28 Ekim 2010 Perşembe

Çorbanın kıvamı

Hiç öyle burun kıvırmayın. Son derece önemli bir konudur çorbanın kıvamı. Fazla sulu oldu mu ağıza gelmez, tadı olmaz; koyuysa da bebek maması gibidir. Velhasıl lezzetli bir çorba için çok önemlidir kıvam meselesi.

Hele de kendini mutfağa adamış yeni yetme bir aşçı adayının ilk pratik sınavının konusu "çorbalar" olunca haliyle daha bir önemli hale geliyor kıvam mevzusu.

Siz hiç bir buçuk saat içinde birbirinden farklı üç çorba yapmayı ve aynı anda tüm çıkan bulaşıkları yıkayıp üst baş hijyeni açısından da lekesiz bir beyazlıkta olmayı denediniz mi?:) Deneyin, çok heyecanlı oluyor:) Birinin adına minestrone demişler ki kendisi İtalya'dan gelmiş; öbürüne soğan çorbası diyorlar ki menşeğinin Fransa olduğu bilinmekte; üçüncüyse yeşil mercimek çorbası ki sunumu ve lezzeti itibarıyla bildiğimizden biraz farklı ve dillere destan...

"Kıvamı ya tutturamazsam, ya lezzeti kötü olursa, ya yetiştiremezsem" tarzındaki endişe dozu yüksek bilimum cümleyle yüklü bir halde yüzerek okula ulaşma çabası içindeydim bugün yine sabahın kör karanlığında. Yüzmek diyorum çünkü bu yağmurda her yanı koca koca göletlerle dolmuş olan İstanbul'da ulaşımın tek yolu yüzme haline gelmişti bu sabah itibarıyla.

"Sakın soğan çorbasının ununu koymayı unutma, minestrone'nin sebzelerinin diri kalmasına dikkat et, mercimeğin kıvamını sakın kaçırma" tarzındaki uyarı cümleleri beynimden film şeridi gibi arka arkaya sıralanırken "ya senin kıvamın nasıl bu aralar" diye bir soru beliriverdi içerden bir yerlerden. "Kendinin tuzunu, biberini, kimyonunu koyuyor musun unutmadan, ihmal etmeden?"

Nasıl bir iç sesse bu, konuştuğu andan itibaren bana bunu düşündürdü bütün gün. Her birimiz bir çorbadan farksızız aslında. Kıvamlarımız var, kimi zaman koyu, kimi zaman açık; lezzetlerimiz kimi zaman dengeli, kimi zaman dengesiz. İçimize bize gereken malzemeleri ne kadar fazla ya da az kaçırdığımızla ilgili aslında hepsi. Çorbanızın ana malzemesini iş mi oluşturuyor aşk mı örneğin? Tuzunuz, biberiniz sanat mı, spor mu? Biri biraz az ya da çok kaçtığında nasıl da tadımız değişiyor, tıpkı çorbalar gibi, tıpkı makarnalar gibi, tıpkı kekler, börekler, çörekler gibi, kısacası tıpkı mutfakta pişen her şey gibi.

Boş yere "müziğin de, sinemanın da, kitapların da, aşkın da, doğanın da, gözyaşının da, acının da, kısacası hayata dair ne varsa hepsinin mutfakta barınıyor ve yaşanıyor olmasından dolayı" mutfağı/mutfakta olmayı bu kadar çok sevdiğimi yazmamıştım bir yazımda. Biziz aslında mutfaklarda pişen. Bizim neşemiz kaynıyor, hüznümüz kavruluyor, sevgimiz kızarıyor... Her şey, özünde bizim kıvamımızla alakalı...

Peki benim kıvamım nasıl mı bu aralar? Mercimek çorbası başarılı, soğan çorbası çok lezzetli, minestrone de tama yakın (fasulyeleri biraz daha pişirmem gerekiyormuş) yani sonuç 96:) Anlayacağınız bende kıvam oldukça yerinde bu aralar:)

Kitabımı, çayımı, kahvemi, dost sohbetini, neşeyi, kahkahayı, kıvamında bir hüznü ihmal etmiyorum. Bir tek film izleme dozunda bir düşüklük var ki, o da minestrone'deki az pişmiş fasulyeyi temsil ediyor bünyede:) Demek bu ihmali de çözmeliyiz ki çorbamız tam kıvamında olsun...

26 Ekim 2010 Salı

Bugün... Bir romanın bitişi kıvamında...

"Uzun süre İstanbul'a dönmeyeceğim. Benim gibi modası geçmiş aşklar yaşamayan, günün moda insanlarının orası. Gündelik birlikteliklerin taptaze, aşınmamış duygularıyla yaşlanmaya direnen, benliklerine ve belleklerine aşkın yüceliği kazınmamış özgür kadınların. Ben geri kalmış biriyim.

Zayıflıklarını geceleri buruşuk çarşaflar üstünde, bar masalarında ve kapı önleride hoyratça çözüp dağıtan biricik, vazgeçilmez erkeklerin o kent. İnce bir kadının bir aynanın karşısında saçlarındaki firketeleri çıkarırkenki kırılganlığını göremez olmuş erkeklerin.

Senin mektubundan sonra kafamı ve düşüncelerimi bir süre düzene koyamadım. Gene de seninle dostluğumun her zaman şu ya da bu biçimde süreceğini bilmelisin. Sana yazıyorum, her zaman da yazacağım. Sen de yaz bana. Birbirimizi kolayca bırakmayalım. Ama bunun için de zorlamayalım kendimizi.

...

Seni çok özlüyorum.

Beni güneşli bir bahçede çiçekler sularken düşün anımsadığında. Bir kurşun kalemi yontarken, kağıtlar yırtıp umutsuzluktan bunalırken. Yağmurlu bir öğle üzeri Sirkeci'de yürürken.


Bir aynada ağlarken...

Ben seni birçok halinle anımsayacağım, yazmakla baş edemem.

Nicedir kendimi bunca yürekli bulduğum olmamıştı. Bunca yorgunken bunca kahraman. Bunca acı çekerken bunca iyimser, bu kadar hüzünlüyken böylesine mutlu.

Ve gece sessizliğinde..."

Tek bir sayfa için bir kitap okumaya değer mi? Değer(miş)!

Nasıl dokundu bugün, sabah karanlığında biten bir kitabın sonlarında yer alan bu sayfa bana. İnsan en çok kendinden bir şeyler bulduğu satırlardan mı etkilenir? Bence hayır! Duygularına, vicdanına, zihnine dokunsun yeter! Ama kendinden bir şeyler bulunca da işte böyle en duru, en sade satırlar bile vurup geçebiliyor.

Fazla söze gerek yok! Bugün bu kıvamda geçti...

22 Ekim 2010 Cuma

Sevilesi takıntılar!

Bazı takıntılarım vardır benim. Vazgeçemediğim, vazgeçmek de istemediğim. Belli yazarları belli mevsimlerde okumak isterim örneğin. Her yazarı bir mevsime, her mevsimi bir yazara yakıştırırım. Bir bardak olsun çay içmeden edilen kahvaltıya asla kahvaltı demem. Ama çay illa ki de demleme olacak. Uyumadan önce muhakkak bir sayfa olsun kitap okumalıyım. Ya da sokağa çıkarken gün içinde elimi dahi değemeyeceğimi bilsem de bir kitap olmalı çantamda. Belli filmleri belli sinemalarda izlemeliyim; çok merak ettiğim, ruhuma büyü etkisi yapacağını bildiğim bir film, o filmin ruhuna uygun bir salonda oynamıyorsa eğer sinemada izlememeyi tercih ederim. DVD'si çıksın evde izlerim der, beklerim. Bunlar da bir şey mi demeyin, bazen hiç beklenmeyecek kadar huysuzluk edebilirim tersi durumlarda.

Ama hayattan aldığım keyifleri arttıran takıntılar olmalarından ötürü pek dokunmuyorum kendilerine. Varlıkları, avucumda damla damla keyif taneciklerinin birikmesine neden oluyor ki bunun adına da küçük mutluluklar diyorlar sanırım.

Bütün bunlara ek, bir takıntı daha peyda olmakta bünyede. Son bir iki yılda daha bir kendini gösteren, daha bir sivrilmeye başlayan... Çok sevdiğim, tutkunu olduğum bir kitabın finalini, özel, o kitaba yaraşacak, sonra da bende anısı kalacak bir yerde okumalıyım takıntısı!

Düşünüyorum, nerde ve hangi kitapla başladı bu takıntı diye. Hafızamda bir başlangıca ulaşamıyorum ama düşündükçe Ursula Le Guin'in bazı çok etkilendiğim romanlarını, Vedat Türkali'nin pek çok romanını, Mıgırdiç Margosyan'ın Gavur Mahallesi'ni, Kirpinin Zerafeti'ni (ah o unutulmaz final) ve daha pek çok romanı bir bir bulup çıkarabiliyorum hafızamdan.

Nerde olursa olsun önemli olan yazılanı okumak değil midir ki demeyin! Evet, bir bakıma öyledir ama çok sevdiğiniz bir romanın finali, çok lezzetli bir yemeğin son lokması gibidir. O lokmayı da ağzınıza atarsınız ve biter. Bir daha gelmeyecektir. Tekrardan okusanız da bir daha asla o hiç bilmemezlikle okumanın heyecanı ve merakı olmayacaktır. O nedenle özel bir ilgiyi, özel bir hazırlığı, bir özeni hak eder benim nezdimde.

Bu duyguyu yine iliklerime kadar hissettiğim bir kitabı bitirdim dün. Onur Caymaz'ın Gece Güzelliği'ni... Kitaba adını da veren son öykü Gece Güzelliği'ne dönüş yolumda, İstanbul'un metrobüs çılgınlığı kalabalıklarında başladım. Ayaz'la Selvi'nin masalı... Öylesine lime lime ederek kayıyordu ki satırlar gözlerimin önünden, bir anda şak diye kapatıverdim kitabı. Bitmek üzereydi, çok az kalmıştı ve bu kitabın finalini daha derinden hissedebilmek için ona uygun bir yere gitmeli, ona uygun bir anı yaratmalıydım. Son durak geldi, metrobüsten indim ve Kadıköy Çarşısı'na gitmek üzere hemen bir dolmuşa atladım. Nereye gideceğime karar vermiş, mekanımı seçmiştim.

Her yanım yine torba ve çantalarla dolu dolu Kadıköy kalabalığında ilerledim ve işte olmam gereken yerde, o çok sevdiğim, mis gibi tarçın ve lokum kokulu, çini karolu Hacı Bekir'deydim. Öyle bir mekanki Hacı Bekir, içine girdiğiniz anda, zaman makinesine girmiş gibi hemen bir 30-40 yıl geriye gidiveriyorsunuz. Yüksek tavanlı genişçe bir mekan, tarihi eskitilmiş masa ve sandalyeler, kibar çalışanlar, çini karolar, çoğunlukla orta yaşın üzerinde hanımefendi ve beyefendiler... Köşedeki boş masaya yerleştim, orta şekerli kahvemin siparişini yanına da sakızlı lokum rica ederek verdim ve sayfalarını yeniden çevirdim Gece Güzelliği'nin... Bittiğinde bir, ağzımın içinde telvenin tadı kaldı, bir de "pavyon kadınlarında saklanmış hayatın manası"nın o buruk tadı yüreğimde...

Sadece bu son öyküyü değil, tüm öyküleri okuduğum, beni ezip geçen o duygu anlarının hiç birini unutmayacağım. Mecidiyeköy metrobüs durağı çıkışındaki o kafe, her zaman Üvey öyküsünü okurken üzerime bulaşan o hiç bir yere ait olamama hissinin verdiği buruklukla, acıyla anımsanacak örneğin. Her sabah önünden geçerken Üvey'in hikayesini okuduğum yer olarak kalacak aklımda.

Onur Caymaz çok etkili bir kalem. Kelimelerle adeta meşk ediyor. Anlattığı şeyler çok sıradan, hayattan... Sokakta, iş yerlerinde, apartmanlarımızda sürekli karşılaştığımız, hatta çoğu zaman bizzat 'biz' olan şeyler... Ama o kadar etkili bir şekilde anlatıyor ki, bence yazarlığını bu kadar özel kılan şey bu. Kelimelerle karşılıklı bir aşk yaşıyor. Seviyor, sevdiği kadar da seviliyor. Bunu her satırında hissetmek mümkün.


Bu kitapla tanışmam, buluşmam ve en son da okuma serüvenimin hepsi bir bütün olarak çok özel oldu benim için. Bir armağandı; yeni yaşım için güzel bir doğum günü kartı ve iki adet son derece sevimli ayraçla gönderilmiş bir armağan... Ama bunu armağan eden güzel gönüllü insan, bana sadece bir kitap armağan ettiğini sanıyordu ama armağanı, severek ve merakla takip edeceğim yeni bir yazardı aslında.

Yeni bir yaşa, yeni bir yazarla başlamak... Ben 30'lar güzel gelecek demiştim:)

20 Ekim 2010 Çarşamba

Bir aşçı adayının günlüğünden...

"Heyhat, camlar tıpır tıpır yağmuru anlatıp durmakta..."

Bu günlerde okuduğum Gece Güzelliği'nde çizdiğim onlarca satırdan biri. Bu yazıyı yazarken karşımdaki manzara tam da böyle bir şey. Penceremden sicim gibi iniyor semânın gözyaşları. Ama bugün gökyüzü sanki mutluluktan ağlıyor, zira işaret olarak üzerimize bir de kocaman bir gökkuşağı gönderiverdi:)

Bu sefer ıslanmaktan son anda kurtuldum. Halime acımış olsa gerek ki yağmur tanrıları, eve girmemi beklediler gözyaşlarını akıtmak için. "Halime acımış olsalar gerek ki" diyorum çünkü gerçekten bitap haldeyim. Hayatımda yorgunluk ne demek sanki gerçekten ilk kez öğreniyorum:)

Öncelikle kendimi ev-okul arasındaki güzergahta gidip gelirken bohçacı kadınlar gibi hissediyorum. Her yanımdan çanta ve türevleri şeklinde bir şeyler sarkıyor. Omzumda uzun askılı, içinde not defterlerimin, okuduğum kitabın, kalemlerin ve kişisel bir takım eşyalarımın bulunduğu bir çanta; sırtımda aşçı ceketi, önlüğü, şapkası, terlikleri, çorapları ve torşonlarının bulunduğu bir sırt çantası; elimde ince uzun bir bıçak seti çantası ve yine elimde okul sonrası gittiğim spor salonu için bir çanta... Yazması bile zor geldi, siz bir de bunları taşımasını düşünün:)

Sabahları güne 5.30'da son derece enerjik ve zinde başlıyorum. Bütün bu çantaları sağıma, soluma, her yanıma takıp Maslak yollarında kalabalıkları yara yara giderken de son derece dinç ve seke seke bir durum içerisindeyim aslında. Ama bir dönüş yolu var ki onu hiç sormayın. Her şey geliş ve gidiş arasında geçen o beş saatlik zaman dilimi içinde oluyor. Nasıl mı? Anlatayım...

Önce üstümüzü başımızı değiştirip dıştan bakan herkesin "aha işte bir aşçı" diyeceği kıvamda giyiniyoruz. Jilet gibi pürüzsüz, ütülü ve bembeyaz ceketlerimiz, önlüklerimiz... Bu kıvama girdikten sonra ilk iş, mutfakların önünde tek sıraya geçmek! Şefler tarafından sıkı bir hijyen kontrolüne tutuluyoruz. Askerlik yapan erkeklerin ikinci kez geçtikleri, biz kadınlarınsa muhtemelen ilk kez karşılaştığımız bir tırnak ve üst baş kontrolü... Maksat elbette ki hijyen durumumuzun mutfakta çalışmaya elverişli olup olmadığını görmek, hiç birimizin itirazı yok.

Sonra koşar adım mutfaklara dağılıyoruz. Herkes mutfaktaki yerini alıyor, günlük ekipmanlar tezgahlara çıkıyor, ocaklar yakılıyor, bıçaklar setten çıkarılıp tezgaha yerleşiyor. İşte tam bu noktadan sonra geçen 4-5 saati anlatmam çok zor. Bir saniye bile durmadan, karınca misali bir o yana bir bu yana koşturarak, bir yandan şefin dediklerini harfiyen yapıp bir yandan bulaşıkları yıkayarak (tezgahta fazladan bulaşık durursa fena paylanırsınız, ona göre:)), sanki dışarıda yapacağınız yemeği bekleyen bir misafir(müşteri) varmışçasına pratik, hızlı ve itinalı olmaya çalışarak dört dönüyoruz mutfağın içinde.

Profesyonel mutfaklarda pişen her yemek o kadar itinalı, detaylı ve farklı ki, işin içine girmeden bu kadar olacağını tahmin etmezdim. Örneğin bir mercimek çorbası yaptık dün, evlerimizde kış boyu sürekli pişen çorbayla çok farklı, çünkü detayları çok fazla. Detaylar bu kadar artıp gereken zaman kısa olunca ama bir de sonucun mükemmel olması gerekince elinizin ayarını bu denklemin içine uydurmak zaman ve tecrübe istiyor. Sürekli mutfakta olmak, her gün bu temponun içinde olmak, ister istemez o tecrübeyi getiriyor aslında. Mutfağa gireli sadece 2.5 hafta olmasına rağmen elimin son derece hızlandığını hissediyorum örneğin. Her şeyin kusursuz güzellikte, lezzette, temizlikte ve görünümde olması gerekiyor ve bunların hepsinin aynı anda olması gerekiyor. Yemekleri yapayım, ortalığı sonradan temizlerim yok, anında yersiniz fırçayı:)

O günkü bütün reçeteleri tamamlayıp yemekler bittiğinde hep birlikte bir son temizlik yapılıyor ki mutfakta, bu işin sonunda ben bir de uluslararası temizlik ve hijyen diploması almayı da talep ediyorum:) Yerler, tezgahlar, ocaklar siliniyor, ekipmanlar tek bir damla dahi kalmayacak şekilde kurulanıp yerine kaldırılıyor. Mutfaktan çıktığımızda geriye bakınca yarım saat öncesine kadar o mutfakta 25 kişinin her birinin 3-4 çeşit yemek çıkardığına kimse inanmaz.

İşte bütün bunların sonunda benim, o yazının başında yazdığım çantaları yeniden yüklenip yollara düşecek halim kalmıyor. Sadece benim değil, hiç birimizin. Okula enerjik, seke seke giren ben, omuzlarım çantaların yükünden çökmüş, adımlarım kaplumbağa misali yavaşlamış çıkıyorum:) Sonra bir de pilim spor yaparken tavan yapıyor. Ama ordan çıkarkenki halimi hiç anlatmayayım artık:)

İşte eve bu halde girdim bugün. Yağmur tanrıları bana acımış olmalı demem de bundandır. Eğer 5 dakika önce yağmaya başlasaydı, yorgunluktan bitmiş olan ben kollarımdaki ve sırtımdaki bütün çantaları sokak ortasında yere atar, kendim de bir güzel yere bağdaş kurar iflas ederdim artık sanırım:)

Bütün bunları yazdım, şikayetçi miyim sandınız? Asla! Çok mutluyum ben:)

Bir de öyle güzel keyif anları yarattım ki kendime bu temponun içinde. Örneğin metrobüsten 6.45 gibi indikten sonra metroyla okula geçmeden önce Mecidiyeköy'de kendime bir kahvaltı molası verdiriyorum. Evde hazırlamış olduğum tostumun yanına bir de çay alıp bir saate yakın kitap okuma molası... Nasıl iyi hissediyorum kendimi. Sanki bütün gün ihtiyacım olan enerji için pilimi o bir saatte dolduruyorum. Kelimelerin, hikayelerin gücüyle motive oluyorum.

Bir de akşamları... Bütün bu yorgunluk sonrası bir banyodan sonra oturmak yok mu? Anlatılmaz bir keyif... Tıpkı şu an olduğum gibi... Bu yorgunluk üzerine bir keyif çayı, mis gibi tomurcuk kokulu... Böğürtlen aromalı bir tütsü... Benim kelimelerim bitince, Onur Caymaz'ın kelimeleri başlayacak şimdi. Gece Güzelliği'nde öyle güzel anlatmış ki hayatı... Kitap bitince hakkında yazacağım. Ama önce anlatacağı şeyleri son satırına kadar dinlemem lazım:)

17 Ekim 2010 Pazar

Prag'da bir pazar günü!

Prag sokaklarındaydım bugün. Panorama Otel'in köhnelik kokan duvarları arasında uyandım; karşımda sisler altında kalmış muhteşem Prag manzarası... "Sonradan bu sisin, kentin sabah ve akşam makyajının bir parçası olduğunu öğrenecektim."

Evropa Hotel'in o yüzyılı aşkın pastanesinde kahve içtim, çayımı yudumladım, içi böğürtlen reçelli mis gibi kokan palaçinkam eşliğinde. Eskiyi ve yeniyi, tarihi ve bugünü, sokaklarında, caddelerinde her ne yaşanmışsa her birini içinde barındıran, gören gözlere okuyan bu büyülü şehrin ruhunu içime çektim.

Aynı zamanda Seul'deydim. Uzak Doğu'nun o gizemli, biraz mistik, biraz da aristokrat şehri Seul'de... Çok şaşkın, fazlasıyla da meraklı bir ben vardı o şehirde de. Seul'de ölülere yer olmadığını öğrendim; sonra ölülerin küllerinin kavanozların içine konup şehir dışında bir tapınakta raflara yan yana dizilerek saklandığını... Ölünüzü ziyaret etmek istediğinizde rutubet ve insan kemiği kokan bu tapınakta bir kavanozun önünde durmak ve ona yazmış olduğunuz mektubu sunmak... Kavanozlara kapatılmış ölüler... "Tanrı'nın aktar dükkanı gibi bir yerdi gittiğimiz tapınak."

Şaşırmayın ama tek bir güne, kısacık bir pazar gününe bir şehir daha sığdırdım. Aynı zamanda Sicilya'da, Etna Yanardağı'nın dibine kurulmuş Catania'daydım yani İtalya'da. Eski bir manastır olan kentteki üniversitenin bir bölümünün Etna'nın püskürttüğü lavlardan yapıldığını öğrenmek, o duvara konan benim olmayan bir elin aldığı lav sıcaklığını sanki kendi elim deymişçesine hissetmek...

Evet bugün öznesinin kendim olmadığı ama benmişçesine derinden hissederek yaşadığım pek çok yolculuğa çıktım. Üstelik önce odamda pencere kenarında, sonraysa minik bir çay bahçesinde bir, Orta Avrupa'nın gizemli şehri Prag'da, bir, Uzak Doğu'nun mistik kenti Seul'de, bir, İtalya'nın ateşi Sicilya'daydım. Edebiyat böyle bir şey işte. Bilet niyetine kelimelere tutunup dünyanın ekseninde defalarca bile dolaşmanız mümkün.

Benim uçağımın adı Kayıp Gölgeler Kenti, pilotu Nazlı Eray, biletimse onun kelimeleriydi. Ekim ayının bu güneşli pazar gününden tam bir yolculuk sarhoşu ve yorgunu olarak çıkıyorum. Aslında sarhoşluğum gidip gördüğüm(!) yerlerdense öğrendiklerimden oldu diyebilirim. Bu büyülü Orta Avrupa şehrinden gelip geçmiş ve sokaklarına, kaldırımlarına, kafelerine, köprülerine, kiliselerine, kapılarına, pencerelerine iz bırakmış insanlarla, Franz Kafka'yla, Joseph Stalin'le, ünlü oyuncu Sarah Bernhardt'la ve onu Cleopatra olarak çizmiş olan ilk ressam Alphonse Mucha'yla ve bu insanların hayatlarından gelip geçmiş ünlü ünsüz pek çok isimle tanıştım, çoğu hüzün ve trajedi kokan hayat hikayeleriyle yüzleştim. Sarhoşluğum ve yorgunluğum bundandır.

Bu kitabın bende çok derin izler bırakacağını biliyordum. Yazın ortasında elime alıp okumaya başladığımda daha ilk satırlarda bunu hissetmiş ve neredeyse kıyamamıştım okumaya. İlk sayfalardan ruhuma geçen kar, kış ve yağmur kokusunu içimden atamamış, okumak için mevsimin dönmesini beklemiştim. İyi ki beklemişim. İyi ki çay bahçesinde kitap keyfi yaparken boynuma gri-mavi fularımı sıkı sıkı doladığım, her ne kadar tepede güneş de olsa üşümemek için paltoma sıkı sıkı sarındığım, ellerimi ısıtabilmek için her daim sıcacık bir çay bardağını kavramam gerektiği bu günleri beklemiş, sabretmişim.

Kalemine sağlık Nazlı Eray! Görünen o ki bu kış, sayenizde daha çok yolculuğa çıkacağım.

14 Ekim 2010 Perşembe

Bir varmışım, bir yokmuşum...

"Ben nice depremler gördüm
Kolay kolay yıkılmam
Her defasında kaybetsem
Yine de hiç üzülmem
Aslında bu kadar da kırılgan değildim
Kendi yarattığım düşmanlara yenildim
Bir kayboldum sonra tekrar belirdim
Masallardaki gibi...
Bir varmışım bir yokmuşum
Bir varmışım bir yokmuşum"


Nasıl güzel bir şarkıdır bu. Günlerdir dilimden düşmüyor.

Dışarıda inanılmaz güzellikte bir yağmur yağıyor. Karanlığa rağmen damlaları görebiliyorum dikkatli bakınca. Camlar delicesine gözyaşı döküyor sanki. Gece yarısını bulmuş olmama rağmen umursamadım, bu anın keyfi en güzel sıcacık şöyle bol sütlü bir kahveyle çıkar dedim ve şu an avuçlarımı kahvemle, içimi de Sertap Erener'in bu doyamadığım şarkısıyla ısıtıyorum.

Haliçli Köprü'nün son sayfalarındayım. Artık bitmesini istiyorum ki Nazlı Eray bana göz kırpıyor kütüphanemin rafından. Kulağıma fısıldamalarını duyuyorum "artık zamanım geldi, biliyorsun, hissediyorsun" diyor. Kayıp Gölgeler Kenti'ni bir kış romanı olarak tanımlayıp yazın cayır cayır sıcaklarında okumaya kıyamamış ve kışa bırakmıştım tadını daha çok alabilmek için, okuyanlar hatırlayacaktır. Biliyorum artık zamanı geldi.

30 yaşıma girdim, üstelik çok sakin bir ruh haliyle. Garip, sanki hep tersi olacağı empoze edildiğinden midir nedir, 20 yaşıma girerken daha çok paniklemiştim ben sanki. Dün pek çok kez duyduğum bir cümleydi şu: "Bundan sonra hiç ilerlemese keşke yıllar, hep 30'da kalabilse". Pek çoğuna bilinçsizce kafa sallayıp "ah keşke, keşke" diye cevap verdim ama sonra bunun ne kadar kötü bir dilek olduğunun farkına vardım ve hemen çark ettim bu lanetli cümleden. Garip gelebilir belki ama sanki ölmeyi dilemek gibi geldi bu cümle bana. Çünkü insan ancak ölürse öldüğü yaşında sabitlenir ve bir daha hiç yaşlanmaz. Her yaşı hak ettiğince yaşamak en güzeli değil mi? 20'leri teker teker yürürken öyle çok şey öğrendim, öyle şeyler birikti ki sepetimde, yeni bir on yılın daha hayatıma getireceklerinin heyecanını duyuyorum ben şu an sadece.

Ve bu şarkı bana sanki "işte sen busun Zeren" diyor "senin için bestelendim, yazıldım ve söylendim. Nice mutlu yıllara..."

Bir varmışım, bir yokmuşum...

12 Ekim 2010 Salı

Şerefe!

Uykumun arasında açık kalmış televizyondan kulağıma çalınıyor "Vedat Milor gitti, yedi, içti ve yazdı. Akdeniz Lokanta ve Şarap Rehberi, İtalya... NTV Yayınları imzalı... Tüm kitapçılarda!" Uyku sersemi duyduğum cümleler bunlar... İçimdense senkronize bir şekilde şunu söylüyorum "Hala alamadın gitti Zeren bu kitabı. Bu kadar da meraklısın güyya İtalya'ya, şaraplara... Yarın ilk işin olsun!"

Yarın oluyor ama ilk işim yine bu olmuyor! Bir kitapçıya uğrayacak fırsatı bulamıyor ve 'ilk fırsatta' dediğim belirsiz bir zamana erteliyorum bir kez daha.

Ve tüm bu ertelemelerin, fırsatsızlıkların da bir nedeni olduğunu gösterdi yine hayat bana. 30'una adım atmak üzere olan ufak(!) bir kız çocuğunun ellerine pazar akşamı doğum günü armağanı olarak bırakılan güzel bir kitapçı paketinin içinden fırlayıverdi, uykumda bile almam gerektiğini kendime söylediğim bu kitap.

Güzel arkadaşlarım var benim. Düşünceli, samimi, candan... Aslı Çarşamba günü olan doğum günümü birlikte kutlayamayacağımız için pazar günü hep birlikte organize olmuşlar ve güzel bir film keyfi sonrasında süpriz yaparak öncelikle varlıklarıyla mutlu etmenin hediyesini verdiler bana. Sonra da rengarenk torbaların içinde kendi düşünceli hediyelerini...

İşte bunlardan biriydi Vedat Milor'un Akdeniz Lokanta ve Şarap Rehberi-İtalya. "Biz sana bunları hediye ederek kendi geleceğimize yatırım yapıyoruz" diye espiriyi patlattı Ari. Birlikte tadacağımız, pişireceğimiz lezzetlerin hayali uçuştu o an hepimizin kafasında, kimileri söze döküldü hatta. Bense bilmeye, öğrenmeye aç, dolanmak istedim hemen kitabın satırlarında. Karıştırdım sayfalarını rastgele. Önsözdeki samimi ifadelerini okudum Vedat Milor'un. Sonra sofrada uzun bir Vedat Milor ve yemek muhabbeti açılıverdi. Farklı damak tatları, farklı beklentiler, yeniliklere açık olma, olmama...

Vedat Milor, pek çok insan gibi yazılarından önce televizyon programıyla tanıdığım bir isim oldu benim de. Zaman içinde izledikçe ve okudukça da saygımın arttığı, bilgisini ve fikirlerini önemsediğim bir isim... Samimi ve dürüst yaklaşımıydı sanırım her şeyden önce önemseten. Restoran reklamı yapma amaçlı bir program yapmıyor olmasıydı. Lezzetin peşinde koşan ve onu yakalayamadığı anda da ne kadar fiyakalı bir restoranda da olsa bunu paylaşan bir isimdi. Çok lüks bir lokantada da beğendiği şeye gösterdiği hürmet aynıydı, son derece salaş bir esnaf lokantasında da.

Peşinde koştuğu şeyin salt yemek olmadığını, bir hayat tarzı olduğunu hissettirdi hep bana. Yemeğin sanattan farkı olmadığını, nasıl bir sanat eserinden zevk alınırsa yemekten de benzer bir hazzın beklenmesi gerektiğini, iyi bir yemeğin hayattan alınan hazzı arttıracağını tüm samimiyetiyle hissettirmesi... Üstelik bunun için illa ufak bir servet ödemeniz gereken yemekleri yemenizin de gerekmediği, çok sıradan ufacık bir esnaf lokantasında da o hazzı yakalayabileceğiniz gerçeğini yansıtması, tek bir şartla... İşinin ehli ve yaptığını iyi yapan bir yer olması şartı...

Kitabında da benzer samimiyeti yakalayacağımı tahmin ediyordum ki yanılmamışım. Üstelik bu yaşam tarzının satırlara dökülmüş halini okuyabilmek de büyük keyif oldu. Neden İtalya sorusunun cevabı, kendi hayat görüşünü de anlatan şu satırlarda gizli aslında:

"Globalizasyon denen girdabın içine düşmüş ve içini hırs bürümüş bizler hayata daha çok 'varmak istediğimiz son nokta' açısından yaklaşırız. Maddi güç, iktidar vs. Düz bir yolda ilerlerken önümüze çıkan engeller keyfimizi kaçırır, moralimizi bozar ve bazen hastalanmamıza yol açar. Bu arada yaşadığımız 'an'dan da pek keyif almayız çünkü kafamızda hep nihai amaç vardır ve etraftaki güzellikleri algılama yeteneğimiz biraz körelmiştir.

İşin kötüsü o nihai amaca ulaşsak bile onun zevkini çıkaramayız çünkü onun yerine hemen yeni bir amaç geçer ve aynı stres dolu süreç yeniden başlar.

İtalyan tarzı hayat bunun tersidir.

Önemli olan nihai amaç değil, süreçtir. İnsanlar süreçten zevk almayı yani etrafındaki her şeyden güzellikler üretmeyi bilir. Yaşanan her an bu açıdan başka bir amaca yönelik bir araç değil, nihai amacın ta kendisidir.

...Daha da anlamlısı bu yaşam tarzını cömertçe 'paylaşma'. Akdeniz yaşam tarzı bu anlamda son derece demokratik çünkü güzellik ve yaşam sevgisi bulaşıcı. İtalyanlar bir masada yalnız yemek yiyen bir turist görünce bile dayanamaz ve onu masalarına davet ederler. Manzaralı lokantalarında en güzel masalara kendileri oturmaz, onları turistlere bırakırlar. Kendileri de daha çok gruplar halinde ve genellikle üç kuşak bir arada yemek yer ve ortaya gelen her yemeği paylaşırlar."

Kitap pazardan beri elimden hiç düşmedi. Paylaşılması gereken o kadar keyifli anektotlar var ki... Bölge bölge ilerlediği kitapta her şehrin yemek-lokanta-şarap kültürüne giriş yapmadan o bölgeyle ilgili keyifli anılarını da paylaşmış Milor. İçlerinde gülümseten, düşündüren, keyiflendiren bir dolu an mevcut.

Örneğin Roma yazısında anlattığı bir anısında geçen konuyu düşünmeden edemiyorum. Biri İtalyan, biri Amerikalı iki arkadaşıyla Roma sokaklarında dolaşırken 'şehirlerin efsunlu kelimeleri' üzerine konuşuyorlar. İtalyan arkadaşı her şehrin, o şehri tanımlayan efsunlu bir kelimesi olması gerektiğini söylüyor ve Amerikalı'ya soruyor "New York'unki ne sence" diye. Kadın "başarmak" cevabını veriyor. "Başarıya şartlanmış bir kültür bizimki. Winner'lar ve loser'lar, kazananlar ve kaybedenler diye insanları ikiye ayırırız. Herkes başarmak ve kazananlar arasına girmek ister. Para, mevki, aşk, spor..."

Bunun üzerine dayanamayıp Roma'nın kelimesini soruyor İtalyan arkadaşına Vedat Milor ve tek bir kelimeyle "seks" cevabını alıyor ondan. "Bizim için bir oyun gibidir seks" diyor "Onu aramak, bulunca bir tartıdan geçirmek, bazen kabul etmek, bazen ise reddetmek... Dediğim gibi en eğlenceli ve hayatta hepimize en haz veren oyundur seks."

Bense bu satırları okuduğumdan beri İstanbul'un efsunlu kelimesini düşünüyorum. Ve yine gidip gelip son zamanlarda sürekli takıldığım bir kelimeye çarpıyor zihnim... Tutku... Bu şehirde kafamı nereye çevirsem tutku zerreciklerine rastlıyorum. Kavga eden minibüs şöforlerinin tartışmasında tutku var. Deniz kenarında öpüşen çiftin dudaklarında da... İyi olanı da kötü olanı da besliyor bu şehrin tutkusu.

Peki ya sizce? Sizce bu şehrin kelimesi ne?

9 Ekim 2010 Cumartesi

Bir Sylvain Chomet karakteri olmak istiyorum!

2004 yılında Belleville'de Randevu filmini izlediğimde tanışmıştım onun animasyon dünyasıyla ve tek kelimeyle bayılmıştım. O zamandan bugüne yeni bir şey gelmediği için de tek ve yegâne olarak kalmıştı Belleville'de Randevu. Ta ki düne kadar...

Filmekimi'nin programında Sylvain Chomet'nin yeni animasyon filminin de yer aldığını gördüğümde film arşivime defalarca izlenmekten bıkılmayacak bir filmin daha ekleneceğini hissetmiştim. Yanılmamışım. Söze dünün en güzel şeyinden bahsederek girdim ama dün, topyekün her şeyiyle çok güzel bir gündü.

Dört günlük yorucu bir tempodan sonra sabah yeniden erkenden uyanıp yollara dökülmemin yine çok keyifli bir nedeni vardı. 2010'un 8 Ekim'i, İstanbul'un sonbahar müjdecilerinden Filmekimi'nin başlama tarihi olarak not düşülmüştü takvimlere. Ama bu sene bir değişiklik yaparak sonbaharın değil kışın habercisi olmaya karar vermişti, o ayrı.

Çoğu insanın şikayetlerinin aksine bu sene ben, kararan gökyüzünden, yağmur yüklü bulutlardan, şakır şakır yağan yağmurdan acayip bir keyif alıyorum. Sabah gözümü açarken kapalı perdelerin arkasından cama çıtır çıtır vuran yağmur damlalarının sesini duyarsam eğer, sanki görünmeyen bir elin içime enerji pompaladığını hissediyorum.

O nedenle dün sabah da son derece soğuk bir hava ve ırmak misali akan sokaklara adımımı atarken çok keyifliydim, üstelik tadını en çok çıkarabileceğim arkadaşlarımdan biriyle 11.00 ve 13.30 seanslarında iki doyumsuz film izlemek üzere Beyoğlu'na gitmek üzereydim. Elimde en sonunda bir tane edinebildiğim ve pembe puantiyelerine hayran olduğum için aramızda bir gönül bağı gelişen şemsiyemle genelde yağmurlu havalarda benim için kaçınılmaz bir kader olan ıslanma eyleminden de korunabileceğimin güveni vardı üzerimde:)

Meğer yağmur İstiklal Caddesi'ne ne kadar yakışıyormuş, unutmuşum. Taksim yönünden bu şehrin en sevdiğim caddesine adımımızı attığımızda karşımızda - sabahın erken saatleri olmasından da olsa gerek - tek tük yürüyen insanlar ama insan kalabalığının yerini azametli görüntüsüyle dolduran sağanak bir yağmur vardı. Bıkmadan bakılası bir tablo misali kazılı kaldı zihnimde.

Emek Sineması'nın olmadığı bir festivale başlıyor olmanın öfkesini nereye kusacağımı şaşırsam da, bireysel olarak şöyle bir protesto geliştirdim. İstiklal'in eski ve tarihi onca sineması varken İKSV'nin festival kapsamına Cinebonuslar gibi son derece kişiliksiz, sadece şatafat, gösteriş ve parıltıdan ibaret olan sinemaları katması, İstiklal'dense sadece Beyoğlu ve Atlas sinemalarının olması asla kabul edilebilir değil benim için. Bense onca izlemek istediğim film olmasına rağmen Cinebonuslar'da gösterilen filmlere gitmemeye çalışarak protesto ediyorum bu durumu. Festival filmi dediğin şeyin sonunda kendini parıltılı dükkanların olduğu mekanlara atmaktansa Beyoğlu'nun kalabalığına karışmak isterim ben. O kalabalıkta sürüklenmek, kitapçılara girip çıkmak, bir kahvecide, bir birahanede ya da bir şarap evinde soluklanmak, sohbetin dibine vurmak, filmi bu şekilde yaşamak, yaşatmak isterim.

Neyseki izleyeceğimiz filmler, Emek'ten sonra İstiklal'in en sevdiğim ikinci sineması olan Beyoğlu Sineması'ndaydı da, film keyfinin yanında sinemada tarih kokusu almanın da tadını çıkarma şansımız olabildi.

İzlediğimiz ilk film Sylvain Chomet imzalı Shirbaz (The Illusionist), sadece güne değil hayatınıza bile damga vurabilecek filmlerden. Öyle naif, öyle anlamlı, öyle kişilikli ve hayat dolu bir hikayesi var ki, bakmak ve görmek arasındaki fark gibi terazinin kefesini bakmaktan değil, görmekten yana ağırlaştırmamız gerektiğini hatırlatıyor bize.


Biraz modası geçmiş, yaşlanmış bir sihirbaz olan filmin kahramanı, o şehirden o şehire kendine nerede iş bulursa dolaşan, başarısız da olsa, gereken alkışı alamasa da yılmayan, üzülmeyen, hemen yeni şanslar, yeni seçenekler için kapıları aşındırmaya başlayan, hayatı kendisine ağırlaştırmayan bir karakterdir. Bir gün yine bir gösteri için İskoçya'nın sahil kasabalarından birine düşer yolu. Hem gösteri yaptığı hem de konakladığı mekanın temizlikçiliğini yapan minik bir kızla da arasında bir dostluk gelişir. Bir insanın hayattan mutlu olmak için çok da fazla bir şeye ihtiyacı olmadığını, mutluluk çıtalarımızı çok yükseğe koyduğumuzu ve bunu fazlasıyla maddiyatçılıkla ilişkilendirdiğimiz için ulaşılamaz kıldığımızı son derece sıradan, kısa ve net bir dille anlatıyor film.

Sadece konusuyla değil, 90 dakika boyunca ekrandan geçen her karesiyle de filmin sizi alıp götüreceğini, bol bol iç çektireceğini garanti ederim. Öyle ki, izlediklerimin gerçek, kendi yaşadığım dünyanın kurgu olmasını istedim. Öylesi renklerin, büyülü bir doğanın, keyifli tiplerin arasında yaşamak, tam ruhuma göre döşenmiş son derece sevimli odalarda konaklamak... Kısacası filmi izlerken de, bittiğinde de tüm varlığımla bir Sylvain Chomet karakteri olmak istedim.


İki film arasında benim hala çok sevdiğim kitapçı-kafe Mephisto'da edilen geç bir kahvaltı, zarif bardaklarda sıcacık tavşan kanı çaylar, bitmeyen sohbetler, kikirdemeler, tam ısınmışken yeniden paltolara sarılıp sinemaya koşturmacalar... Ve arkasından gelen bir sevimli film daha... İzlemesi keyifli, gülümseten, sevimli bir filmdi Philip Seymour Hoffman'ın aynı zamanda yönetmen de olduğu Jack'in Kayık Gezintisi (Jack Goes Boating)... Bu filme dair bende kalan şeyse, bir insanı mutlu etmek için emek vererek bir şeyler yapmanın ne kadar değerli ve önemli olduğuydu. Hoşlandığı kadın sırf "Hiç kimse şimdiye kadar benim için yemek pişirmedi" dedi diye günlerce yemek yapmayı öğrenmeye çabalayan bir adamın sevimli hikayesi olarak kaldı aklımda film.

İstiklal'in rutubet kokulu tarihi pastanesi İnci'de ayak üstü yenen profiterol, Pia'da içilen kahveler, gittikçe özel olmaya başlayan bir insan için günün anlam ve önemine dair birkaç dükkana gire çıka aranan ufak bir armağan, ellerinde şemsiyeleri yağmurda yürüyen bir çiftin olduğu Fransız Kültür'ün önünde asılı bir tablonun önünde, elimde şemsiye verilen pozlar (yukarıda görüldüğü üzere) ve yine yağmur, yağmur, yağmur...

8 Ekim 2010 kendi tarihime işte böylesi güzel bir gün olarak not edildi:)

5 Ekim 2010 Salı

Kadın olmak zor zanaat!

"Bende iki kadın var. Bunlardan biri neşeyi, tutkuyu, hayatın ona sunabileceği serüvenleri tanımayı istiyor. Öteki ise tekdüzeliğin, aile hayatının, planlanıp yerine getirilebilen ufak tefek işlerin kölesi. Aynı bedende birbirleriyle savaşıp duran ev kadını da benim, fahişe de.

Bir kadının kendisiyle yüzleşmesi, ciddi tehlikeler barındıran bir oyundur. Kutsal bir dans. Kendimizle karşı karşıya geldiğimizde, iki tanrısal enerji, çarpışan iki evrenizdir. Yüzleşmede gerektiği kadar saygı yoksa, bir evren ötekini yok eder."

Paulo Coelho'nun On Bir Dakika isimli kitabından bu satırlar. Titreten bir puslu ekim sabahında gün daha yeni ağarmışken Mecidiyeköy'ün yan yana dizili simit cennetlerinden(!) birinde sıcak bir çayla ısınmaya çalışılırken okundu ve altı çizildi. Bir cümle ya da bir paragraf okur ve öyle kalırsınız ya bazen. Gitmez satırlar daha ileri... Düşünecek çok şey bırakmıştır çünkü geriye. Önce bir onları tartmalı, evirip çevirip anlamaya çalışmalı, kendi hayatınızdaki izdüşümlerini bulup çıkarmalı yani bir nevi romandaki o satırları kendi hayatınıza ayna niyetine çevirmelisinizdir hani. Öyle bir his bıraktı işte bu satırlar bende.

Farklı kesimlerden, farklı yaş gruplarından ve geçmişlerden bambaşka kadınlarla tanışıyorum bu aralar. Belki biraz bundan, biraz da kendimde benzer çatışma hallerinin hasarlarını biliyor olmamdan, bu cümleler oldukça fazla düşündürdü beni.

Örneğin mutfak tezgahında omuz omuza patateslerle, havuçlarla, et, balık ve sebze sularıyla mücadele verdiğim arkadaşlarımdan biri şu cümleyi kurdu dün: "Yıllarca tekstil sektöründe çalıştım, yıprandım, sorumlulukların altında ezildim. Şimdi oğlum da 14 yaşına geldi. Benim de artık biraz mutlu olmaya hakkım var dedim ve şu an burdayım. Üstelik eşim çok karşı çıkmış olmasına rağmen."

Evinin kadını, çocuklarının annesi, kocasının karısı olmakla, daha bireysel ve maceracı arayışlarının/isteklerinin arasında sıkışıyor pek çok kadın. Her ikisini birden hayata geçirebilene şanslı mı demek gerek, yoksa gerçekten mücadeleyle başarılabilecek bir şey mi bu bilemiyorum. Elbette biraz koşullarla da ilgili tabi.

Kitapta da dediği gibi "Bir kadının kendisiyle yüzleşmesi, ciddi tehlikeler barındıran bir oyundur". İçimdeki iki 'ben'in yüzleştiği bu oyunun ilk raudunda başarılı olamadım örneğin ben. Yüzleşmede gerektiği kadar saygı olmadığı için bir evren, diğerini yok etmeye çalıştı. Dengeler burcu kabul edilen bir Terazi olan bendeniz, içimdeki iki evrenin arasındaki dengeyi kurmayı beceremedim. Aile hayatının, tekdüzeliğin, planların, programların caydırıcı huzuruna kendimi kaptırıp tembelleştim; üstelik daha evli bile değilken. Diğer yanımın heyecanlarının, serüven merakının, tutkularının sesini sağırlığımla boğdum. Sonuç toplu bir yıkım oldu elbet. Sizi siz yapan yanlarınızdan birini canlı canlı mezara gömerseniz, geri kalan tarafla topyekün mutlu yaşamanız mümkün olmuyor. Birinci elden test edildi, onaylandı:)

Yine de demek ki tüm pencerelerimi kapamamışım ki acı tecrübelerle de olsa çıkabildim bu cenderenin içinden. Beni tanımlayan sıfatların hepsinin birden farkında olarak yoluma devam edebiliyorum. Serüvencilik, heyecanlar, tutkulu maceralar... Evet bunlardan tutam tutam serpiyorum bu aralar hayatımın köşelerine. Mutfak tutkumu bir mesleğe, dansı, pateni, yogayı hayatımın vazgeçilmez keyifleri haline dönüştürmeye çalışıyorum. Tekdüzeliğe, aile hayatının huzuruna, güvenine meyilli yanımsa bu aralar biraz dinlenmede. Fazla yoruldu, yıprandı son iki yıl içinde. Zamanı ve yeri geldiğinde onun kulağıma fısıldayacağı cümleleri de duymamazlık edip kendisini üzmeyeceğime dair söz aldı, usulca bekliyor köşesinde:)

Tüm bu farklı mecralara açıldıkça da görüyorum ki benim gibi çok fazla kadın, kendi özellerinde farklı farklı ama temelde aynı tuzaklarla, çelişkilerle mücadele ediyor. Kadın olmanın kaçınılmaz tuzakları mı bunlar, yoksa olaya cinsiyetçi yaklaşmamak mı gerek bilemiyorum ama sanki kadınlar bu konularda erkeklere nazaran 1-0 geride başlıyorlarmış gibi de gelmiyor değil doğrusu.

Tüm bunları ve daha pek çok şeyi bana bir kere daha düşündürdüğü için On Bir Dakika son zamanlarda okumaktan çok büyük zevk aldığım romanlardan biri oldu. İki gün sürmedi bitirmem. Üstelik o kadar plansız bir okumaydı ki, kesinlikle okumayı düşündüğüm romanların arasında bulunmuyordu. Geçen hafta canım arkadaşımın evinde yorgun bir günün gecesini şenlendiren şarap/film/sohbet üçlemesinin ardından gözlerim yarı kapalı benim için hazırlanmış mis kokulu bir yatağa girmeye hazırlanıyordum ki Ece'ye "okuduğum kitap bugün bitti ve eve de gitmeyeceğim için yarın yolda kitapsızım, seninkilerden bir şey seçeyim" dedim. İlk yanaştığım rafta, gözüme ilk çarpan kitap On Bir Dakika'ydı. Yıllar evvel duymuş, o zamanlar "okumalıyım" denmiş, ama bu şekilde yığılı duran, asla eksilmeyen, sürekli çoğalan okunmalılar listesinde sürünmeye mahkum edilmiş bir kitaptı kendisi. Hep diyoruz ya demek zamanı buymuş diye. Bir kere daha hayat, her şeyin gerçekten bir zamanı olduğunu kanıtlamış oldu, böyle ufacık bir olayda bile olsa.

Bir iki cümleyle de son günlerime dair bir şeyler yazmak istiyorum. Zaman öyle bir hızla akıyor ki durup da bakamıyorum bile akıp giden saatlere. İki haftalık teorik derslerin ardından pazartesinden bu yana mutfağın tozunu attırmaya başladık ama ne attırma! Bıçak kullanımı ve kesim teknikleri dersi, pek çok arkadaşın parmaklarına attıkları kesikler ve bir de üç dikişlik daha derin bir yarayla sonuçlandı. "Ustalık bulaşıyor, ustalık" diye endişeye gerek olmadığına dair espirilerle bizi avutan şefimiz, bir yandan da siz daha durun, neler gelecek başınıza der gibiydi, o da ayrı:)

Et suyu, balık suyu, sebze suyu, 'yetiştirdim', 'yetiştiremedim', 'benimki berrak oldu', 'yok bu çok fazla karamelize oldu', 'baharat torbalarınızı hazırlamak için son 5 dakikanız' bağırış çağırışları arasında kafama delicesine dank eden bir şey var ki, şu birkaç günde tüm profesyonel mutfak çalışanlarına ömrümde hiç duymadığım kadar büyük bir saygı duymaya başladım. Çünkü bizim görmediğimiz o kapalı kapılar arkasında nasıl bir telaş ve stres yaşanıyor olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Şimdiye kadar gittiğim hakkını veren lokantalarda yemeklerini yediğim tüm mutfak çalışanlarına bir kez daha burdan ellerine sağlık diyor ve noktayı koyuyorum:)))