27 Ağustos 2010 Cuma

Her Ağustos Eylül'ü bekler!

Bünyemin içinde kurulmuş bir saat var sanki. Ritmik bir enerjiyle çalışıyor. Takvim, Ağustos 15'ten 16'ya devirdi mi yaprağını, özlem nidalarıyla vuruyor tiktaklarını. Artık mevsimin dönmesini, tabiatın renginin değişmesini, sarıları, kahveleri, turuncuları, hışırdayan yaprakları istiyor.

İki yılı geçen bu blogun tarihine baktığımda da görüyorum ki, ben her yıl benzer dönemlerde benzer özlemlerle dolup taşıyorum. Her yıl Ağustos'un ikinci yarısı geldi mi Eylül'ü özlemle beklemeye başlıyorum.

Her zaman bir başlangıcı anlatıyor sanki bu sarı mevsim. Şehir bile yeni bir döneme hazırlanıyor. Tiyatrolar sezon açıyor; vizyon filmlerinin çeşitliliği artıyor; festival haberleri gazete sayfalarına dökülüyor; müzik klupleri yeni sezon programlarını açıklıyor, kapılarını açıyor; yeni bir okul sezonu, ders kayıtları, kurslar, eğitimler başlıyor.

Güneş ışığının çekim etkisine dayanamayıp kendini çayıra, bayıra, deniz kenarlarına, kumsallara atan bünyeler, yavaş yavaş sakinleşmeye, durulmaya, sinema salonlarını, tiyatroları, müzik kluplerini, evin sakinliğini, huzurunu özlemeye başlıyor.

Galata Kulesi'nin ayakları altında unutulmaz müzik şölenleri yaşayıp ruhumun doyduğu Nardis Jazz Clup yeni sezona kapılarını açıyor örneğin. Ne çok anım, ne çok yaşanmışlığım var o taş duvarlı büyülü mekanın arasında...

Bana mutluluğu tarif et deseler aklıma ilk gelecek anlardan biridir bir Nardis gecesinin finali. Geçen yıl iş çıkışı arkadaşlarla Astor Piazzola'nın muhteşem tangolarını kendilerine referans alarak müthiş bir grup kurmuş Piatongo'nun bizi aşka getirmişliğiyle terkederken mekanı, bir an başımı gökyüzüne çevirdim. İçim kıpır kıpır heyecan dolu, o ana kadar hayatımda gördüğüm en güzel tablolardan birini göreceğimden habersiz bakıyordum gökyüzüne. Tepede Galata Kulesi, gecenin karanlığına sarımtrak ışıklarını göndermiş ve o ışıkların arasında inanılmaz güzellikte kanat çırpan martılar... Kulaklarımda susmuş olsa da, içimde hala devam eden müziğin de aşkıyla o an mutluluktan o kuşlardan biri olabileceğimi hissettiğimi hatırlıyorum. Piatango bu yıl da belli tarihlerde yine Nardis'te olacak. Astor Piazzola'yı ve tangoyu sevenler ya da bilmeseler de tanışmak isteyenler kaçırmasın derim.

İstanbul'un bana her mevsim sunduklarını yaşamayı seviyorum ama sanırım sinemalarını, tiyatrolarını, müzik kluplerini, kafelerini, kitapçılarını, ıslak sokaklarını, hafif üşüten serinliğini tüm cömertliğiyle sunduğu bu mevsimi daha çok seviyorum.

Dostlarımla bile sonbahara, kışa dair cümlelerimiz artıyor. Kadıköy'deki Hacı Bekir'in o şeker kokulu, çini karolu atmosferinde ısınmak için içilecek dumanı tüten çaylar, kahveler, olmazsa olmaz eşlikçileri mis gibi lokumlar... Bu aralar en çok dillendirdiğimiz özlemlerimizden biri haline geldi.

Daha dün gece bir arkadaş buluşması sonrası İstiklal'de yürürken Ece'yle sürekli kurduğumuz cümlelerin de sonbahara ve kışa dair olduğunu farkettim. İstiklal'in en hareketli sokaklarından biri olan Küçükparmakkapı Sokak'ın önünden geçerken "Kışın burda Kafe Pi'ye gelip çılgınlar gibi dans edip dibine kadar sarhoş olalım, olur mu" dedi. Benden çıkan tek kelime "Olur". Bende olmaz yok ki bu aralar:) "Sonra da paltolarımıza sarılıp kol kola atalım kendimizi ıslak sokaklara". Ona da olur!:)

Dün İstanbul Modern'de geçirdiğimiz bir gün, bana tüm bu özlemlerimi bir kere daha hatırlattı. Moda tasarımcısı Hüseyin Çağlayan'ın sergisi ve İstanbul Modern'in o klas amosferi önümüzdeki aylarda bu özel mekanı sık sık ziyaret etmekten çok keyif alacağım gerçeğini unutmamam gerektiğini düşündürdü bana. Hayatın hay huyuna kapılıp unutmamam gereken keyiflerimden biri...

Sergi nasıl mıydı? Müthiş yaratıcı ama bir o kadar da ürkütücü. İleri teknolojiyle insanlığın alacağı durağan, mimiksiz, ruhsuz ifadeden ne kadar korktuğumu bir kere daha hissettirdi bana.

Ama daha sergiye gitmeden önce de okuduğumda çok etkilendiğim ve bir kenara not ettiğim serginin tanıtımına ait bu cümleler bile yeter dimağımızı açmak için:

"Yol seçimdir, Yol tavırdır, Yol beklentidir, Yol çeşitliliktir, Yol başlangıçtır, Yol çaredir, Yol öğrenmektir, Yol şaşırtır, Yol öncüdür, Yol kaçıştır, Yol tekinsizdir, Yol oyundur, Yol rastlantıdır, Yol davadır, Yol tecrübedir, Yol eserdir, Yol yöndür, Yol ikirciktir, Yol ıssızdır, Yol tekrardır, Yol süreçtir, Yol ümittir, Yol esrarengizdir..."

Yollarımız hiç bitmesin!

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Öylesine...

"Bence Prag'a yalnız gitmelisin sen.
Şimdi yazını okurken öyle olması gerektiğini hissettim.
Eğer ayarlarsam söz geleceğim ama bence yalnız olmalısın.
Bir defter, bir fotoğraf makinesi ve sen..."

Böyle yazdı Ece'm son yazımı okuduktan sonra.

Belki de, dedim ben de. Belki ben de Nazlı Eray gibi eski dünyaya girişimi yalnız, sadece ve sadece kendim olarak yapmalıyım. Belki bunu bekliyor o da. Şimdiye kadar hep çoğul olarak gitmeyi planladığım için gerçek olamadı. Kimbilir, her şey de olduğu gibi bunu da zaman gösterir. Çünkü yeni bir yolculuk girişimi için henüz biraz daha vakit var.

------------------------------

"Çember kapandı" diye yazmış yine eski bir dost, özel insan... Evet, uzun bir zaman önce açılan çember kapandı hayatımda. Süreç ilerlerken çemberin içinde tutamadıklarım, kayıplarım oldu. Her türlü ruh halinden geçtim. Acı, hüzün, özlem, öfke, aşk, gurursuzluk, nefret, pişmanlık, kızgınlık, kırgınlık, suçluluk... Hepsi bir bir adını kazıdı içime. Kimi gün sadece biri, kimi gün hepsi bir arada... Çemberin kaçınılmaz adımlarıydı bunlar. Ama sonunda hepsinin birden hazmedildiği, sukünetin geldiği, her şeyin acısıyla tatlısıyla bana ait ve o yüzden de çok özel olduğu gerçeğinin kabul edildiği noktaya gelindi ve çember kapandı. Bunlar olmasa bugünkü ben'e ulaşılamazdı.

------------------------------

Ursula K. Le Guin'in Güçler kitabında kurduğu dünyanın insanları, her biri kendine has 'insanüstü' güçlere sahip olarak gelirler dünyaya. Kimi hatırlama ve bir kere gördüğünü asla unutmama, kimi geleceği okuma, kimi yeryüzünde anlatılagelmiş tüm hikayeleri bilme ve paylaşabilme gücüne/yeteneğine sahiptir. Kimi bilgece, kimi ürkütücü, kimi daha asil görülen güçler...

Bu romanı benim için özel yapan çok fazla şey var. Ama en özeli sanırım şu: okuyuşumun üzerinden geçen tam bir yıl boyunca hikayesini aklımdan hiç çıkarmadığım romanın kahramanı Gavir'in, gücünün büyüklüğüyle sarhoş olup kendini kullandırtmaktansa kendini bulabilmek ve gerçekten kendisi olarak yaşayabilmek için durmak yerine gitmeyi, sabitliğin konforu yerine direnmeyi ve değişimi, hareketsizliğin yanıltıcı güveni yerine hareketin heyecanını tercih etmesi oldu.

Bu roman, Ursula'nın pek çok romanı gibi müthiş bir fantastik zeka ve kurgunun ürünü. Ama yine Ursula'nın tüm romanlarında olduğu gibi ne kadar fantastik olursa olsun referanslarını tamamıyla hayatın kendisinden alıyor. Her birimiz belli güçlerle geliyoruz aslında hayata, Güçler romanının kahramanları gibi. Sahip olduğumuz güç ya da güçler elimize tutuşturulmuş bir kağıt parçasında yazılı olarak sunulmuyor da, zaman içinde keşfetmemiz isteniyor. Gözünü ve gönlünü biraz daha açık tutanın, cesaretli olmaktan, sorgulamaktan çekinmeyenin, itaat etmektense direnmeyi, düz cümlelerdense soru işaretlerini tercih edenin keşfi biraz daha çabuk, engin ve bilinçli oluyor.

Ama en güzeliyse insanın kendisini tanıma macerası olan şu hayatta, gerçekten gücünü keşfettiği anlar sanırım. Daha dolu, dik ve bir tuğla daha koyabilmiş olmanın hazzıyla devam edebilmenin ve bundan sonrasına da hazırlıklı olmanın hazzı, güveni...

Bilmem hiç gücünüz/güçleriniz üzerine düşündünüz mü? Sahi nelere muktedirsiniz şu hayatta?

Son cümlem bu muhteşem romandan altını çizdiğim bir cümle olsun:

"Talih, duaları sadece sağır kulağıyla dinlermiş." Ama yine de dinlermiş. O yüzden dilemekten, dua etmekten, istemekten ve bunun için çaba göstermekten vazgeçmek yok:)

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Mevsimler ve romanlar

"Ankara'da soğuk bir akşamüstü. Öyle bir gün ki, geçmişimle geleceğim birbirine karışmış; yaşamım hiç tanımadığım bir kişinin ördüğü kırçıllı yün kazağın arka yüzü gibi belleğime ve yüreğime yapışmış sanki. Ne tuhaf bir gün, yitirdiğim insanlar bana yakın, hayattakilerse daha uzakta görünüyor.

Yalnızım.

Tunalı'daki pasajdan içeriye, bir hayvanın yeraltındaki yuvasına girdiği gibi girdim.

Eski sahaf dükkanı oradaydı.

Belki de kendimi arıyordum tozlu kitapların arasında. Akşama kadar orada kaldım.

Josef Stalin'le ilgili toz içinde kalmış, sayfaları sararmış kitabı bulduğumda daracık dükkanın ölü ışığı çoktan yanmıştı.

Bir yandan kitabı okuyor, bir yandan da oraya buraya serpilmiş eski fotoğraflara bakıyordum.

...Yakov. Josef Stalin'in büyük oğlu. 1941'de Almanlar tarafından savaş esiri olarak yakalanıyor. Üç fotoğraf peş peşe karşımda. Yakov başına gelecekleri hissediyor. Alman subay sevinç içinde. Yakalanan Stalin'in oğlu. Stalin'e:


"Yakov'u esir bir Alman generaliyle değiştirelim" diyorlar.

"Hayır" diyor Stalin. "Bütün savaş esirleri benim oğlum. Hayır."

Kitabın içine dalmış gitmişim.

Ertesi gün kararımı vermiştim. Nedenini tam bilemesem de Prag'a bir uçak bileti aldım. Eski dünyaya gitmek istiyordum. Girişimi oradan yapmaya kararlıydım. Zamanın sildiği, yok ettiği izleri koklayan bir av köpeği gibi..."

Birkaç ay evvel sevgili Leylak Dalı'nın hatırlatmasıyla elime almıştım Nazlı Eray'ın Kayıp Gölgeler Kenti romanını.

Benim kentim, hasretim, hüznüm, kavuşamadığım, merakım, özlemim olan bir kentin, Prag'ın romanıydı bu. Aslında daha pek çok şeyindi de ama başrolün değişmeyen tek öğesi, eksilmeyen büyüsüyle 'kayıp gölgeler kenti' Prag'tı.

Yukarıda paylaştığım bu satırlar romanın giriş satırları... Benim bu 215 sayfalık romanı bir çırpıda okuyup bitirmemi sağlayacak denli çarpıcı, merak uyandırı ve içime işleyici... "yitirdiğim insanlar bana yakın, hayattakilerse daha uzakta görünüyor"... Sırf bu cümle bile Nazlı Eray'ın kaleminin gücünü merak etmem için yeterli. Ama gelin görün ki bir türlü arkasını getiremedim, okudukça okumamam gerektiğini, şimdi zamanının olmadığını hissettim.

Bu satırların eski okurları Prag'la olan artık biraz hüzünlü hale gelmiş gönül bağımı bilirler. Kendimi bildim bileli gitmek istediğim, pek çok kez neredeyse kapısına gelip yine de kavuşamadığım, her kavuşamayışla aşkımın daha da kabardığı bir sevgililik ilişkisi gibi oldu artık halimiz. Bir şehre daha gitmeden de onla ilgili pek çok anı biriktirilebiliyormuş demek ki.

Arkadaşlar arasında espiri konusuna bile dönüştü bu durum. Uzun zaman önce açtık bahisleri. Ne zaman, kim ya da kimlerle gidebileceğim konusunda doğru tahmini tutturana büyük ödül var:)

Ama bütün bunların ötesinde sanırım Kayıp Gölgeler Kenti'nin tam bir kış romanı olduğunu düşündüğüm için okuyamıyorum şu aralar ben. Nazlı Eray'ın, karlar içinde, beyaz kürkünü giymiş bir kadına benzettiği Prag'ın ayazını, titremelerini, ağzından çıkan dumanları, sokaklarında hiç eksilmeyen aşıkların ısınmak için birbirlerine sokuluşlarını anlattığı satırları, yazın bu durmaksızın terlediğimiz ışıl ışıl güneşli günleriyle pek denkleştiremedim sanırım. Sanki şimdi değil de kışın o beni de titreten, ısınmak için dumanı tüten bir fincan çaya ya da kahveye ihtiyaç duyduğum günlerinde okursam, daha çok alabileceğim tadını romanın.



İlk kez olmuyor bu. Ben hep romanların mevsimleri olduğunu düşünürüm. Hatta bazen daha da ileri gidip sadece romanların değil, yazarların bile mevsimleri olduğunu düşünürüm.

Örneğin Aslı Erdoğan sonbahar yazarıdır benim için. İstisnasız onun tüm kitaplarını sonbaharın kahverengi hışırtısında okumak isterim. O çok sevdiğim, buram buram yaz, güneş, deniz, aşk, kumsal kokan romanı Kabuk Adam bile sonbaharda okunasıdır benim için.

Ya da Vedat Türkali... Hepsi olmasa da çoğu romanı 'kışlık'tır yine benim gözümde. Karakterler kadar şehirler de bir kahramandır onun kitaplarında. Güven'de, Kayıp Romanlar'da, Bir Gün Tek Başına'da karakterlerini İstanbul sokaklarında dolaştırışı, o tramvaydan inip bu otobüse binişleri, o çay bahçesinde soluklanıp başka bir meyhanede bir iki tek atışları, Beyoğlu'nu, Beyazıt'ı, Sirkeci'yi bir de onlarla yeniden tavaf ediş, unutulmaz bir zaman tüneli gibidir. İçine girer, satırlarla birlikte yuvarlanırsınız zamanın geri döndürülmez çarkında, bilerek bir tek edebiyatın böyle bir mahareti olduğunu.

Bunun yanında Tom Robbins'i yazın okumayı çok severim mesela. Onun romanlarındaki o ateşi, tutkuyu yaza çok yakıştırırım.

Orhan Pamuk'un Kar'ı, adı üzerinde yine tam bir kış romanıdır. Hele bir de mümkün olsa da kışın Doğu Ekspresi'yle yapılan bir tren yolculuğuna denk getirilip okunabilinse... Tıngır mıngır giderken o rayların üzerinde, Anadolu'nun bembeyaz bir örtü altında kalmış kimi zaman bozkır, kimi zaman bol dere tepeli coğrafyasında o satırların tadının daha da çok çıkacağına zerre şüphem yok.

Velhasıl aylardır başucumdan eksilmeyen, her gün en az bir kere elimin değdiği Kayıp Gçlgeler Kenti'nin okunması için en az bir iki üç ay daha olduğunu hissediyorum. İçimdeki tüm edebiyat aşığı seslerin fikirbirliği ettiği üzere bu romanı da kış romanları arasına eklediğimi iftiharla duyururum efendim:)

6 Ağustos 2010 Cuma

Sahi, nerdeyim ben?

Hala kitap satırlarında, film aralarında, Beyoğlu sokaklarında, kendi satır kenarlarımda, dost sofralarında, anne-baba kucağında, Kadıköy Çarşısı'nda baharat kokularında, kısacası kah orda kah burda yaşamaya, nefes almaya, var olmaya devam ediyorum. Biliyorum çok 'yok' görünüyorum ama 'var'ım aslında. Hem de fazlasıyla...

Var olduğum benlere yenilerini ekleyerek, heyecanlarımı, tutkularımı, hayatta yapmak istediklerimi yeniden hatırlayarak devam ediyorum yoluma. İyileşme sürecim başarıyla ilerliyor. İçimdeki tüm kötü duyguları, kırgınlıkları, üzüntüleri, pişmanlıkları arındırmayı başardıkça daha da çok iyileşiyorum; aldığım her nefesin boğazıma takılmadan, tertemiz bir şekilde ciğerlerime ulaştığını hissediyorum.

Eskiye dair içimde nokta kadar bile bir olumsuzluk kalmadığı gün zaferle çıkacağım bu süreçten. Bunun için çabam büyük... Çünkü en ufak bir negatif duygunun bile insanın içini ne kadar zehirlediğini ve günün birinde nasıl kocaman trajedilere, yeni hatalara yol açabileceğini biliyorum. Hepsini temizlemeye kararlıyım.

Çok kızgın olduğum günlerden birinde "pişmanım" diye haykırmıştım, "her şey için, yaşadığım tüm yıllarım için pişmanım". Çok kızgınlıkla ve kırgınlıkla söylenmiş cümlelerdi. Ve üstelik son cümlelerimdi de... O günlerde gerçekten de öyleydim, derinden bir pişmanlık hissediyordum. Ama aslında sakinlediğinde tartmalı insan duygularını. Ancak o zaman keşfedilebiliyor aslında nerde olduğunu, ne hissettiğini, neleri sepetine koyarak yoluna devam ettiğini...

Pişman değilim ben, asla... Hani Sezen Aksu'nun bir şarkısı var "unutamam acı tatlı ne varsa hazinemdir" diyor. Ne güzel söylemiş. İşin hazine boyutu bu kadar zenginken nasıl pişman olabilirim ki? Hayatıma giren onca güzel insan, onca güzel an, anı, onca kahkaha, sevgi... Bütün bunların hepsini kötü bir son silemez benden. Ben bu kadar yüzeysel bir insan olmadım hiç. Eğer kendisi halen bu satırların bir okuruysa bu da böyle biline...

Yine bir yerlerde okudum geçenlerde "Tanrı'yı güldürmek istiyorsan ona gelecek planlarından bahset" diye. Ne doğru laf! Artık geleceği planlamıyorum. Tanrı'yı bu kadar güldürdüğüm yeter:) Ama güzel isteklerim var geleceğe dair. Günlerin beni götürmesini dilediğim istekler... Küçük bir not defteri edindim yine kendime. Sonbaharla birlikte hayatıma sokmak istediğim keyifleri yazıyorum içine birbir.

Dans etmek istiyorum öncelikle, çılgınlar gibi dans etmek. Kafamdaki tüm dans figürlerini bedenimle buluşturup kendimi Asmalımescit'teki Kuba Bar'a atmak istiyorum. Kim olduğumu, ne olduğumu, çevreyi, her şeyi unutup sadece anı yaşayarak çılgınlar gibi dans etmek... Bakalım, araştırmalarım devam ediyor:)

Paten tutkum ev ahalisinden şiddetli bir veto yemiş bulunsa da pes etmek yok. "Kolunu kırarsın, bacağını kırarsın, bak eylülde yeni işlere başlayacaksın, öncesinde başına iş açarsın" minvalinden bir dolu korku yüklü cümlenin artık benim bünyemde yeri olmadığını anlayamıyor tabi sevgili annecikler. Artık korkulara yer yok! Yahu yarın ölüp gitsek ne olacak yani? Bir şeyi istiyorsan zamanında yapacaksın. Yapmak için yeteri kadar zamanın olacağının garantisini kim veriyor insana? Üstelik de dünyanın en şirin öğretmenini bulmuşum kendime, kaçırır mıyım ben hiç bu fırsatı:)

Sonra adaya gideceğim daha. Bisiklete bineceğim, Aya Yorgi'de şarap içip İstanbul'a kadeh kaldıracağım.

Bugünden sonraki ilk İstiklal günümde kendime Atlas Pasajı'nda gördüğüm yapma papatya taçlarından alacağım, hani şu yusyuvarlak başın tepesine takılanlardan.

Burnumu deldirdim, hızmamı taktım. Şimdi de tam bir hızma çılgınlığı başladı bünyede:) Her gördüğüm yerden hızma alıyorum kendime:) Şimdi de sırada dövme işi var. Nereye ve ne yaptırmak istediğimi de biliyorum da şekle hala tam karar veremedim. Bir de şu güneşli günlerin gitmesini bekliyorum açıkçası. Böyle cıbıl cıbıl dolaşırken korumakta zorlanmayayım.

En büyük değişimi yazmadım aslında. Eylülde yeni, yepyeni bir sayfa daha açılıyor hayatımda. Yeni insanlar, yeni bir sektör, yeni heyecanlar... Gerçekten çok heyecanlıyım. Ama ne olduğunu yazmak için biraz daha vakit var. En azından şimdilik böyle hissediyorum:)