29 Eylül 2011 Perşembe

"Manyak mısın sen?!"

Biliyorum, zor meslek seçtim ben. Sıcak mutfaklar, günde en az 10 saat ayakta ordan oraya tezgah arası koşturmacalar, karışan balık-et-tavuk kokuları, kiloluk kasaların altında ezilen kollar-bacaklar, gecenin son saatlerine doğru kimlik değiştirip balerina cif moduna geçen aşçılar...

Bazen bunca eğitim ve iş hayatından sonra sürekli karşıma çıkan neden aşçılık sorusuna cevap vermekte zorlanıyorum. Çünkü çoğunlukla bu soruyu soranlar, mesleklerini keyiften zerre yoksun bir şekilde sürdüren şu anki meslekdaşlarım aşçılar oluyor. Nasıl anlatmalıyım, ne demeliyim? Kelimelerle aram iyi olsa da, bazen hissettiklerimi, hayatımı, yaşadıklarımı, nerelerden geçerek bu noktalara geldiğimi, çocukluktan bu yana bir yandan köklenen bir yandan gökyüzüne uzayan bir ağaç gibi içimde büyüyen mutfak sevdamı nasıl anlatacağımı bilemeyip susmayı tercih ediyorum. Kelimelerimi içimde tutuyorum. Çünkü bazen susmak, konuşmaktan daha kolay oluyor.


Sonra bir roman çıkıyor. Haberi bir sabah tatlı bir arkadaş mesajıyla geliyor. "Zeren, Muriel Barbery'nin romanı 'Gurmenin Son Yemeği' çıkmış, umarım güne güzel bir başlangıç olur bu haber senin için":)) Sırf, sevdiğim bir yazarın romanını gördüğünde aklına ben gelen bir arkadaşın varlığı bile güne güzel bir başlangıç nedeni. Ama evet, haber büyük! Acaba Türkçe'ye çevrilir mi, çevrilirse ne zaman sorularıyla yıllardır debelenirken sonunda Gurmenin Son Yemeği çıkıverdi bile.

Her şey Kirpinin Zerafeti ile başlamıştı aslında. İçimdeki kilitleri çeviren, hayatımdaki değişimlerin başlangıcı olan romandı o. Onu okumaya başladığım o otobüs yolcuğuna dair yazdığım yazıya geri dönüp bakıyorum da şimdi, nasıl da hissetmişim daha o zamanlar her şeyin değişmeye başlayacağını. Gerçi o günlerde ben bile bu kadar olacağını asla tahmin edemezdim. Hayatımdaki değişimlerin boyutları benim bile tahayyül sınırlarımı aştı. O değişimleri birlikte yaşayacağımı tahmin ettiğim insanlar hayatımdan çıktı, çıkacağını tahmin ettiklerim kaldı; yepyeni, bambaşka, çok keyifli yeni insanlar girdi. Enerjileriyle beni tüketmeyen, yücelten insanlar...

Pazarı pazartesiye bağlayan gece, kalp çarpıntılarımın doruk noktasında olduğu bir geceydi. Pazartesi benim için çok önemli olan bir sınavdan geçecek, mutfağında değil çalışmak nefes almaktan bile heyecan duyacağım bir İtalyan şefin yanında denemeye tâbi tutulacaktım. Yani pazar gecesi, uykunun bana benim uykuya kavuşmaya pek niyetimiz yoktu.

İşte böyle bir gecede yanımda sadece ve sadece Gurmenin Son Yemeği vardı. Tam da o gecenin ruhuna, rengine, sesine uygun bir roman... 140 sayfa boyunca konuştu benimle. Bense çoğunlukla hayranlıktan kendinden geçmiş bir yüz ifadesiyle sustum, onu dinledim. İnanılmaz keyifliydi.

Tam da başta bahsettiğim soruların, neden bu mesleği seçmiş olduğumun, sevdamın cevaplarıydı o satırlar. Yemek yapmanın, kocaman bir tencerenin içinde birbirine karışan kırmızıların, yeşillerin, sarıların verdiği hazzın tekrarı, yeniden hatırlanmasıydı. Tüm zorluklarına rağmen "neden mutfak?" sorusunun cevabıydı.

Bugün bir sohbette üniversite mezunu olduğumu ve uluslararası ilişkiler okuduğumu öğendikten sonra bana "manyak mısın sen!" diyen o kadın gibi insanlara ya da bıkıp usanmadan "neden aşçılık?" diye soranlara artık cevap vermek yerine Gurmenin Son Yemeği'ni mi uzatsam? Kendi kelimelerimle anlatmakta zorlanıyorum, buyrun Muriel anlatsın size, hem belki siz de biraz ilham alırsınız mı desem?

Kahramanımız gurmenin, büyükannesinin mutfağını ve onun baştan çıkarıcılığını anlattığı satırlarıyla bitmeli bu yazı. Şimdi okuyacağınız bu satırları Muriel Barbery yazmış ama ben yazmışım gibi de farzedebilirsiniz, çünkü bu satırlar o kadar benki! Ve evet, bir gün ben de anneannemin mutfağını anlatırsam, umarım bu kadar etkileyici olmayı başarırım.

"Mutfağı benim için büyülü bir mağara olan bir büyükannem vardı. Düşünüyorum da, meslek hayatımın başlangıç noktası, çocukken beni arzudan deliye döndüren ve büyükannemin mutfağından yükselen kokulardan ve dumanlardan kaynaklanıyor. Evet, kelimenin tam anlamıyla arzudan çılgına dönerdim. Arzunun ne anlam ifade ettiğiyle ilgili çok az fikrimiz var, gerçek arzu sizi o denli hipnotize ettiği, ruhunuzun tamamını eline geçirdiği, onu her bir yandan sarıp sarmaladığı zaman artık çılgına dönmüş, kuşatılmış, ele geçirilmişsinizdir, o şeytani kokunun çöreklendiği burun deliklerinizle orada pişenin bir kırıntısına, bir tek damlasına ulaşabilmek için her şeyi yapmaya hazırsınızdır artık! Üstelik büyükannemden insanı diz çöktüren bir enerji ve iyi niyet fışkırırdı, tüm mutfağını pırıl pırıl bir canlılıkla kuşatan olağanüstü bir yaşam gücü vardı, etrafına ışıltılar saçardı, kaynama noktasına ulaşmış bir maddenin tam ortasındaymışım duygusuna kapılır ve saçtığı sıcak muhteşem kokulu ışıltılar beni kucaklayıp sarmalardı!"

25 Eylül 2011 Pazar

"Mutfakta erkek var!"


İki gün önce çalan bir telefon...

- Zerocum selam, müsait misin?

- Evet, Sinancım* müsaitim, söyle!

- Şimdi, ben bu akşam için Ebru'ya* bir şeyler hazırlamaya karar verdim. Dün eve geç geldi, ben evdeydim ama hiç bir şey hazırlamadım ona, çok üzüldüm. Bu akşam da geç gelecek ve şimdi bir şeyler hazırlamak istiyorum. Markete gittim, alışveriş yaptım.

Ben bir yandan bir gece evvel eve aç gelen Ebru'nun, sonra da mahcup Sinan Efendi'nin surat ifadelerini de tahmin ettiğimden dolayı duruma kahkahalarla gülmeye başlayarak soruyorum:

- Eee ne yapacaksın peki?

- Zeytinyağlı yaprak sarması...

- ?!!!!!!!

Konuşmanın bundan sonrasında ben bir süre Sinan'ın dediklerini duyamadım çünkü kendi kahkahalarımın sesinden başka bir şey duyabilecek durumda değildim, krize girmiştim:)) Sakinleştikten sonra şunu dediğimi hatırlıyorum:

- Sinancım bu akşam karına yemek yapmaya karar verdin ve mutfakla ilişkisi omlet ve makarna arasında gidip gelen biri olarak zeytinyağlı yaprak sarması yapmaya mı karar verdin? Puhahahahahaaha!!! (Yine bir kopma ânı!).

- Ya uff! Bırak dalga geçmeyi de, nasıl yapılacağını anlat bana!

Tabi benim şirin arkadaşım ailenin danışman aşçısı olarak benden yardım istemeden önce, zeytinyağlı dolma içine köri, kimyon gibi olmadık baharatlar atmış ve ben "ne yaptın Sinan?" diye çığlıklar atarken "Ama vallahi de kokusu tam dolma kokusu gibi oldu" demekteydi:))) Biraz tarçın, şeker, yenibahar koymasını söyledim ama tarçın ve şekere tasdik gelmesine rağmen yenibahardan sonra bir sessizlik olunca "bilir misin yenibaharı, hani böyle görüntüsü karabibere benzeyen, tatlımsı bir baharattır?" deme durumda kaldım:))

İçini tamamen pişirmemesi gerektiği, dolmayla birlikte de pişeceğinden sarmadan önce pilavının hafif diri kalması gerektiği gibi konularda anlaştıktan sonra "bana bak süpriz yapıcam ha, sakın söyleme Ebru'ya" tembihlerini de aldım ve telefonu kapadık.

Gün içinde Ebru'yla bir kere konuşulmuş olmasına rağmen hatırladıkça sürekli gülmekte olan ağzımı sıkı tutup süprizi bozmadım. Ama akşam da 10 civarı arayıp dolmanın akıbetini sormadan edemedim.

- Sevgili kocacığın sana zeytinyağlı dolma yapmış! (Kahkahalar)

- Hımm evet, pirinçler hiç pişmemişti, ikinci kere pişirmek zorunda kaldık. Yapraklar da çok tuzluydu.

- Ha iyi gene, ilk denemede bu kadarla yırttıysa iyi.

- Öncesinde koca bir tencere pilavı olmadı diye çöpe atmış ama!!!:)))

Yav siz çoook yaşayın emi hayatımın güzel insanları!:))

Ben bir yandan bu çok sevimli olaya güledurayım, televizyonda da keyifli bir kitabın tanıtımına rastladım. Gazeteci Deniz Alphan'ın, değişik mesleklere sahip 28 erkeği mutfağa sokarak onların mutfak keyiflerini, en leziz tariflerini, mutfak hikayelerini, neden/ne için ve kim için çoğunlukla yemek yaptıklarını keyifli sohbetler, fotoğraflar ve tariflerle paylaştığı Mutfakta Erkek Var kitabı... Bu 28 erkeğin içinde Ferzan Özpetek, Mehmet Ali Alabora, Murat Belge, Arman Kırım, Reşit Soley, Cenk Sönmezsoy gibi çok merak ettiğim isimler var. Kitabı ben de henüz edinemedim ama ilk fırsatta diyorum.

Vedat Milor'un yine bu kitapla ilgili söylemiş olduğu bir cümle ile gelsin bu yazının sonu da:

"Lezzetli kişiliklerden lezzetli yemekler doğuyor." Doğru söze ne denir!

---------------------------------

*İsimleri değiştirdim ki canım Sinan'ımın(!) "beni millete rezil ettin!" nidalarından kurtulayım:)))

21 Eylül 2011 Çarşamba

Sonbahar'la iki çift laf...

Aylar sonra ilk kez bu akşam içtiğim kahvenin tadından başka bir keyif alıyorum. Lezzetin ötesinde bir keyif bu, sıcaklığın ısıtan keyfi... Yaz boyu içtiğim tüm kahveler, bünyeyle buluşmadan önce az biraz soğuması için bekletildi ama gerçek şu ki çayın da, kahvenin de her zaman en sıcağı sevildi.

Şimdiyse hâla sonuna kadar açık balkon kapısından serin, tüylerimi ürperten bir rüzgar esiyor evin içine doğru. Sonbaharı büyük bir özlemle bekledim ben. Kapamıyorum bu yüzden kapılarımı. Essin istiyorum hem eve, hem içime. Üzerime aldığım ince bir hırkaya sarınmaktan güzeli yok şu an.


Yağmur yağacak diyorlar. Sonbaharın ilk yağmuru... Keşke yağmakta çok gecikmesen de diyorum, bu gece seninle şöyle bir yürüsek.

Daha dün defterime "hoşgeldin Eylül" yazdığımı hatırlıyorum. Hangi ara ayın 21'i oldu? Neyse ki Ekim en sevdiğim kardeşindir. Aslında bir nevi daha çok 'ben'dir. Eylül şiirdir, Ekim düz yazı... Eh sen de daha çok düz yazı insanısındır zaten. Şiiri sever ama hep 'düz' yazarsın. Eylül 'sonyaz'dır, kasım 'ilkkış', ekimse başından sonuna, iliğine kadar sonbahar... Tıpkı sen gibi... İnsan doğduğu ayın rengini alır, ruhunu emer mi? Herkes kendinden mesul, sizi bilmem ama ben sonbaharım, rengim sonbahar, ruhum sonbahar... Sonbahar çocukları, her mevsimi sever ama en çok sonbaharı özler.

Boşa demiyorum rengim bile sonbahar diye. Saçlarım derin bir iştahla senin rengine bürünmek istediler. Şu resimdeki kızarmış yapraklarını kıskanmış olmalılar. Kızıl olma konusundaki ısrarlarına karşı gelemedim, meğer onlar benden daha iyi biliyorlarmış kendilerine yakışacak olanı. Şimdi koyu kırmızı tonlarında salına salına dolanırlarken pek bir memnunlar hallerinden. Onlar mutlu, ben mutlu, daha ne olsun:)

İstanbul da yaz rehavetinden sıyrılıp senin ruhuna bürünmeye başladı yavaş yavaş. Festival haberleri, kapalı mekanların yeni sezon konser programları, tiyatro oyunları haberlerini uçurmaya başladılar yavaştan yavaştan. Ama sen hep en çok Filmekimi'ni beklersin Zero, bilirim. Listen çoktan yapıldı. Son üç yıldır yaptığın listelerdeki filmlerin kaçına gidebildin diye sorup canını sıkmıyorum. Biliyorum, kabahat çoğunlukla şu aralar sık sık kapıştığın İstanbul'un dikenlerinde ama sen yine de her sene pes etmeden, vazgeçmeden listelerini yapmaya devam ediyorsun ki, işte bu yüzden sana koca bir aferin! Belli mi olur, belki bu sene gideceklerinin sayısı, gidemediklerini geçer.

Belki biraz daha yazardım ama o çok beklediğim yağmur, üstelik yanına bir de misafir alarak çıkageldi. Şimşek çakıyor, gök gürlüyor ve yağmur inanılmaz güzel yağıyor. Çağırdım, geldin, kocaman bir teşekkür sana!

Şimdi ıslanma vakti... Yağmura söz verdim!

19 Eylül 2011 Pazartesi

Hatalıyım, öyleyse varım!

Hiç aklımda yoktu bu aralar Paul Auster okumak. Üstelik çok severim kendisini. Ama ne başucumda okunmayı bekleyenlerin arasında, ne de defterime sıralanmış listelerin içinde adından eser yoktu. Sonra bir an, bir gün kitapçının birinden saniyelik bir kararla, 2011 itibarıyla son romanı olan Sunset Park'ı aldım ve çıktım.


O gün kendimi mutfağın hay huyuna atmadan önce Miles Heller'ın hikayesiyle yüzleşmek ne kadar doğru bir tercihti bilemiyorum çünkü bütün gün aklımdan çıkmadı okuduklarım. Anlık, sıradan, her gün olan cinsinden bir durumun, bir an içinde dehşet bir trajediye dönüşmesi; etkisi yıllarca sürecek yıkımlar, zaaflar, üzüntüler... Çok karakterli bir romanın, adı romanda geçmeyen isimsiz kahramanlarından biri oluverdim bir anda. Yazarlara sürekli sorulan "kendinizi mi yazdınız?" sorusuna verdikleri cevap gibi "Hem evet, hem hayır, aslında hepsinde biraz ben varım". Aynı böyle işte, hepsinde biraz ben vardım.

Az uyudum, çok okudum, 2 günde romanın sonuna geldim ve sordum kendime neden bu kadar seviyorsun Paul Auster okumayı? Bulabildiğim en iyi cevap şu oldu: her insanın içinde olduğuna inandığım o kara deliği, karanlık tarafları, zaafları, kesinlikle yargılamadan anlattığı ve gerçekten her romanından sonra bende kalan "hata yapmak da insancıl bir erdemdir" duygusu için...

Kanlı canlı, son derece gerçek insanlar o sayfalardaki. Ne iyi, ne kötü, hepsi birden... En mükemmeli olmanın, en güzeli olmanın, en başarılı olmanın, en eğitimlisi olmanın, en paralısı olmanın, tüm 'en'lerin hepsini tek bir bünyede toplamanın kesintisiz bir dozda pompalandığı 21.yy dünyasında, tüm trajedilerine ve iç burkan hikayelerine rağmen insan olmanın kusurlu güzelliğini hatırlatan bir elmas parçası gibiydi Sunset Park. Robot değil de birer insan olduğumuzu hatırlayıp mutlu olmak gibiydi.

İnsan ruhunun röntgenini çekmek, ama önce kendi ruhundan başlayarak. Kendini tanımak, kimselere itiraf edemeyeceğin tüm karanlık noktalarına varıncaya kadar... Sonra ordan topladıklarınla üçüncü bir gözü yüzüne yerleştirip diğer ruhlara bakmak... İyi yazar böyle mi olunuyor acaba? Yoksa nasıl yazabilir ki bir adam bütün bunları? Sadece kelimelerle aranın iyi olması yeter mi? Yetmez! İnsana da aşina olmak gerek.

Kusursuzluk çığlıkları arasında kusurlu insanlarla dolu sahici bir roman okumak çok iyi geldi bana. Tüm basmakalıp ahlak, aşk ve mutluluk kurallarını çiğneyip buna rağmen hikayeyi empati yüklü bir hale getirebilmek ve en ahlakçı okurun bile tüm karakterlere sempati duyabileceği, en azından yargılamayacağı bir çizgide durmak... Auster'ın yaptığını, sanırım en iyi bu şekilde açıklarım.

Şimdi sonbahar bitmeden, daha doğrusu bu kahve sarı mevsim sürerken tadını çıkarmak istediğim bir yazar var. Ağustos sonunda defterime "bu sonbahar Tanpınar okumak istiyorum" diye yazdım ve şimdi elimde benim için en önemlilerinden biri olan Huzur var. Delicesine huzur arayanların, bitmek tükenmek bilmeyen huzursuzluğu...

Araya başka kaçak romanlar girer mi bilmem ama bir süre Tanpınar takılma niyetindeyim. Sonbahar bu kıvamda geçsin arzu ediyorum. Huzur sonrası bir kahve üzerine Saatleri Ayarlama Enstitüsü de pek güzel gider kanımca...

15 Eylül 2011 Perşembe

İstanbul sana diyeceğim var!

"Ey İstanbul, bütün kirini pasını vapurlar ve martılar saklıyor biliyor musun? Onlar da seni terkederse halin yaman" diye yazdım defterime yaz sonuna doğru bir vapur seferinde. Her vapura binişimde sanki o ana kadar İstanbul'la küsüm de yeniden barışıyormuşum gibi bir hisse kapılırım. Eh pek de yalan sayılmaz aslında, biz sık sık küseriz İstanbul'la birbimize.


Ben ona çokça kızarım. Çok talepkar, şımarık, yıpratıcı bulurum. Karaciğerini iflas ettiren bir alkolik gibi ya da akciğerlerini tüketecek kadar çok sigara içen bir tiryaki gibidir. Hızlı yaşayıp genç ölmek isteyenlerden... Bu yüzden bedenine de, ruhuna da hoyrat davrananlardan...

İşte o gün de yine biraz kızgındım sanırım kendisine. Ömür törpüsü bir trafiğin içinden çıkmış, saygısız kalabalıklarının arasında kalmıştım. Yani sanırım... Çünkü sık sık böyle olur:) Ama vapura biner, üst katına çıkar, mümkünse en kenara tüner, gözlerimi o en derin mavilere, bembeyaz köpüklere, vapur dostu martılara, Haydarpaşa'ya, Sultanahmet'e, Kız Kulesi'ne, Haliç'in gizemine dikerim. Tüm öfkesine, yılmışlığına, anlaşmazlığına rağmen sevgilisinin bir yaman bakışıyla mest olan iflah olmaz bir aşık gibi kalakalırım. İnsanlık tarihi kadar eski "ne seninle ne sensiz" vakâsı...


İşte her vapura binişimde, bir gün bu şehirden gidersem (ki sık sık düşerim bu gitme girdabına) en çok özleyeceğim şeyin bu vapurlar olduğunu düşünürüm.

Senenin hemen başında, yılbaşından birkaç gün sonra, henüz daha MSA günlerim sona ermemiş ama hayatım bambaşka zamanlara savrulurken ders çıkışı Beşiktaş'a inmiş ve vapuru beklerken denizi karşıma alıp bir soru sormuştum İstanbul'a: "Ne dersin, sence 2011 aramıza bir özlem sokar mı?" Dinledi, cevap vermedi. Ben bu suskunluğunu "yaşayalım ve görelim" olarak değerlendirdim.

Takvimler Eylül 2011... Ve ben hâla İstanbul'a, İstanbul da hâla bana ait. Kopamayan sevgililer... Halbuki ben ilişkilerde çiftlerin arasına biraz özlem girmesinin o ilişki için çok besleyici olduğunu düşünmüşümdür hep. Ama biz ayrılamıyoruz; hayat, bizim didişen sevgili rollerimizi çok seviyor anlaşılan:)


Bu aralar kafam karışık biraz bu konuda, kabul ediyorum. Siddhartha'nın bana söylemiş olduğu üzere tüm dış sesleri, empozeleri, toplumsal öğretileri susturarak sadece iç sesimi dinlemeye çalışıyorum. Ömrüm boyunca yapmak istediğim mesleği buldum, bunu bulmakta da iç sesimin klavuzluğuna başvurmuştum bundan yaklaşık bir buçuk sene önce. Peki ya yaşamak istediğim şehir? Net bir cevap yok; diyorum ya, kafam karışık. Artılar ve eksilerin muhasebesi döküm halinde.

Dün yine bir vapur seferinde iç ses deftere şu satırları döktü: "Bu şehirde kalmak için bir nedene ihtiyacın var." Evet, sanırım artık nedensiz görüyorum kendimi İstanbul'da yaşamaya dair.


İstanbul'da yaşıyor olmanın, İstanbul'un tadını alıyor olmanın bazı olmazsa olmazları var benim için. Örneğin ille de İstanbul, ille de İstanbul'sa yaşamak için, Kuzguncuk olmalı mesela o İstanbul'un adı. Ya da bir ada balkonundan baklamalı İstanbul'a her akşam; belki bir Galata cumbasına tünemeli... İlle de İstanbul, ille de İstanbul'sa, bir anlamı olmalı bu şehirde yaşadığın semtin... Benim için bu demek İstanbul. Yeni kurulan büyük büyük bloglu, üst düzey güvenlikli sitelerde yaşamak değil benim İstanbul anlayışım. Ruhum buna göre kurulmamış, kurgulanmamış. İhtiyacım olan nefesleri alabildiğim bir sahil kenarına inebilmek için otobüste ter kokuları arasında tost olmak ya da maaşımın üçte birini hatta bazen daha da fazlasını benzine yatırmak arasında tercih yapmak değil.


Sonuç olarak... Sonuç falan yok aslında. Defter yetmedi, bir de buraya içimi dökmek istedim. Bu aralar karışığım, karmakarışık... Sucuklu, kaşarlı, domatesli tost gibi yani:) (Leylak Dalım ve Lalelerin Lale'siyle Burgazada gezimizde oturduğumuz çay bahçesinde verdiğimiz tost siparişlerini garson kardeş, karmakarışık (sucuklu, kaşarlı, domatesli), karışık (sucuklu, kaşarlı) ve kar (sadece kaşarlı) olarak isimlendirmiş ve çok güldürmüştü bizi. Bu yazıda onun da anılası varmış demek:))

--------------------------------------------

Paul Auster'ın Görünmeyen romanında 20'li yaşlarına gelmiş iki kardeş her yıl, yıllar evvel kaybettikleri ufak kardeşlerinin doğum gününü kutlarlar, her nerde ve ne yapıyor olurlarsa olsunlar. Ayrı ya da birlikte hiç değiştirmedikleri bir kutlama seramonileri vardır. Bunu neden mi yazdım?

İyi ki doğdun dost Hrant!

12 Eylül 2011 Pazartesi

Lavanta...

Bazı kadınların gözleri, dillerinden daha anlamlı konuşuyor. İfade sanatı yer değiştiriyor sanki, kelimeler anlamlarını bakışlara yüklüyor.

Ladies in Lavender... Lavanta Kokulu Kadınlar... Sessiz, sakin ve gerçekten lavanta kokan bir sabahta izledim bu çok keyif aldığım filmi. Evin kıyısı köşesi bir gün önce hediye edilen lavanta torbalarım ve lavantalı doğal sabunum sayesinde zaten inceden inceden lavanta kokuyordu.


Ve uzun zamandır filmlerimin bulunduğu rafta izlenmeyi bekleyen bu film... Sakin ve huzurlu bir film izlemek istiyordum. Adında lavanta geçmesi değildi seçim nedenim. Sadece keyifli bir tesadüftü bu ya da ben öyle sanıyordum da, belki bilinç üstü ulvî bir buluşmaydı.

1930'larda bir İngiliz kasabası... Ve kasabanın dışında, hemen deniz kıyısında kayalıkların üzerine kurulmuş iki katlı bahçe içinde olağanüstü bir ev. İki kız kardeş, sadece yanlarında çalışan son derece sevimli, huysuz ve tatlı kadın kategorisinden gündelikçilerinin eşlik etmesiyle sakin, sıradan, kitaplar, bahçe, yemekler, deniz ve doğanın tüm nimetleriyle başbaşa bir hayat sürerler. Bir gün bir fırtına sonrası sabah sahile yaralı genç bir adamın vurduğunu görünce hayatlarının sıradan günlük ritmi bozulacak, üç kişilik yaşamlarına ilginç bir yabancı eklenecektir.

Ve işte böylece hem filmin konusu başar, hem de bir kadının gözlerinin sesi...

Judi Dench sen nasıl bir kadınsın diye sormak isterim, keşke duyuversen beni! Her filminde hayran kaldım sana, her filminde imrendim, gücüne, kadınlığına, asaletine, güzelliğine ama en çok da gözlerine. Çünkü hep konuştu gözlerin ve ben hep ağzından ziyade gözlerinden çıkan sözlerini duydum, okudum. Daha anlamlı ve daha duyguluydular. Öfkeni de, sevgini de, aşkını da, hüznünü de, ızdırabını da daha etkili anlattılar. Tenimden geçti içeri, benim duygum, benim hissim oldular.

Çok sade, sıradan, huzur dolu ama içli bir hikayesi var filmin. Konu üzerine daha fazla bir şey yazmak istemem, izlemeyenlerin filmin detaylarını keşfetme hakkını gaspetmeyi hiç sevmem. Ama bütünü kadar, detayları yakalamayı seven, detaylardan da keyif alan her sinemaseverin de izlemesini tavsiye ederim.

Şehir yaşantısının tırmıklarından hayli kanadığımı düşündüğüm bu günlerde doğayla başbaşa yaşamanın güzelliklerini hatırlatan eski bir anı gibiydi sanki bu film. Ören'e yazın değil de, daha kışın etkisinin tüm gücüyle sürdüğü Nisan başı dönemlerinde gittiğimiz o yıllar düşüverdi aklıma. Korkunç bir fırtınanın koptuğu, yağmurun camlara vururken çıkardığı sesten neredeyse uyumanın zor olduğu gecelerden sonra, suya doymuş mis gibi toprağın, yeşilin, çimenin kokusuyla uyanırdık o serin sabahlara. Mutfak kapısını açıp üzerimde kalın hırkalarım, kendimi ıslak çimenlere attığım, o ilahi kokuyu tüm gücümle içime çektiğim o sabahlar... Mutluluk buydu, daha ötesi değil.

Lavanta Kokulu Kadınlar'da da böyle bir sahne var ki, beni benden aldı, götürdü, savurdu, savurdu, ama galiba geri getirmedi. Doğaya yakın olan tüm yaşamlara daha bir özenir oldum bu aralar. Her kitap, her film izler bırakarak geçiyor üzerimden.

Hermann Hesse'nin Siddhartha'sını okudum geçenlerde. Klavuz kitap gibi oldu, tam ihtiyacım olan zamanda kuvvetli bir doz vitamin gibi geldi. Hayatın anlamını, huzuru, özü arayan biridir Siddhartha. Ama bunun için hiç bir öğretiye bağlanmak istemez. Öğretileri manasız, kof, kelime oyunu bulur. Ve böylece kendi anlamını bulmak için kendi yolunda yürümeye başlar, kendi yaşam yolunda... Kitabın en hoşuma giden bölümlerinden birinde, yaşamındaki en önemli öğretinin kendi iç sesini dinlemek olduğunu öğrenir. Bunu da başkasının tavsiyesi üzerine değil, yine yaşayarak öğrenmiştir, tam da bu yüzden çok değerlidir. Bir insana gitmesi gereken yolu söyleyecek en doğru şeyin, kendi iç sesi olduğunu keşfeder. Hayatı ve içinin sesini dinlemeyi öğrenmesi, bilmesi gerekmektedir.

Kendi iç sesimin volümünü son ses açmaya çalıştığım bu günlerde Lavanta Kokulu Kadınlar çok iyi geldi işte bana. Doğayı, ıskalanmaması gerekenleri, aşkı yeniden hatırlattı.

Aşk... Öyle bir final sahnesi var ki, çok etkilendim. Judi Dench'in gözlerinden okuduğum, bana hissettirdiği tüm cümleleri bir bir not düştüm defterime.

"Derin bir iz, sızlayan bir yara olarak kalacaksın içimde..." Böyle konuştu gözleri...

8 Eylül 2011 Perşembe

Bazı günler unutulmaz, bazı kadınlar hiç!

"Bazı günler o kadar özeldir ki tarihe not düşmek gerekir" diye başladım defterime yazmaya. Kahve ve yanına koyduğum bir dilim pasta daha çok bir renkti; asıl istediğim defterimle ve gün içinde yaşadığım tüm o özel anlarla başbaşa kalmaktı.


Az evvel okudum, canım arkadaşım dünkü o muhteşem buluşmayı İtalyan filmlerindeki kalabalık, neşeli, curcunalı sahnelere benzetmiş. Ne kadar doğru! Kocaman bir masa etrafına toplanılır, yenilir içilir, herkes bir ağızdan konuşur, ama dinler de aynı zamanda, çaylar gelir, kahveler gider, çantalar bir hediye torbasına dönüşür, bir ayraç atlar çantanın içine bir seferinde, sonra bir lavanta torbası, mis kokulu bir sabun ya da masmavi bir uğur taşı... Ama en nihayetinde bu bir İtalyan filmi değildir. Bu, bizim filmimizdir. Biz kim mi? Bir leylak, bir lale, bir ece, bir baykuş, bir macera, bir düş, bir hüzün, bir süslü, bir sabun, bir qunegond, bir annecik...

Bu kadar insanı bir araya getiren o güzel kadın bir tarafa, hepimizin aslında yazı, satırlar, kelimeler sayesinde buluşmuş olmamız ayrı bir hoşluk. Özde hepimizi biraraya getiren şeyin yazı olduğunu bilmek... Yazmayı seçen, yazıyla birbirini bulan, yazıyla birbirini tanıyan ve buluşan kadınlar...

Buluşmaya ilk gidenlerdendik. Upuzun masanın etrafında yarım saat içinde tüm yüzler yerlerini aldı teker teker. Kucaklaşmalar, öpüşmeler, samimi, candan onlarca söz... Sonra bir kadın geldi, elinde bastonu, yanındaysa gülümseyişiyle daha da güzelleşen kızı... İşte o an o masadaki atmosfer bir anda katman değiştirdi. Bir katman daha yükseldik sanki gökyüzüne.

Uzun ve bembeyaz saçlarını savura savura, bir söyledi on kahkaha attı, bir kahkaha attı on söyledi. 1940'larda yaşadığı Kars'ta kışların nasıl çetin geçtiğini, çıktığı tiyatro oyunlarında ellerinin duruşuna nasıl sinir olduğunu espiri kata kata mekanı çınlatan kocaman kahkahalarıyla anlattı, daha nice anlattığı şeyler gibi... O kadar keyifle ve heyecanla paylaştım ki onunla tüm o anları, suratıma nasıl bir gülümseme yerleştiyse artık, ayrılırken yüzümü ellerinin arasına aldı ve "gülen yüzün hiç eksilmesin canım yavrum" dedi bana. Dayanamadım, bir kere daha sarıldım.

Ama durun, ayrılmamızdan önce söyleyeceğim birkaç cümlem daha var. O anlatır, biz dinler, biz anlatır, o dinlerken bir an geldi, kızına Asimov'un Vakıf serisinin son iki kitabını almak istediğini söyledi. Şimdi bir şeye açıklık getirmeli: A-S-İ-M-O-V! Bu altı harfin yanyana gelmesinden oluşan bu ismi nerde, ne zaman ve ne şekilde olursa olsun duyan bendeniz, o an tüm dünyayı durdurur sadece bu isme kitlenirim. Çünkü benim için bir dahi, olağanüstü bir yazar, bir yaratıcı ve büyücüdür o. Hayatıma giren kitapları "okuduğum kitaplar" ve "yediğim kitaplar" olarak ikiye ayırırsam Asimov'un Vakıf serisi kesinlikle yediklerim arasında yer alır:) Zira yedi ciltlik kalın kalın tuğla mahiyetindeki romanlar taş çatlasın 2-3 hafta içinde bitmiş ve sonra bu kadar çabuk bittiği için çok hayıflanılmıştır. Hatta Asimov'un tekrar dünyamıza dönüp yazmaya kaldığı yerden devam etmesi için Tanrı'ya yakarılmış ama evrenin doğal ritmini senin için bozamam cevabı alınmıştır.

Sonuç olarak demem odur ki, bu özel kadının, tutkulu bir Asimov okuyucusu olduğunu öğrenmem beni ilk olarak öyle bir şaşkınlığa sürükledi ki, bir taraftan da neden dedim kendi kendime. Neden bu kadar şaşırdın ki? Aşağı yukarı benim anneannem yaşında olan bu pırlanta kadınla Asimov sohbeti yapmak... Ben anneannemle Asimov konuşabilmeyi hayal bile edemedim ki! Budur sanırım beni şaşkınlığa sürükleyen ve aslında hayatta hiçbir şeyin bizim yaptığımız kategorilerden ibaret olmadığını kanıtlayan. Dün defterime koca koca harflerle not ettiğim gibi hayat, sen kocaman bir süpriz yumurta gibisin ve sen Ayla Arslancan, sen çok ama çok ve hep böyle kocaman kahkahalarla yaşa olur mu:)

Şimdi çekmecelerim lavanta torbalarımla ve ellerimse lavantalı sabunumla mis gibi kokuyor. Ruhta ise bir leylak kokusu... Benliğime oksijen girmesini sağlayan kilit roman Hermann Hesse'nin Siddhartha'sını uğurladıktan sonra bir Leylak armağanı Venedik'te Bin Gün oturuyor kucağıma.


"Venedik, Toscana, yemeklere ve mutfağa duyulan aşk, yaşı sana uymasa da tutkulu bir kadın, aşk ve bir şehri aşka benzer bir duyguyla sevmek. Ne bileyim seni çağrıştırdı tüm bunlar bana..." Yazarınkilerden önce beni karşılayan Leylak satırları... Bir insanı tanımak ve onun tarafından tanındığını bilmek ne kadar güzel...

Kimi dün hayatıma giren ve kiminiyse daha önceden tanıdığım tüm o güzel insanlar, hep yazalım ve paylaşalım ki hiç ayrılmayalım!