoran şu an sadece teoride!

İki buçuk aydır hayatımın merkezine bağdaş kurup oturmuş olan MSA'nın bitirme projesi olarak biz sevgili şef adaylarına sunmuş olduğu bir ödev bu. Ama öyle böyle değil, toplam notumuzun yüzde 30'nu etkileyecek olan bir proje. Mevzunun ne kadar ciddi olduğunu anlayınız yani:))

A'dan Z'ye bir restoran açıyormuşçasına dekorasyonundan, menüsüne, yer tespitinden kaç elaman çalıştıracağına, mutfak ekipmanlarından mutfağın mimari çizimine, menünün tüm maliyet hesaplarından işletmenin cirosunun hesaplanmasına varana kadar bir restoran açılışıyla ilgili aklınıza gelebilecek her detayı içeren bir proje... İlk taslağı bir ay kadar önce teslim ettik. Bugün de ikinci taslağın teslimiydi. Yani bu da demek oluyor ki Zeren bütün haftasonu mutfak çizimiyle, maliyet hesaplarıyla, menü detaylarıyla, gramlarla litrelerle, cirolarla, maaş hesaplamalarıyla vs uğraştı. İmdat!

Yemek yapmak, pişirme teknikleri, ideal bir şef olmanın özelliklerini öğrenmenin ötesinde hızlı ve yığınla bulaşık yıkamak, pas pas yapmak, ocak ve tezgah ovmak ve bunların hepsini göz açıp kapayıncaya kadar bir hızla yapmak gibi meziyetler de eklendiğinden kimliklerimize, aşçılık diploması haricinde bir de üstün hijyen belgesi istediğimi daha evvel de belirtmiştim. Eksik söylemişim! Muhasebe ve mimarlık diploması da istiyorum!

Ben ne anlarım mutfak çiziminden? Artık anlıyorum! Ben ne anlarım maliyet hesaplarından? Artık anlıyorum! Ne güzel dediğinizi duyar gibiyim. Biliyorum çok güzel... Biliyorum da, ben böyle şeylerle uğraşmaktan nefret ediyorum, daha doğrusu ödev yapmaktan, proje hazırlamaktan hiiiç hazzetmiyorum.

Bu ezelden beri böyleydi, yeni değil. Tüm okul hayatımda hep sınavlarımdan yüksek notlar almışımdır ama ne zaman ödevdi, tezdi, projeydi bir iş verilsin, hiç bir zaman severek yapmadığım için hep ortalama notlar alırdım. Tabi bu biraz ödevin içeriğiyle de alakalı. Hani deseler ki son pastacılık dersimizde yaptığımız, ortasını yardığında içinden çağlayan bir nehir gibi çikolata fışkıran ıslak kekten yap getir not alacaksın, başımın üzerine, 30 tepsi yapabilirim. Ama bana masa başında otur, araştır, oku, yaz, ödev hazırla deme! 30 yıllık bünye bu, n'apiyim değişmiyor!

Koca MSA, beni dinleyecek hali yok tabi! Bir de Ocak ortasında yapacağımız sunum ve son teslim olayı var ki, şimdi bu ikinci taslak tesliminin üzerimdeki izlerini silmeden henüz o günleri düşünmek istemiyorum.

Ben ödevdi, projeydi odamın tütsü kokulu duvarlarına gömülmüş mutfak çiziminde bulaşıkhaneyi nereye ne şekilde yerleştireceğimi düşünürken memlekete kış geldi. Perşembe akşamı kendisi için düzenlediğimiz "Birinci Geleneksel Bozalı Kışa Merhaba Partisi" sonrasında sağolsun hiç bekletmedi biz sevenlerini. Boza bardaklarımızı güzel, bol tarçın kokulu, atkı yumuşaklığında, eldiven sıcaklığında bir kış geçirmek dilekleriyle tokuşturmamızın üzerinden dört beş saat geçmeden şimşekler çakmaya, bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya ve hava eksilere doğru düşmeye başladı. Güzel bir gece seçmişiz kışı karşılamak için:)

Sonbahar güzeldi. Hayatıma, verilen değişim kararlarının somut adımlarının ayak izleriyle geldi. Coşkularımı, tutkularımı doğru belirlediğimi, doğru yolda ilerlediğimi ispat etti. Yaşıma bir yaş daha kattı. Hayatın akışını, güzel bir kutlama gecesinin ardından olduğu gibi kışa devretti.

Eğer hala kışa şöyle güzel, ağız tadıyla bir karşılama yapmadıysanız, fazla beklemeyin derim. Boza, leblebi, tarçın... Gerçek bir kış ritüeli... Benden söylemesi:)

10 Aralık 2010 Cuma

"Balık rakıyla yakalanır"

"Ne ağ, ne de olta, balık rakıyla yakalanır."


Ara Güler'in bir iki gün içinde piyasaya çıkacak olan Kumkapı Ermeni Balıkçıları kitabının tanıtım yazısında rastladım bu cümlesine. Otuz yıllık şu ömrümde ne ağla, ne de oltayla, bizzat rakının kendisiyle yakaladığım balıklar düşüverdi aklıma.

Kimi zaman balıkların şahı lüfer vardı rakının ucunda, kimi zaman kış güzeli palamut, zaman zaman tekir, zaman zaman hamsi... Ama istisnasız her zaman en az iki kişinin çevrelediği bir sofra... Çünkü rakı tek kişilik değil, çok kişilik sofraların tacıdır.

1957 sonrası kuşağın hiç bilmediği, yaşamadığı bir İstanbul kasabasını, Kumkapı'yı anlatıyor Ara Güler. Bir zamanlar ufak bir balıkçı köyü olan Kumkapı'yı... 1957-60 yılları arasında yapılan sahil yolunun araya koca bir beton yığını döşemesiyle ayrılır Kumkapı ile denizin komşuluğu birbirinden. Bugünkü Kumkapı ile o günlerin hemen denizin dibine kurulu Kumkapı'sı asla aynı değildir, olmayacaktır da. Ustanın siyah-beyaz objektifinin kareleri bile adeta bu farkın birer kanıtı gözünüzün önünde. İstanbul'a dair bizden çalınan, esirgenen güzelilkler...

Ne deniz eskisi gibi dalgalarını sahile vuracak kadar Kumkapı'nın dibinde artık, ne de eskinin deniz sevdalısı, balıkların belalısı Ermeni balıkçılar bu şirin 'köyün' sokaklarında. Azaldılar, 'yok'luk sınırındalar.

Yine de, tüm bu yitirmişliklerine, azalmışlıklarına rağmen koklamasını bilene kaldırım taşlarında, cumbalı sokaklarında hala eskinin kokusunu bir parça olsun barındırıyor Kumkapı.

Bir sene öncesi dönemlerde halletmem gereken bir mesele, yolumun arka arkaya bu çok sevdiğim semte düşmesine neden olmuştu. Şiirsel bir ritüel gibiydi Kumkapı'ya gidişlerim. Kadıköy'den vapurla Eminönü'ne geçiyor; ordan, bana 1950'lerde yaşadığımı hissettiren Sirkeci Tren İstasyonu'na geçip Kumkapı trenine biniyordum. O tren yolculuğu bile bir andır İstanbul'a dair yaşanması gereken.

Eskidir İstanbul'un banliyö trenleri, güyya yenilenmiş olanları bile eskidir. Cankurtaran, Kumkapı, Samatya diye uzayıp giden istasyonların etrafında çevrili o ahşap evlerin yıpranmışlığı kadar eski... Öyle ki aynı gün içinde yolunuzu hem Kumkapı'ya hem Maslak'a düşürürseniz örneğin, yaşadığınız şehir konusunda ciddi bir algı yanılsamasına girmeniz mümkündür. Maslak plazalarıyla o tahta rutubet kokulu, yaşam izleriyle dolu evlerin aynı şehrin parçası olduğuna inanmak zordur çünkü.

Kumkapı tren istasyonu, bir alt geçitle Kumkapı'nın o meşhur meyhanelerinin bulunduğu sokağa bağlanır. Benim gibi İstanbul'un bu yakasına, bu semtlerine, bu tarihine uzak büyümüş biriyseniz eğer, yürürken bakar, bakar, bakar, gördüğünüz her kareyi hatırlamak, bastığınız her taşı ezberlemek, karşılaştığınız her insanla konuşmak istersiniz.

Kumkapı'ya sadece işim düştüğü için gidişlerimi affetirmem gerek sanki şimdi. Ara Güler'in kitabı hakkında okuduklarımın bana hissettirdiği budur. Bir elimde onun kitabı, bir elimde fotoğraf makinem, şimdi sadece ve özel olarak Kumkapı için gitmeliyim. Hatta mümkünse yanıma dostları da katıp günün sonunda rakıyla balıklar yakalamalı, masamıza gelen çalgıcılarla iki şarkı patlatmalıyım. Ama bunu hiç vakit geçirmeden yapmalıyım.

Celal Üster'in Ara Güler'in kitabıyla ilgili yazdığı yazıdan bir alıntı hislerime tercüman oluverdi:

"Güler'in siyah beyazlarına bakarken, Kumkapılı Ermeni balıkçılarla söyleşilerini okurken, Hrant Dink'in sandalda balık tutarken çekilmiş fotoğrafı düştü aklıma. Neden dersiniz? Neden acaba!".


ps: Fotoğraf, 1950'nin Kumkapı'sından Ara Güler'in objektifine aittir.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Bir soba nostaljisi...

Kulağımda soba çıtırtıları, ayaklarımda sıcaklığı... Dün geceden beri içimden çıkmayan bir yanılsama bu. Ne gürül gürül yanan bir soba, ne de kokusu var tüten halbuki ortalıkta. Bir soba var aslında, dibinde oturan bir Zeren, üzerinde bir çaydanlık, zaman zaman kestane ya da kızaran bir ekmek... Var, var da bugün değil, geçmişe, yirmi-yirmi beş yıl öncesine dayanan bir fotoğrafın karesi olarak var.

Ailemle dört farklı ev paylaştım. Farklı semtlerde farklı evler... Hiç biriyle özel bir gönül bağı geliştirmedim, biri hariç. Annemle babamın evlendiklerinde kiraladıkları, bir sene sonra aralarına benim katıldığım, yerden tavana kadar kocaman pencereleri olan, suları sık sık kesilen, ocakta kaynatılan dökme sularla defalarca yıkandığımı bildiğim, sobalı, bir türlü ısınmak bilmeyen, kış aylarında diğer odalar ısınmadığı için anne-baba-çocuk üçlüsü olarak hepimizin sobanın bulunduğu salonda yatmak zorunda kaldığımız, annemin üşürüm diye yaptığı yer yataklarına yatmama izin vermediği için yüzümü düşürüp sırtımı dönüp küsüp oturduğum, kısacası benim için aile olmaya, paylaşmaya ve bir eve dair, onu sıcak, samimi, yaşanan bir yer yapan ne varsa hepsiyle dolu olan bir evdi Selamiçeşme'deki o minik daire.

Onlarca, yüzlerce anım var o eve dair. Ama en belirgin, en aklımda kalan anıların hepsinin başrolünde soba var. Ne zaman o eve ve sobanın samimiyetine özlemimi belirtsem annem "sen eziyetini çekmedin tabi" der. Doğru, çekmedim. Ben işin sadece keyif kısmında vardım. Ama o çocuk aklımla bile ailemizde yarattığı samimiyetin, paylaşım keyfinin hep farkındaydım. Diğer odalar buz gibi olduğu için salonda birbirimize 'mahkum'duk. Ben çocuk kitaplarımı annemle babamın yanında okumak, boyalarımı onların yanında yapmak, Ayşegül serisinden kestiğim karton bebekleri onların yanında giydirmek zorundaydım. Annem fasulyeyi bizim yanımızda ayıklamak, gazetesini bizim yanımızda okumak, babam televizyonu bizim yanımızda izlemek, bulmacasını bizim yanımızda çözmek zorundaydı.

Ben 11 yaşındayken yeni, suları düzenli akan ve en önemlisi (annem için) kaloriferli bir eve taşındık. Yeni evde her oda en sıcağından güzel güzel ısınıyordu. İşte böyle başladı, her akşam hepimizin ayrı ayrı odalara dağılışı... Şimdi aynı odada birlikte bir şeyler yaptığımıza pek rastlanmıyor:)

Nerden çıktı bu aslında hiç de hoşlaşmadığım "ah ne güzeldi eski günler" nostaljisi? Can arkadaş "bozacı geçti sokağımdan az önce, anladım ki kış geldi" dedi dün gece. Tarçını serpilmiş, leblebisi dökülmüş koyu kıvamdaki bir bardak boza, geldi anahtar oldu zihnimin kapılarında, açtı bu eski kapıları, soba oldu, boza oldu, yer yatağı oldu, ısınmak için sarınılan anne kucağı oldu.

İlginçtir, sık sık rüyalarımda o eve dönmek isterim ben. Bünyede eskiye dönüş isteği ne zaman ağır bassa rüya olarak belirir o ev. Ama hep de kapıları kapalıdır. Altından girip üstünden çıkmak isterim, köprülerle ulaşmak isterim ama bir türlü giremem. "Demek ki Zeren" derim kendi kendime "matah olan eskiye dönmeye çalışmak değil, 'yeni'de, yeni olan her şeyde, şu anda ve gelecekte o güzellikleri, sıcaklıkları yakalamak, yaratmaya çalışmak!". Bunu farkettiğimden beridir de bu rüyayı görmez oldum zati...

Cumartesi hava iyice soğuyacak diyorlar. Bir ümit kar yağar mı acaba? Soba mazide kaldı da, bozaları hazır etsek mi dersiniz?:)

2 Aralık 2010 Perşembe

"I wish you a merry christmas"

Günler, geceler yetmez oldu. Yapmak istediğim onlarca şeyin arasında uykum da gelmesine rağmen geceleri yatağa gitmek gelmiyor hiç içimden. İçimde sürekli uyanık, tik tak tik tak sürekli işleyen bir saat var, heyecanlı... Uyumak istemiyor. Sabah 5.30'da kalktığım düşünülürse her gece uykuya 1'e doğru gitmek oldukça zorlayıcı olabiliyor bir noktadan sonra. Olsun, şimdi güzel bir perşembe yorgunluğu var üzerimde. Hem yorucu bir haftanın birikimi, hem de benim için içlerinde en yorucu olanın perşembe olmasının etkisi...

Bugün mutfakta ilk şef olduğum günü yaşadım. Şöyle bir sistemimiz var. 24 kişilik sınıfta alfabetik sırayla herkes bir gün o günün şefi oluyor. Şef olmak şu demek: o gün mutfağın bütün organizasyonundan, yapılacak reçetelerdeki tüm malzemelerin hazırlanmasından, tüm mutfağın temizliğinden, gerçek şefin - biz çakma şef oluyoruz şu an:) - yemekleri yaparkenki yardımcılığından o günün şefi sorumlu.

İşte bugün o kişi bendenizdi. Oldukça yoğun, yorucu bir gün geçirdim. Yığınla bulaşık yıkadım, koca bir kazan makarna haşladım, avuç avuç mantarları minicik minicik (brunoise deniyor mutfakta bu kesime) doğradım, arada parmağımı da ihmal etmedim:) vs vs. Ama Osman Şef'im sağolsun, bütün gün hem motive edici sözleriyle hem de şarkılı türkülü son derece renkli kişiliğiyle enerjimin hep yukarlarda olmasını sağladı.

Sadece pişirmeye odaklanmayan, aşkını Food and Travel dergisinde yazdığı yazılarla satırlara da geçiren, kalemini de şef bıçağı kadar önemseyen, mutfağı bir iş olarak değil bir renk olarak gören, mutfakta kaz ciğeri ayıklarken birden aklına çocukluğumuzun bir çizgi filmi geliverip o günlerin heyecanını hatırlayan ve bütün gün - bugün - gelen yeni yılın heyecanıyla "i wish you a merry christmas" şarkısını söyleyen bir mutfak insanı... Üzerinde, yaptığı işi seven insanların enerjisini taşıyan bir şef. Tıpkı Mehmet Şef gibi, tıpkı Erkan Şef gibi...

Güzel geçen bir "ilk şeflik günü" sonrası kendime bir ödül vermem gerekliydi (kendime bahane yaratmakta da üzerime yok). Kedili mumluklarımdan sonra yine kendime güzel yeni yıl hediyeleri aldım bugün. Kitapların üzerine yerleşmiş bir kardan adam küresi, mantar şeklinde keçeyle çevrili bir mumluk ve beyaz minik bir sürahiye yerleştirilmiş mor çiçekler... Dekorumu bu yeniliklerle tamamlayıp yeni kitabım Bolo'bolo'ya da başlangıcı yapmış bulunuyorum.


Kitabın giriş kapağının üzerinde daha ilk andan vuran bir not: Ben Afrika'da kanat çırpan kelebeğin Kuzey Amerika'da yarattığı kasırgayı istiyorum. Ben kaos istiyorum!

Bir seneyi geçkin bir süre önce elime ulaşan ama bir türlü okuyamadığım, okumak için belli anların oluşmasını beklediğim bir kitaptı Bolo'bolo. Hatta kitabın elime ulaştığı güne dair de bir yazı yazmışım, son anda hatırladım. Bu kitabı bana tavsiye eden insanın güzel bir okuma hikayesi vardı o zaman dinlediğim. Serin ve yağmurlu bir İstanbul gününde Boğaz kenarında okunmuştu. Ben de kendime böyle bir an hediye ederek bu romanı okuyacağıma söz vermiştim o zaman. Havalar hala serinlemedi ama bu haftasonu Boğaz'da kendimle bir randevum var, bu kitabı okumak, birkaç saat olsun deniz ve kağıt kokusunun birlikteliğini içime çekmek için... O nedenle Bolo'bolo sırada olmamasına rağmen biraz öne geçti.

Sevgili Leylak Dalım yine güzel bir mimle çaldı kapımı. Italo Calvino'nun bir kitabının girişinde yer verdiği sorulardan oluşuyor mim. İşte sorular, işte cevaplarım:

Okumana gerek olmayan kitaplar:

Hayata bakış açım ve durduğum yer bellidir. Dünyaya da, olaylara da tarafsız değil, bizzat tarafımdır. Faşist ve milliyetçi yaklaşımlar, hoşgörüden, anlamaktan uzak muhafazakar dar bakış açılarını yansıtan kitaplar ne diyor olduklarını öğrenmek için bile okumayı tercih etmediğim kitaplardır. Hepsinin ne dediğini ezbere biliyoruz zaten, bir de kitaplarını okuyup zamanımı harcamama hiç gerek yok.

Daha önce okuman gereken kitaplar olmasaydı okumak isteyeceğin kitaplar:

Bundan sonra okumak istediğim her kitabı söyleyebilirim bunun için. Birilerinin yerini birileri alacaksa bu, bundan sonra okumak istediklerim olabilir. Mesela Nazlı Eray'ın okumadığım diğer tüm kitaplarını okumak istiyorum, kitaplığımda okunmayı bekleyen Uzak Doğulu yazarların kitapları var. Umberto Eco'nun, Jose Saramago'nun okumadığım kitaplarını okumak istiyorum. Bu liste uzar da gider.

Uzun zamandan beri okumayı düşündüğün kitaplar:

Şimdi okuduğum Bolo'bolo'yu çok uzun zamandır okumayı bekliyordum. Bunun dışında Kazuo Ishiguro'nun Avunamayanlar kitabı da uzun zamandır okunmayı bekliyor. Aslında bu liste de uzun, çünkü ben okuyacakları bittikçe kitap alan bir şahsiyet olamadım hiç bir zaman. Kitaplığımda neredeyse okuduklarıma yakın oranda okunmayı bekleyen kitap var.

Uzun zamandan beri arayıp bulamadığın kitaplar:

Günümüz internet çağında pek böyle bir kitap yok artık. Sadece bazen baskısı biten kitaplar oluyor ki onları da sahafları dolanarak bulabiliyorum. Örneğin Onur Caymaz'ın baskısı bitmiş iki kitabını sahaftan buldum geçenlerde, o an benden mutlusu yoktu:)

Her olasılığa karşı elinin altında bulunmasını arzuladığın kitaplar:

Haruki Murakami, Murakami, Murakami... Bu adam hapşırığını, tıksırığını yazsa okurum. Ve canım Ursula'm, olmazsa olmaz. Bir de Kirpinin Zarafeti. Bu romanın benim için ne kadar önemli olduğunu bir beni tanıyanlar bilir, bir de bu satırların eski takipçileri...

Belki bu yaz okumak için bir kenara kaldırabileceğin kitaplar:

Bu tam bana göre bir soru olmuş. Daha evvel de yazmıştım, ben bazı romanları hatta yazarları belli mevsimlerde okumayı severim. Bu elbette her yazar ya da kitap için geçerli değil ama bazıları için kesinlikle geçerli. Yaz için ayırdığım, yazı beklediğim bir kitap yok şu an. Ama Leylak Dalı'nın yazılarında aklımı fena çelen Leylek Dede'yi yazın okumak hoş olabilir diye düşündüm şimdi.

Kitaplığında öteki kitaplara eşlik etmesi için gerek duyduğun kitaplar:

Okumak istediğim/isteyeceğim her kitap... Yani özel olarak eşlik etsin diye kitap almam, sadece okumak istediklerimi alırım.

Sende beklenmedik ve çılgınca bir ilgi uyandıran, üstelik buna haklı bir gerekçe bulamadığın kitaplar:

Murakami ilk okuduğumda çılgınca bir ilgi uyandırmıştı ama kesinlikle haklı gerekçelerim vardı. İlgime haklı gerekçe bulamadığım kitap yok aslında. Ursula Le Guin ve Asimov'un Vakıf serisi de bende çılgınca bir ilgi uyandırmıştı ama hepsinin kesinlikle nedenleri vardı.

Çok uzun zaman önce okunmuş olsa da şimdi yeniden okumak isteyeceğin kitaplar:

Dickens'ın Büyük Umutlar'ını, Monte Kristo'yu, Adalet Ağaoğlu'nun kitaplarını, Mıgırdiç Margosyan'ın tüm kitaplarını, William Faulkner'ı tekrar ve tekrar ve tekrar okumak isterim.

Hep okumuş numarası yaptığın ama artık gerçekten oturup okumanın zamanı geldiği kitaplar:

Lise çağlarımda bazı klasikleri okumamış olmamı sanki bir utançmış gibi görüp okumuşum gibi yaptığımı hatırlıyorum:) Sonra aralarında okuduklarım da oldu, okumadıklarım da. Ama şu an hiç böyle bir kitap yok söyleyebileceğim.

Bu mimi okuyup da cevaplamak isteyen tüm blog yazarlarına keyifle armağan ediyorum efendim.