"Bende iki kadın var. Bunlardan biri neşeyi, tutkuyu, hayatın ona sunabileceği serüvenleri tanımayı istiyor. Öteki ise tekdüzeliğin, aile hayatının, planlanıp yerine getirilebilen ufak tefek işlerin kölesi. Aynı bedende birbirleriyle savaşıp duran ev kadını da benim, fahişe de.
Bir kadının kendisiyle yüzleşmesi, ciddi tehlikeler barındıran bir oyundur. Kutsal bir dans. Kendimizle karşı karşıya geldiğimizde, iki tanrısal enerji, çarpışan iki evrenizdir. Yüzleşmede gerektiği kadar saygı yoksa, bir evren ötekini yok eder."
Paulo Coelho'nun On Bir Dakika isimli kitabından bu satırlar. Titreten bir puslu ekim sabahında gün daha yeni ağarmışken Mecidiyeköy'ün yan yana dizili simit cennetlerinden(!) birinde sıcak bir çayla ısınmaya çalışılırken okundu ve altı çizildi. Bir cümle ya da bir paragraf okur ve öyle kalırsınız ya bazen. Gitmez satırlar daha ileri... Düşünecek çok şey bırakmıştır çünkü geriye. Önce bir onları tartmalı, evirip çevirip anlamaya çalışmalı, kendi hayatınızdaki izdüşümlerini bulup çıkarmalı yani bir nevi romandaki o satırları kendi hayatınıza ayna niyetine çevirmelisinizdir hani. Öyle bir his bıraktı işte bu satırlar bende.
Farklı kesimlerden, farklı yaş gruplarından ve geçmişlerden bambaşka kadınlarla tanışıyorum bu aralar. Belki biraz bundan, biraz da kendimde benzer çatışma hallerinin hasarlarını biliyor olmamdan, bu cümleler oldukça fazla düşündürdü beni.
Örneğin mutfak tezgahında omuz omuza patateslerle, havuçlarla, et, balık ve sebze sularıyla mücadele verdiğim arkadaşlarımdan biri şu cümleyi kurdu dün: "Yıllarca tekstil sektöründe çalıştım, yıprandım, sorumlulukların altında ezildim. Şimdi oğlum da 14 yaşına geldi. Benim de artık biraz mutlu olmaya hakkım var dedim ve şu an burdayım. Üstelik eşim çok karşı çıkmış olmasına rağmen."
Evinin kadını, çocuklarının annesi, kocasının karısı olmakla, daha bireysel ve maceracı arayışlarının/isteklerinin arasında sıkışıyor pek çok kadın. Her ikisini birden hayata geçirebilene şanslı mı demek gerek, yoksa gerçekten mücadeleyle başarılabilecek bir şey mi bu bilemiyorum. Elbette biraz koşullarla da ilgili tabi.
Kitapta da dediği gibi "Bir kadının kendisiyle yüzleşmesi, ciddi tehlikeler barındıran bir oyundur". İçimdeki iki 'ben'in yüzleştiği bu oyunun ilk raudunda başarılı olamadım örneğin ben. Yüzleşmede gerektiği kadar saygı olmadığı için bir evren, diğerini yok etmeye çalıştı. Dengeler burcu kabul edilen bir Terazi olan bendeniz, içimdeki iki evrenin arasındaki dengeyi kurmayı beceremedim. Aile hayatının, tekdüzeliğin, planların, programların caydırıcı huzuruna kendimi kaptırıp tembelleştim; üstelik daha evli bile değilken. Diğer yanımın heyecanlarının, serüven merakının, tutkularının sesini sağırlığımla boğdum. Sonuç toplu bir yıkım oldu elbet. Sizi siz yapan yanlarınızdan birini canlı canlı mezara gömerseniz, geri kalan tarafla topyekün mutlu yaşamanız mümkün olmuyor. Birinci elden test edildi, onaylandı:)
Yine de demek ki tüm pencerelerimi kapamamışım ki acı tecrübelerle de olsa çıkabildim bu cenderenin içinden. Beni tanımlayan sıfatların hepsinin birden farkında olarak yoluma devam edebiliyorum. Serüvencilik, heyecanlar, tutkulu maceralar... Evet bunlardan tutam tutam serpiyorum bu aralar hayatımın köşelerine. Mutfak tutkumu bir mesleğe, dansı, pateni, yogayı hayatımın vazgeçilmez keyifleri haline dönüştürmeye çalışıyorum. Tekdüzeliğe, aile hayatının huzuruna, güvenine meyilli yanımsa bu aralar biraz dinlenmede. Fazla yoruldu, yıprandı son iki yıl içinde. Zamanı ve yeri geldiğinde onun kulağıma fısıldayacağı cümleleri de duymamazlık edip kendisini üzmeyeceğime dair söz aldı, usulca bekliyor köşesinde:)
Tüm bu farklı mecralara açıldıkça da görüyorum ki benim gibi çok fazla kadın, kendi özellerinde farklı farklı ama temelde aynı tuzaklarla, çelişkilerle mücadele ediyor. Kadın olmanın kaçınılmaz tuzakları mı bunlar, yoksa olaya cinsiyetçi yaklaşmamak mı gerek bilemiyorum ama sanki kadınlar bu konularda erkeklere nazaran 1-0 geride başlıyorlarmış gibi de gelmiyor değil doğrusu.
Tüm bunları ve daha pek çok şeyi bana bir kere daha düşündürdüğü için On Bir Dakika son zamanlarda okumaktan çok büyük zevk aldığım romanlardan biri oldu. İki gün sürmedi bitirmem. Üstelik o kadar plansız bir okumaydı ki, kesinlikle okumayı düşündüğüm romanların arasında bulunmuyordu. Geçen hafta canım arkadaşımın evinde yorgun bir günün gecesini şenlendiren şarap/film/sohbet üçlemesinin ardından gözlerim yarı kapalı benim için hazırlanmış mis kokulu bir yatağa girmeye hazırlanıyordum ki Ece'ye "okuduğum kitap bugün bitti ve eve de gitmeyeceğim için yarın yolda kitapsızım, seninkilerden bir şey seçeyim" dedim. İlk yanaştığım rafta, gözüme ilk çarpan kitap On Bir Dakika'ydı. Yıllar evvel duymuş, o zamanlar "okumalıyım" denmiş, ama bu şekilde yığılı duran, asla eksilmeyen, sürekli çoğalan okunmalılar listesinde sürünmeye mahkum edilmiş bir kitaptı kendisi. Hep diyoruz ya demek zamanı buymuş diye. Bir kere daha hayat, her şeyin gerçekten bir zamanı olduğunu kanıtlamış oldu, böyle ufacık bir olayda bile olsa.
Bir iki cümleyle de son günlerime dair bir şeyler yazmak istiyorum. Zaman öyle bir hızla akıyor ki durup da bakamıyorum bile akıp giden saatlere. İki haftalık teorik derslerin ardından pazartesinden bu yana mutfağın tozunu attırmaya başladık ama ne attırma! Bıçak kullanımı ve kesim teknikleri dersi, pek çok arkadaşın parmaklarına attıkları kesikler ve bir de üç dikişlik daha derin bir yarayla sonuçlandı. "Ustalık bulaşıyor, ustalık" diye endişeye gerek olmadığına dair espirilerle bizi avutan şefimiz, bir yandan da siz daha durun, neler gelecek başınıza der gibiydi, o da ayrı:)
Et suyu, balık suyu, sebze suyu, 'yetiştirdim', 'yetiştiremedim', 'benimki berrak oldu', 'yok bu çok fazla karamelize oldu', 'baharat torbalarınızı hazırlamak için son 5 dakikanız' bağırış çağırışları arasında kafama delicesine dank eden bir şey var ki, şu birkaç günde tüm profesyonel mutfak çalışanlarına ömrümde hiç duymadığım kadar büyük bir saygı duymaya başladım. Çünkü bizim görmediğimiz o kapalı kapılar arkasında nasıl bir telaş ve stres yaşanıyor olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Şimdiye kadar gittiğim hakkını veren lokantalarda yemeklerini yediğim tüm mutfak çalışanlarına bir kez daha burdan ellerine sağlık diyor ve noktayı koyuyorum:)))
10 yorum:
Ben Haliçli Köprünün kapağındaki kadının , o sigarayı dudaklarında öylesine tutuşuna vurulmuştum...
Sana nasıl özeniyorum bir bilsen Zero... Seneye bendemi böyle bir şey yapsam deyip duruyorum... Akademik bir mutfak çalışması ne harika olurdu benim içinde...
Benimde içimde bi sürü kadın var ... bu gün ev de temizlik yaptım sonra aldım likörümü karşısına geçtim. Sonra kızlarıma çikolatalı kek yaptım... Kendime film aradım... ben bu kadınların hepsini yani kendimi seviyorum:)))
Sevgiler Zero, bize hatırlattığın, içimizde uyuyan kadınları uyandırmamıza yardımcı olduğun için...
Zeren o kadar iyi anlatmışsın ki kadınların yaşadığı ikilemi.Bu dengeyi kurmak gerçekten çok zor ve yıpratıcı.Belki bazı şeyleri netleştirmemiz zaman alıyor.Bir de dediğin gibi bu konudaki kitaplar bunu anlamamızda çok yardımcı oluyor.Kendi hayatlarımıza ayna tutuyor.Ben de bu aralar İnci Aral'ın "Ölü Erkek Kuşlar"adlı romanını okuyorum.KAdınların sıkıştırılmışlık duygusunu anlatan çok güzel bir kitap.
Sevgilerimle
Bu konu sanki hayatlarımızın ikilemi gibi! :) Gerçekten çok güzel sözler bunlar iyi ki paylaşmışsın.
Ama benim bir erklemem olacak: Sadece kadınlar değil erkekler için de bu ikilem var aslında. Ilişki iki tarafın da fedakarlığını istediğinden bazen özverilerin boyutu kaçabiliyor, ve insan kendini unutabiliyor. Daha çok kadınlar üstleniyor bu görevi ama ben en az bizim kadar özverili erkekler de biliyorum. Aileme bakacağım diye sevmedikleri işlerde çalışıp hayallerini erteleyen çok erkek var diye düşünüyorum...
Mutfakta başarılar canım arkadaşım :)
Zerennnnn, bundan sonraki tüm postlarında hep mutfaktan bahsedeceksen, yani MSA'dan, okumayacaım artık:((( kıskanıyorum ama yaaaa....
merhaba zeren hanım,
bu yazınızı da diğerleri gibi hemen bitmesin diye ağır ağır okudum. blogunuz hayatıma güzel bir renk kattı. yazdığınız için, paylaştığınız için teşekkürler. hep yazın...
filiz
"Bir kadının kendisiyle yüzleşmesi, ciddi tehlikeler barındıran bir oyundur"...benimde en korktuğum şeydir, başardığım zamanlarda acı veren bi his.. kitabı bende okudum ve çok beğendim..etkisinden uzun süre çıkamamıştım. Sevgiler :)
Zerencim,
Ne güzel yazmışsın, hayatta bir çok karakter olmayı, içinden farklı farklı benler çıkartabilmeyi becerebilmek o kadar güzel ki! Bir çok defa bu arayışı şımarıklık, yetinememek ve fazla beklenti olarak yorumlayan kişilerle karşılaştım. Onlara göre hayat buydu ve bu yolda yürürken macera aramak gereksizdi. Oysa bir tek hayat var ama bir çok ''ben'' olabilir. Ya da yaşam yolunda düz gitmek yerine keşfedilmemiş zorlu dağ yollarına sapılabilir. Bunlar daha zor olacaktır ama en güzel manzarada buralardan görülür. Manzaranın keyfini çıkartman dileğiyle...
itiraf edeyim ben yüzleşmeden deli gibi kaçıyorum yoksa savaş çıkar:)
Sevgili Lale senin içindeki hepsine bir parça çılgınlık bulaşmış kadınları bilmez olur muyum ben. satırlarından taşıyorlar her biri:) Eminim sen MSA'ya muhteşem bir ışık katarsın. Ama şunu söylemeden edemicem, bu iş gerçekten çok zor, meşakkatli, emek isteyen ve asla evde yemek pişirmeye benzemeyen bir iş. İnsan içine girdikten sonra daha çok anlıyor:)
Sevgili Zeynep, hayata her şeyi öğrenmiş bilgeler olarak gelmiyoruz, yaşarak öğreniyoruz, elbet bu da zaman alıyor tabi. Ama sanırım algıları açmak ve en önemlisi kendini tanımak... Ondan sonra gitmen gereken doğru yolu belirlemen daha bir kolay oluyor sanki. Ölü Erkek Kuşlar'ı okumadım ama sanırım On Bir Dakika'nın üzerine fazla zaman geçirmeden okumalıyım. Sevgiler canım:)
Zeynep'im, kesinlikle çok haklısın. Erkeklerin de benzer durumlardan geçtiklerini, bedeller ödediklerini, kendilerini 'feda ettiklerini' yadsiyamayız. BEnim sadece genel gözlemim şu ki, bu oran hayatta kadınların üzerine biraz daha yoğun bir şekilde yükleniyor. Çünkü kadınlar, yaşamın doğal vergisi olan kadınlıklarının da belirli sorumluluklarını taşıyorlar erkeklere nazaran. Çocuk sahibi olmak örneğin... Ama kesinlikle haklısın o ayrı:) Ayrıca çok teşekkür canım benim güzel dileğin için:)
Yasemincim söz hepsinde bahsetmeyeceğim:)
Sevgili Filiz, çok teşekkür ederim bu güzel sözleriniz için. Çok mutlu oldum. İnsanın hiç tanımadığı insanlar üzerinde böyle güzel hisler yaratabiliyor olması çok güzel, ne mutlu bana:)
Sevgili Sewresh, aslında kitabı okuyan biri olarak bu satırlar çok daha anlam kazanıyor sanki. Karakterin git gelleri, yaşarken öğrendikleri ve geldiği aşama çok etkileyiciydi gerçekten... sevgiler benden:)
Sevgili Ayşen('hala' kelimesinin çok garip kaçtığını hissettim ilk defa:)) bazı insanlar çeşitlilikten o kadar korkuyorlar ki, bunu arayan insanları da sevimsiz sıfatlarla yaftalamaktan çekinmiyorlar. Halbuki toplum çeşitliliği oranında, doğa çeşitliliği oranında, insan çeşitliliği oranında güzeldir bence. Ve ben en önemlisinin insanın kendisini tanıma süreci olduğunu düşünüyorum. Evet bir insan her şey olamaz. Ama muhakkak olduğu bir şeyler vardır ve bunları biliyor olması ve sonunda da buna göre hareket ediyor olması çok güzeldir. Farklı, biraz sapa, yokuşlu yollara sapınca insan daha çok yoruluyor gerçekten ama dediğin o kadar doğru ki, manzaranın da tadına doyum olmuyor:))
Yelizcim ne diyim, sadece şunu öğrendim, bazen savaştan da kaçılmıyor sen ne kadar istesen de. Sadece dilerim ki her şey gönlünce olsun:)
Sana nasıl özendim anlatamam...
Yorum Gönder