16 Ekim 2013 Çarşamba

Adım Doğa, soyadım Tabiat!

Sadece doğa hareketlerini izleyerek mutlu olmak mümkün. Her geçen gün mutluluğun, biraz daha kendimizi doğanın içinde eritmekte saklı olduğuna inanıyorum. Suyun içinde eriyen aspirin misali. Bütün kalmaya direnmek, doğal akışa karşı gelmek yerine, erimeye, akmaya, doğanın düzenindeki işleyişe teslimiyet...

Senelerden beri erkenden uyanmaya alışkın bünyemin faydasını en çok Datça'da yaşamaya başladığımdan bu yana görüyorum. Şanslıyım ki benim çatı katı, güneşin, denizin üzerinden doğuşunu tam karşıdan ve tepeden görüyor. O nedenle balkonum sabahları daimi bir bekleme salonuna dönüşmüş durumda. Bazen kalkar kalkmaz üşenmeden demlediğim günün ilk çayıyla, bazen bir kitapla, bazense sadece etrafı izleyip o saatlerde sokaklardaki insansız sessizliği dinliyerek bekliyorum güneşin doğuşunu. Sessizlik tek bir sesi barındırıyor; sabaha karşı 3'te 4'te başlayıp canı istediği saate kadar öten horoz sesini...


Son günlerde çalışma düzenim elverdiği ölçüde güneş doğar doğmaz atıyorum kendimi bir deniz kıyısına. Buralarda yaşıyor olmanın en güzel yanı, en fazla 15-20 dakikalık süreler içinde harika kıyılara ulaşabiliyor olmak. Bu aralar evime en yakın koylardan biri olan Kargı'ya resmen dadanmış durumdayım. Güneş doğduktan hemen sonra bir termos çay, peynirli bir sandviç ya da simit, açılır-kapanır sandalyem ve tabi ki kitabımla yerleşiyorum bir şemsiyenin altına. Nasıl bir sakinlik, nasıl bir duruluk, tarif edilemez. Burada horoz da olmadığından dalga sesinden başka ses duymak imkansız.

15 Ekim, Kargı Koyu, saat 8 civarı, güneşe yolculuk...

Ekim öyle güzel bir deniz sunuyor ki yine. Mutlaka daha önce demişimdir ama yine söyleyeyim; Ekim, Eylül'de gelen sonbahar dinginliğini doruğa çıkaran ve tam da bu yüzden benim için Eylül'den daha çok sevilip daha çok beklenen ay. Ne çay, ne kahvaltı, ne kitap önemli o an. Önce deniz... Bir saat kadar en derinlere gide gele, dala çıka yüzdükten sonra tek tek bütün hücrelerime deniz serinliğini yerleştirmişken varıyorum çayın da, kahvaltının da, kitabın da tadına.

Peride Celal'in kitabının adı gibi güz, bir şarkı buralarda.

Bunları anlatma sebebim kimseyi imrendirmek değil. İnsanın, doğaya yakın olduğu, onun doğal akışına göre yaşamını konumlandırdığı anlarda kendini daha iyi hissettiğini anlatmaya çalışmak sadece. Yoksa insan Datça'da ya da dünyanın başka bir cennet köşesinde bile olsa evden ya da iş yerinin dört duvarından öteye bir yere çıkmadığı sürece mutlu olamıyor. Burda, öyle günlerim de oldu, gayet iyi biliyorum. İstanbul'da misal, vapura, denizin üzerinde olmaya neden onca methiye düzeriz? Kuzguncuk'ta, Çınaraltı'nda denize karşı oturup bir bardak demli çayın tadına varmak neden o kadar doyumsuzdur? Doğal olana en yakın oralarda hissederiz kendimizi de ondan.

İşte tam da bu yüzden doğayı daha çok içine sokabileceğim bir ev hayal ediyorum bu aralar. Mutfağı bahçeye açılan, salata yaparken bir uzanımlık mesafede olsun diye limon ağacının mutfak penceresinin dibine ekildiği, panjurları birini kucaklamaya hazır kollarını açmış insan gibi iki yana açılan, daha az betonla daha çok taş ve ahşabın malzeme edildiği, kuzineli, şömineli, gülümseten bir ev... Hani güneş giren eve doktor girmez hesabı, doğal olana mümkün olduğunca yakın olan eve de asık surat girmez diye düşünüyorum.

Gülümseten ev, kuzineli, mutfağı bahçeye açılan...

Yanlış anlaşılmasın. Henüz çok sevgili çatı katımdan vazgeçmek gibi bir durumda değilim. Sadece yaşamını buralarda devam ettirme arzusunda olan biri olarak ilerleyen yıllarda yaşam alanımı mümkün olduğunca doğal olana kaydırmak istiyorum, o kadar. Ne zaman olur, ne şekilde olur, olur mu, hepsi süprizli birer soru. Ve ben en çok bu süprizlerini seviyorum hayatın.:)

6 Ekim 2013 Pazar

Herkese bu dünyada da bir cennet lazım!

Ovabükü'nü yazmak istedim birden. Bu aralar hayattan aldığım tatların hepsinde bir burukluk varken, "Acı Tatlı Hayat" bir film ismi olmaktan çıkıp hayatımın bizzat gerçeği olmuşken, iki dakika önce acı tarafına isyan edip iki dakika sonra tatlı tarafında şükredecek bir şeyler bulabildiğim bir coğrafyada yaşarken, o coğrafyanın "kıymetlim" olan kıyısı Ovabükü'nü yazmak istedim.

Bükleri, koyları tarifsiz güzellikte yerler buralar. Birini birinden ayırmak, daha az sevmek mümkün değil. Sadece bazıları, belki tanıştığınız bir insanından, belki kuytusunda oturmaktan çok hoşlandığınız bir ağacından, belki insana rağmen varolan sükunetinden ayrı bir çizik atıyor kalbe. Ovabükü bu işte benim için. Çizik atan... Ben nerede olursam olayım, bir parçamın orada yaşadığını biliyorum artık.

Mart 2013'ten, Poyraz'dan bir fotoğraf...

Palamutbükü ve Hayıtbükü'nün daha popüler olmasının iyi geldiği bir tarafı var Ovabükü'nün. İki bük arasındaki ulaşımı sahilden yaparken Ovabükü'nün, daha şimdilerde parke döşenen daracık toprak yolundan geçenler, belki bir tane bile plastik sandalye barındırmayan salaşlığından, belki rüzgar azıcık sertse vahşileşen denizinden, belki sezon dışı dönemlerdeki insansızlığından pek yüz vermeden geçip giderler buradan. Halbuki bir arkadaşımın söylediği gibi "bazı yerler gizlerini geç fısıldar".

Datça'da sürekli yaşayanlar büklerin tadının ilkbahar ve sonbaharda ne kadar doyumsuz olduğunu bildiklerinden yazın pek uğramayıp üç aylığına tatilcilere bırakırlar buraları. Gelen eşi dostu gezdirmek haricinde ben de öyle. O nedenle geçen pazartesi, daha buraları bile buza kestiren fırtına gelmeden önce, mis gibi sonbahar havasını bulunca dostlarla attık kendimizi benim küçük cennetime. Sabahtan akşama tüm gün bana ait olan bir Ovabükü günü yaşayacağımı bildiğimden yeni ayın dergileri, bu aralar elimdeki roman Peride Celal'in Güz Şarkısı, notlar almak için defterlerim, ihtiyacım olabilecek herşeyi zulaladım çantaya.

Bu gidişimizden...

En çok Ercan Usta'nın mekanı Poyraz'ı severim Ovabükü'nde. Hem mutfağı, hem Ercan Usta'nın güleryüzü, insanı memnun etmekteki içten gayreti özeldir, yer etmiştir. Rakının, hele de bir Ege kıyısında şâha kalkmak için bir şeye ihtiyacı yoktur da, yine de deniz kenarına kurulmuş bir sofraya onun elinden çıkma ahtapot kavurma, yerine göre ciğer, bakladan değil, bu yöreye has bir baklagil olan mürdümükten yapılmış fava, kılıç şiş gibi lezzetler gelirse rakı da rakılığını bilir hani.

Bu fotoğraf Şubat 2013'te Palamutbükü'nde çekildi ama fotoğraflara bakarken denk gelince hoşuma gitti ve koymak istedim.

Lakin bir de Gülbahar Pansiyon vardır. Mutfağı öyle çok özellikli değildir ama bir ev mutfağı sıcaklığı vardır herşeyde. Bir kızartma istersin, arka bahçeden anında koparır patlıcanı, kabağı, biberi, taze taze koyar önüne. Üzerine de yine bahçesinden gelen domateslerle bir sos yapar... Zaten bu kıyılarda çok insandan duyabilirsiniz kızartmaların lezzetini. Ben, sebzelerin daha dolaba bile girmeden olan tazeliğine ve gerçekten gübresiz üretime bağlıyorum bunu. Bir de kendi zeytinlerinden olma has zeytinyağında kızartmalarına. Her mekan için bu güvenceyi veremem ama kendi gözümle bizzat şahit olduklarım bana yeter.

Bu gidişimizden... Gülbahar Pansiyon'un sahilinde kumların üzerine etrafı taşlarla çevrili, yüksekte kalan böyle masalar var. Güneş etkisini yitirince çayını, kahveni alıp bir şeyler okumak doyumsuz bir keyif!

İşletenlerini çok severiz Gülbahar'ın. Sevgili Bilge'nin bir annesi vardır ki bir "nasılsın?" sorusuna ömrünü dökebilir önüne. Öyle hızlı konuşur, öyle de çok kikirder ki ne dediğinden çok, deyişine hayran olursun. Zaten bir Datça şivesini anlamayı zor kılan üç şey vardır. Öyle hızlı konuşurlar ki, ilk zamanlarda araya başka bir Datçalı girmesin istersin çünkü iki Datçalı yan yana gelince bundan daha hızlı konuşamaz dediklerinin bile haline diyecek söz bulamazsın. Ya da konuşurken aynı anda da gülüyorsa bir Datçalı, vay haline! E bir de içiyorsa elbet:) Bunların hepsini birden yapan bir Datçalı'yla sohbet etmek isteyene de kolaylıklar diliyorum tabi:) Ama işin güzel yanı şu ki, bir süre sonra ne dendiğinin önemli olmadığı bir ortam oluşuyor ve hep birlikte sadece gülmeye başlıyorsun.:)

Güneşin batmasına yakın...

Sevgili Bilge'nin annesi de öyle işte. İlk gittiğimizde Bilge Datça'ya inmiş olduğundan yoktu ve biz de kahve isteyince Bilge'nin annesi "kızım ben karıştırırım şimdi sen yapıversene" diye soktu beni mutfağa. Dedim ya orası ev mutfağı gibidir, yeri gelince girer görürsün kendi işini. Ben kahveleri yaparken teyzemin anlattıklarından bir, yazın iyi geçtiğini anladım, bir de "aferin köpüklü yaptın kahveleri" dediğini. Halbuki ben değil makina yapmıştı:)

Yine öyle güzel, öyle güzeldi ki Ovabükü. Tek tük insan, yaprak kımıldamayan ıpılık bir hava... Herkes bu sakinliğe uyum sağlamış bir şekilde yorulmadan yaşıyor, usul usul hareket ediyor. Hoyratlıktan eser yok buralarda. En azından bu mevsimlerde. Diyorum ya bu halini bilene yaz bile yorucu geliyor.

Poyraz'dan gün batımı... Mart 2013...

Her girişimde bir saat kadar kalarak dalıp çıkıp yüzdüm kumları saydıran bir denizde. Öyle güzel bir günde, öyle güzel bir denizin içinde dilenen dileklerin tutma ihtimalinin yüksek olabileceğine şans verip sağlık diledim bana buraları sevdiren, ikinci bir aile sahibi yapan canım dostuma, ablama... Lakin tutmuyor dilekler, ne desek olmuyor...

Günün finaline elbet kuruldu yine rakı sofrası. Kahve telvesiz olur mu? Olmaz. Bu da onun gibi bir şey işte.

Günün sonuna yakışan sofra...

Bu yazının finali de ben tam bu satırları yazarken can arkadaşımdan gelen şu Tomris Uyar cümleleri olsun.

"İhtiyar kentlerin hiçbirinde uzun süre konaklamamış; denizleri, dağları bile yalnızca - şöyle bir geçerken - görmüş; hiç kıstırılmamış bir yeryüzü serserisi o. Yaşamak, gitmek demek onun için. Yeryüzü, iki deniz arasında bir nokta demek, iki kent arasında bir istasyon..."

Yaza Yolculuk kitabından...