14 Eylül 2012 Cuma

Bu bir başarı hikayesi değil, işte o yüzden gerçek!

Zamanı kıymetle işleyen insanlar var hayatta. Çok şükür ki onlardan bazıları benim can dostum. Kimi zaman yanıbaşlarından, kimi zamansa uzaklardan izlemek yaptıklarını/kendilerine kattıklarını hem büyük keyif ve heyecan hem de ilham kaynağı.

Bir hikaye aslında bu yazmak istediğim. Hayatımın en tatlı, en kıymetli kadınlarından birinin, can dostumun hikayesi. Başından söyleyeyim, bir başarı hikayesi falan değil bu. Sevmiyorum böyle tanımlamaları. Çünkü bunlar, kitlesel mutsuzluklar içinde kıvranan insanların, o mutsuzluklar içinde boğulmasınlar diye ağızlarına çalınan bir parmak baldan ibaret. Birilerinin 'başarıyor' olduğu büyük puntolarla veriliyor ki, mutsuzluk çukurunda umutsuzluktan boğulmasın kimse. Hep bir gün 'başarabilme' umudu herkes için taze tutulmaya çalışılarak... Bir başarı ya da başarısızlık hikayesi diye bir şey olduğuna inanmıyorum işte bu yüzden ben hayatta. Her hikayenin içinde, nerden baktığına bağlı olarak başarı da var, başarısızlık da, hayal de var, hayalkırıklığı da.

Bu da böyle bir hikaye. İçinde bolca zor zaman da barındıran, ama en çok emekle, aşkla, çabayla ve yılmamakla dolu bir hikaye. İşte bu yüzden de her şeyiyle gerçek bir hikaye.

Onunla bir yol arkadaşı olarak görüyorum kendimi. Birbirimizin hayatına öyle zamanlarda girdik ki, hayatımın bilinmezlerle dolu olduğu o dönemde deselerdi ki, bilinmezlerinin her birini istisnasız bileceksin ama hayatında O olmayacak. Hiç tereddütsüz cevabım şu olurdu; bilinmeyenler acı tatlı kalsınlar oldukları yerde lakin onun varlığından kimse eksik etmesin beni.

Farklı yönlere ama birlikte çıkılmış bir yolculuktu bu. Ben aşçılık yolunda yeni adımlar atmaya çalışırken o da yönünü, topyekün bir yaşam tarzı haline getirmek istediği yogadan yana çizdi. İş değildi yoga hiç bir zaman onun için. Evet iş olarak yapıp para da kazanmak istiyordu ama sabah kalktığı ilk andan uyurkenki bilinç altına varana kadar yogayı bir hayat tarzı haline getirmekti arzusu. Artık hangimiz bilmiyoruz ki bedenimize yaptıklarımızın, ona ne kadar iyi davranıp davranmadığımızın ruhumuza ve zihnimize gösterdiğimiz özenle bağlantılı olduğunu? İşte buydu onun yapmak istediği; öğrenip kendini dönüştürürken paylaşarak kendini dönüştürmek isteyenlere de yol göstermek, aracı olmak...

Deli heyecanlı ama bir o kadar tedirgin, istediklerinden tereddütsüz emin ama zor olacağının da farkında iki kadındık işte o zamanlarda. Çok destek cümlesi vardı aramızda, çok "olacak, yılma, devam, bunları da öğreneceğiz" konuşmaları, her bir başarılı geri dönüşte şerefe kaldırılan kadehler, bol çaylı kahveli 'varlığına sığınma' nöbetleri... Şu satırlarda bu hikayenin başlangıç zamanları da düşmüştü bu sayfaya.


Şimdi yine bir dönüm noktasındayız. Yine birlikte kendi hayatlarımızda başlayan yeni dönemlerin heyecanlı telaşlarındayız. Ben, Datça'da yeni bir hayat kurmaya çalışır, benim için çok önemli bir hikayenin yazım aşamasında harıl harıl çalışır ve şimdilik sadece O bu hikayenin tek okuyucusu olurken, O uzun zamandır kalbinde yatan cevheri hayata geçirmiş olmanın heyecanında.

Ecem artık pazartesiden itibaren kendi yoga stüdyosunda derslere başlıyor. Yaz ortasında beni Datça'da ziyarete geldiğinde deniz kenarında keyifli bir rakı sofrasında, varlığı kesinleşmiş bu mekanın adını söyledi ilk kez bana, doğmak üzere olan bebeğinin adına karar vermiş olmanın heyecanıyla. Baraka Yoga...

"Bizim kulağımıza aşina olan ismi haricinde farklı dillerde çok farklı anlamları var baraka sözcüğünün. Arapça'da bakara, kutsal güç, şükran, bereket; sufizmde nefes, yaşamın değişen özü, iyi dileklerin ve merhametin akışı, ruhani kuvvet; Türkçe'de de sığınak, ufak kulübe, hafif malzemelerden yapılmış yapı demek. Aslını istersen en çok bunlara vuruldum ben. Yapmak istediğimin karşılığını buldum bu kelimede sanki."


Cicili bicili, çiçekli böcekli, şekli sağlam ama içi boş şeylerden ziyadei anlamlarla ilgili olan arkadaşımı çok iyi tanıdığımdan yeni küçük 'evini' çok sevdim ben onun. İki yıl boyunca defalarca evinde yoga yaparken, nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde mekanda yarattığı huzuru ve dinginliği başka hiç bir yerde bulamadım ben. Kendi evim dahil. Şimdi bunu tek bir mekana odaklayacak olması ne büyük keyif, hem o hem de onunla birlikte bu enerjiyi paylaşacak herkes için.

Baraka Yoga Bostancı'da, deniz otobüslerine de, dolmuşlara da çok yakın bir merkezde 17 Eylül pazartesi günü derslerine başlıyor. Son oluşum aşamasında, tüm koşturmacalarında yanında olamadım, hep uzaktan parçasıydım olan bitenlerin. Ama bilen bilir o kadar heyecanlıyım ki onun adına/kendi adıma. Her ikimiz adına da zor, hem de pek zor bir kışın ardından böyle bir 'yaz'da çok kıymetli bir yeni adım bu. Ona da defalarca söylediğim gibi şu an olan, bizi mutlu eden her şeyi o zor kıştaki paralanmalara borçluyuz; en büyük hediye zor zamanlardan geliyor aslında; zor olanda öğreniyor insan çünkü.


O pek özlemediğim İstanbul'a da sadece onun için geleceğim. Bir ay sonra hayatımdaki yeni Baraka'ya merhaba demek, havasını koklamak, matlarının üzerinde namaste diye eğilmek, canım arkadaşıma ve ekip arkadaşlarına sarılmak için.

Canım arkadaşım yolun açık olsun, ben seninle sen olduğun için çok gurur duyuyorum.

8 Eylül 2012 Cumartesi

Artık hayatımda bir Yalçın, bir Mahir, bir de Şükran var!

"Ne bereketli yazdı öyle!" olacak bu yazının ilk cümlesi. Evet, sebzenin, meyvenin, ağacın, toprağın bereketi de çok boldu ama bu bereket başka bir bereketti. Mamülün kelimeler, çiftçininse yazarlar olduğu bir bereket; sıfatı edebi olan.

Velhasıl bu yaz artık bir daha çıkmamak üzere iki adam ve bir kadın girdi hayatıma. Pek çok farklı mekanda, pek çok farklı saatte, pek çok farklı duygu halinde takıldık yaz boyu. Çay kahve sohbetleri, keyifle içilen bir iki kadeh rakıya eşlik falan derken mümkün olsa bırakmayacaktım da, ömürleri Külkedisi misali, her birinin saati kendi 12'sini vurunca, bitip gidiverdiler.

Teşbihte hata olmaz, çok kıymetli üç yazardan ve vur kaç etkisi yaratmış kitaplarından söz ediyorum. Yalçın Tosun, Mahir Ünsal Eriş ve Şükran Yiğit...


Datça'daki yeni yaşamıma doğru yola çıkmadan önce eşya toparlarken en çok zorlandığım konu, koca kütüphaneden hangi kitapları yanıma alacağım sorusuydu. Sadece okunacaklar değil, okunmuş ama yoldaş misali hep yan yana olmak istenen kitaplar da vardı yanıma almak istediğim ama bir yandan da mümkün olduğunca yüklerden arınmış bir yolculuk isteği... Lakin taa Ocak ayında Kadıköy'deki en sevdiğim iki kitapçıdan biri olan YKY'den alınmış Yalçın Tosun'un iki öykü kitabı Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler ile Peruk gibi Hüzünlü gelecekti benimle, kaçarı yok. Keşfedip aldığım ilk andan itibaren çok merak ettiğim ama bazen insanın anlam veremediği bir ertelenmişlikle bir türlü okuyamadığım kitaplardı bunlar.

Artık herşeyin zamanı geldiğinde olduğuna inanıyor ve kızmıyorum bu ertelemelere de yine de Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler'de okuduğum ilk öykü Aterina'yla beraber, "nasıl daha önce okumadım ben bu yazarı?" sorusunun belirmemesine imkan yoktu beynimde. Datça'nın en sevdiğim çay bahçesinde sabah çayımı içip poğaçamı yerken okumaya başlamış, birkaç paragraftan sonra boğazımda oluşan düğümden poğaçanın geçmesi imkan olmayacağı için kenara bırakmış, aşağıdaki fotoğrafı çekmiş, altına da şunu yazmıştım bir sosyal paylaşım sitesinde: kan kaybından götürme ihtimali yüksek!


Doğru ve etkili kelimeleri bulduktan sonra hiç süse püse ihtiyacı olmuyor edebiyatın. O doğru kelimelerle anlatılmak istenen bir taş misali mideye oturuveriyor, beyne tokmakla çakılıyor, kalbin en derinine enjekte ediliyor. Böyleydi Yalçın Tosun'un kalemi. Etkilenme düzeyimi tarif ederken ben o doğru kelimeleri bulamamaktan korkuyorum. Sadece derim ki hayatında edebiyatla işi olan tek bir kişi bile okumadan geçmemeli bu öyküleri, asla ıskalanmamalı!

Her bir öyküden istisnasız çok etkilendim ama sanki son lokmanın tüm yemeğin en vurucu anı olması gibi son okuduğum öykü Madam Marini'nın Tamamlanmış Bir Resmi, çok daha derin bir tırmık attı, hatırladıkça sızlayan...

Sonra yaz ortasında bir cuma, Melisa Kesmez adındaki bir arkadaşın görücülüğünde Mahir Ünsal Eriş'le tanıştım. Yok anladığınız gibi değil, şöyle: Radikal Kitap'ta önerilerini hep önemsediğim Melisa Kesmez'in köşesinde Mahir Ünsal Eriş'in Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde isimli öykü kitabını yazdığı yazısını okudum. Çok sağlam bir kalem okumuş olmanın iştah açıcılığı vardı Melisa Kesmez'in yazısında. Nasıl bazı insanların yemek yemeleri iştah açarsa, bazılarının da okuduklarını ya da izlediklerini anlatışlarındaki tutku açar o iştahı.


Büyük şehirlerde market havasındaki kocaman kitapçılardan nasıl sıkıldığımı Datça'nın en şirin küçük kitapçısı Le Flaneur'ü keşfettikten sonra anlamış olsam da, o çok alışmış olduğum istediğim kitaba hemen sahip olma dürtümü burada terbiye etmek zorunda kaldım/kalacağım. Sevgili Behçet Bey'e siparişimi verdim ve sabırla bekledim kitabı. Sabır kavuşmayı da daha bir kıymetli mi kılıyor ne?

Aşçılık eğitimi alırken en sevdiğim şeflerimden birinin söyledikleri benim için çok kıymetli olmuştur mutfağa ve aslında hayata da bakışımda. "Biraz domates, sarımsak, zeytinyağı ve fesleğenle yemeği uçurabilirsin, yeter ki nasıl kullanman gerektiğini bil; lezzetin temeli her zaman sadelikten geçer." Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde bunun tam da edebiyattaki karşılığı benim için. Sadeliğin gücü...


Barış Bıçakçı'nın, asıl marifetin sıradan olanı anlatmak olduğunu söylediği cümlesini çok severim. Belki anlatılmaya değer bile görülmeyecek kadar sıradan olanı... İşte o marifet öyledir ki, sıradan olandaki cevheri bulur, çıkarır, serer önüne. Önümüzde, sağımızda, solumuzda, hatta bizzat kendi hayatımızın içinde olan anları ve hikayeleri öyle bir dile döküşü var ki Mahir Ünsal Eriş'in, midemki, böbreklerimdeki, kalbimdeki yumruya sebep olarak kaldı günlerce. Bundan sonra havada, karada takipteyim sözcüklerinin.

Ve son vuruş, yine sevgili kitapçım Le Flaneur'un sahibi Behçet Bey'den geldi. Yaz başında kurduğu bir cümleye denk gelmiştim bir yerde: "Şükran Yiğit'ten Ankara, Mon Amour!... Bu romanı buralarda okutmadığım kimse kaldı mı acaba?"

Artık 'buralarda' tayfasının bir üyesi olduğuma göre Datçalı sayılabilmek için bu romanı okumam gerektiğine karar verdim. Şimdi düşünüyorum da güzel olan şeyleri ertelemek gibi farkında olmadığım bir reflekse mi sahibim acaba? Romanı yaz başında keşfetmiş, okumayıysa yine yaz sonuna bırakmıştım. Geç olsun da güç olmasın cümlesini seviyorum böyle durumlarda.


Biter bitmez, Ankara, Mon Amour!'la ilgili defterime yazdığım ilk not şu oldu: Bir kitap geçer eline, nefesini tutar okumaya başlarsın. Nefesini bıraktığındaysa kitap bitmiştir. Evet, Ankara, Mon Amour! böyle bir roman oldu benim için. Tabi ki okumazsanız bilemezsiniz ne kaçırdığınızı, benden söylemesi.

Velhasıl yine döndük başa. Bu yaz çok bereketli bir yaz oldu. Hayatıma bir daha asla çıkmayacak üç insan/yazar girdi. Vallahi ben tanıştığımıza pek memnun oldum:)

3 Eylül 2012 Pazartesi

İçimden geldiyse vakti gelmiş demektir!

Ne kadar kolay geride bıraktım İstanbul'u, ne kadar kolay vazgeçtim bu şehirden. Tam dört ay evvel bir gece yarısı tek başıma bindiğim o otobüs koltuğunda arkada bırakırken İstanbul'u, aklımdan geçenleri, hüznümü, bu şehirde geçirdiğim koca bir otuz yılı düşününce gözümde biriken birkaç damlayı hatırlıyorum da, çok eski bir geçmişe ait gibi hepsi şu an. Belki de gidersem bir daha geri dönmek istemeyeceğimi içten içe bir yerlerimde biliyor olmanın hüznü, gözyaşı, vedasıydı onlar, kimbilir. Defalarca o kadar gitmek isteyip o kadar gidememiştim ki, bir kere kırmayı becerirsem o zinciri, bir daha takmayacaktım. Şimdi geriye dönüp baktığımda tüm bunların hepsini aslında içten içe biliyordum ben.

"Sadece yaz için gidiyorum, sadece yaz boyu kalacağım" cümleleri korkmamam için önce kendimi, sonra etrafımdakileri kandırmaktı. Ben kandım ama beni tanıyan o 'etraf' kanmadı. Sen gidersen bir daha gelmezsin dedi. Ama 28 Nisan akşamı o otobüste giderken, eğer yaşamak için İstanbul'u temelli terkediyor olduğumu bilseydim, çok zor geçerdi o yolculuk. Otuz yılda şehrin her yerine sıkışmış tüm birikmişler üzerime çullanır, en çok da son iki yılda hayatımdaki değişimlerle geldiğim noktadan duyduğum gururla karışık kırıklığı anımsar, yanardı canım.

Evet, artık bunca zaman sonra gocunmadan itiraf edebiliyorum ki, iki yılda hayatımı getirdiğim noktadan gurur duyuyorum ama temelinde sağlam bir kırıklık yatıyor. Başkaları için sıradan görünebilecek ama bir tek yaşayanın yani benim ne kadar derin olduğunu bildiğim bir kalp kırıklığı... Üzerine hayatımın değiştiği, aslında işte tam da bu yüzden o kalp kırıklığına çok şey borçlu olduğum, şu an olduğum yerden duyduğum mutlulukla defalarca "iyi ki, iyi ki" dediğim ama zamanında canımı ne kadar acıtmış olduğunu da herhalde hiç unutmayacağım bir kırıklık...

Belki hala o kırıklığa ne kadar çok şey borçlu olduğumu bilebilecek noktada bile değilim. Zaman belki bana sandığımdan çok daha fazla getirecek "iyi ki" cümlelerini. Bir nedeni var bunun. Şimdiye kadar pek kimselere söylemediğim, kendim haricinde bir elin parmaklarına bile erişmeyen sayıda insanın bildiği bir neden... Datça'ya gelirken herşeyden ama herşeyden önce, İstanbul haricinde bir yerde yaşamayı denemekten, yeni mutfaklarda çalışmaktan, tüm bunlardan öte bir motivasyon sebebi. Bana "bunu İstanbul'da yapamam, o yüzden gitmem lazım" dedirten ve gitmek fikrini içime düşüren ilk neden...

Her yeni ev, yeni bir çalışma masası...

Bir nevi hamilelik olarak tanımlamıştım bunu ilk zamanlarda. Geldiğim noktada doğurmazsam içimdekini sanki devam edemeyecekmişim gibi bir his... Yazmaktan bahsediyorum. Dolduğum, bir nevi hamile olduğum şeyi yazmaktan...

Daha evvel de benzer bir süreçten geçmiştim yıllar önce. Yine içimdeki bir hikaye içimde kalamamış, dökülmüştü kağıt üzerine. Çok kırık ve çok üzücü bir olayın vesilesi olacağını bilmeden, kendince yazdırmıştı kendini. Herkese söylemiştim o zaman bir şeyler yazıyor olduğumu. İşte o noktada kontrolden çıkmaya başlamıştı. Herkesin bildiği andan itibaren benim için sadece çok yorucu bir sürece dönüşmüştü yazmanın bizzat kendisi. "Ne zaman bitiyor, ne yazıyorsun, bastırıcan mı, kime bastırıcan vs." gibi sorular, bir anda sadece yazıyor olmanın keyfini alıp götürmüş, kendimi kanıtlamam gereken bir konuya dönüştürmüştü benim için yazmayı. O zamanlar hayatımda içinde bulunduğum psikoloji farklı olsaydı eğer, belki tüm bunlarla baş edebilir, daha dik durabilir, beni yoran insanları susturabilirdim. Ama yapamadım. Çünkü ben beni yoran insanları susturmayı, istemediğim şeylere hayır diyebilmeyi de bu iki senede öğrendim.

İşte tüm bunları yaşamış olmaktan ötürü bu sefer çok yakınım bir iki kişi haricinde kimselere söylemedim yine yazmak istediğimi. Bir hikayem olduğunu ve Datça'ya aslında bunun için geliyor olduğumu. Çalışmak, mutfaklardan uzak kalmamak önemliydi ama birincil önceliğim değildi. İnsanların sadece sonuca odaklı, süreci yani yazmanın bizzat kendisinin verdiği hazzı umursamadığı sorularıyla en azından bir süre, elimde kayda değer bir metin oluşana dek uğraşmak istemedim.

Lakin şimdi galiba o noktadayım. Dört aydır hiç durmadan yazdım, yazıyorum. Daha henüz tam neresinde olduğumu bilmiyorum zira hala anlatacaklarım var, dolayısıyla yolum var ama elimde de baktığımda içimde acayip duygular uyandıran epey hallice bir metin. Her geçen adımda şu an hayatımdaki en büyük heyecan haline gelen bir metin.

Uzunca bir süre buraya hiç bir şey yazamadım. Sebebi biraz da budur. Kafamdaki hikaye yazıldıkça o kadar çok zihnimi, beynimi, duygularımı, hayatımı kaplamaya başladı ki, onun haricinde iki satır yazamaz oldum başka bir yere. Niyetim bu zamanlara bitirmiş olmaktı ama planlandığı gibi olmuyor bu işler. Hele yazı hiç. Hiç tahmin etmediği yerlerde tıkanıp günlerce süründürüyor insanı ya da anlatmanın kısa süreceğini düşündüğün bazı bölümler sayfalarca yazdırıyor kendini. Yani daha biraz yolum var.

Neden şimdi paylaştım tüm bunları bilmiyorum. Bildiğim tek şey içimden geldiği... İçimden geldiyse de vakti gelmiş demektir.

Sessiz göründüğüm bunca zamanda aslında belki hayatımın en çok 'ses' çıkardığım dönemini geçiriyorum. Sadece buradan görünmüyor. Merak edenlerden affola:)