27 Şubat 2011 Pazar

Kayıp aranıyor!

Bulunabileceği tek yer var, malum! Mutfağa 'hapsolduk' yaşıyoruz. Ben geçen zamanın hızına şaşkınlık ve hayret ifadeleriyle bakadurayım, kendisi ne durdan anlıyor, ne etme eylemeden. Meğer iki hafta olmuş ben buraya yazmayalı, meğer üç hafta olmuş ben staja başlayalı, meğer bir ay olmuş ben MSA'yı bitireli.

Bugün elimde gün gün yaptıklarıma dair notlar tuttuğum ajandam, sene başından beri yazdıklarımı bir karıştırayım dedim. Hayret, şaşkınlık, 'vay be bunlar da oldu dimi' ifadeleri içinde okudum günlerimden satırlara düşenleri. Halbuki ben bu aralar sanki beş yıldır falan NumNum mutfağında çalışıyormuş gibi hissediyorum kendimi. Çalışma arkadaşlarıma, ortama alışmam, onların bana alışması, günde neredeyse 10 saati birlikte geçirince tahmin edilenden daha çabuk oluyor elbet.

Çılgın bir temponun olduğu mutfaklarda eğer bir an durup yaşadıklarınızı hazmetmek için soluklanmazsanız, neyin nasıl olup bittiğine, nasıl bir hızla yaşandığına inanamazsınız. Bunu pizza tezgahında son günümü geçirdiğim dün çok net bir şekilde farkettim. Meğer üç haftayı geride bırakmışım, hem de bir solukta. Sanki hamurun elime değdiği o ilk gün bir soluk almışım da, daha dün vermişim gibi... Her şey bir nefesten ibaret gibi...

İlk gün Meydan NumNum'dan içeri girerken heyecandan çarpan kalbim, içimde kopan çağlayanları kimseler anlamasın diye dik ve sağlam durmaya çalışmalarım, ilk sipariş fişleri yağmaya başladığında ağzımda atan kalbimin hızında çalışmayı başaran ellerim... Neyse ki ilk haftalarda sürekli ayakta çalışmaktan kaynaklanan bel ve sırt ağrılarımdan da eser kalmadı. Artık eve geldiğimde kendimi depremde yıkılan bir bina misali koltuğa bırakıvermiyorum. Bedenim, ruhumun ve zihnimin ritmine ayak uydurmakta gecikmedi, kendisine burdan sevgilerimi ve saygılarımı gönderiyorum:)

Her ne kadar buraya yazmakta zorlansam da elimden kağıt kalem hiç düşmüyor aslında. Staja başlamamın bir önceki günü kitapçıdan gidip özene bezene minik bir defter almıştım kendime. Tüm staj notlarımı tutacağım, tarifleri not alacağım bir defter olsun diye hesaplarken bir yandan da gün içinde çok seyrek verebildiğim çay molalarında hissettiklerimin, düşündüklerimin notlarını aldığım bir deftere de dönüştü. Gün içinde bazen her şeyden çok kendimle konuşmaya ihtiyaç duyduğum anlarda imdada yetişen tek şey minik defterim. Daha evvel de söylediğim gibi tek kadının ben olduğum bir ortamda çalışmak, etrafınızdaki herkese aynı mesafede durmanızı gerektiren bir sonucu çıkarıyor ortaya. Yanlış anlaşılmamak, en birinci düsturunuz oluveriyor. İşte bu anlarda ben ve defterim, sağlam bir ikili olarak çekiliveriyoruz bir köşeye, yanımıza da dumanı tutan bir bardak çay eşlik ediyorsa o 10 dakikalık arada, değmeyin keyfimize.

Hiç alışık olmadığım bu tempoya ayak uydurmakta ilk iki hafta boyunca zorlanan bünyemin normale dönüşüyle ihmalden yüzü düşen kitaplarıma ve filmlerime de, çok özlediğim eşime dostuma da zaman ayırma şansını bulabiliyorum. Artık benim için delilikle eş anlamlı olan cuma ve cumartesi günlerinden sonra akşamın 9.30'unda işten çıkıp iki 'can'la bir iki kadeh rakı yuvarlamak, meğer tüm yorgunluklara en büyük dinlenmeymiş.

Bir de Murakami gerçeği var ki hayatımda, bu aralar mutfak aşkımı kıskançlıktan bana fena halde yüz çevirmiş durumda. Staj başlamadan önce son hediyesi Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu ile maceramıza başlamış, ama ben iki hafta boyunca fena halde ihmalkarlıkla bezendiğim için başucumdaki yerine terkeylemiştim kendisini. Ama o da benim kadar iyi biliyor ki, ben kendimi affetirmesini bilir, açılan arayı hızla kapatırım.

Bazen insanın hayatında aşklarından bir tanesi biraz daha ağır basıp diğerlerinin önüne geçebiliyor. Ama biliyorum ki mutfak sevdam ne kadar fazla olursa olsun, kitaplardan, filmlerden, gezmelerden, sevdiklerinden, kaleminden, defterinden uzak bir Zeren asla tam olamaz. Hayatta sadece 'tek bir şey'den ibaret olmamak, sürekli 'çok' olarak büyümek, yaş almak galiba en güzeli...

Şimdi bir hafta NumNum'ın tüm şubelerine giden belli ürünlerin hazırlandığı Merkez Hazırlık Mutfak'ındayım. Yani burası biraz geri plan bir mutfak. A la carte servisle bir hafta boyunca ilgim olmayacak. Soslar, hamurlar, focaccia ekmekleri, pizza hamurları ve daha belli başlı pek çok hazırlığın ana mutfağında kavrulup pişeceğim. Sonra bekle beni Soğuk İstasyonu... Yani salatalar, sandviçler, dürümler, tatlılar... Yeni maceramız bunlar olacak efendim:)

13 Şubat 2011 Pazar

Yeniyetme pizzacıdan haberler...

"Aşçı olmaya nasıl karar verdin?" sorusuna 350. kez falan cevap verme durumunda kaldım tüm hafta. İstisnasız hepsi çocukluklarından itibaren mesleğin içine düşmüş, büyük oranda da mesleklerini seçme şansları olmamış, önlerine çıkanı yaşamak zorunda kalmış aşçılar olunca tüm mutfağın sakinleri, 30 yaşına gelmiş, üniversite mezunu, bambaşka ve üstelik onlara ışıltılı gelen bir sektörde çalışmış bir insanın, üstelik de bir kadının neden ve nasıl aşçı olmaya karar verdiğini merak ediyorlar. İyi de nasıl anlatayım ki ben onlara tüm hikayemi? Bir iki ık mık ettim, en sonunda "çocukluk aşkı" deyip çıkıverdim işin içinden:)

Staj hayatımın bir haftalık tarihinde öğrenilenler listesinde yorgunluk kelimesinin anlamından sonra ilk sırayı, bu işin tam bir deli işi olduğunu anlamış olmak yer alıyor:) Tüm MSA süreci boyunca hiç duymadıysak bin kere falan şeflerimizden çalışacağımız yerlerdeki mutfak ortamının asla okuldakine benzemeyeceğini, çok sert, fazla hızlı, adrenalin yüklü, deli bir yoğunlukta çalışılan yerler olacağını duyduk. Bin kere daha söyleseler az kalırmış diyesim geliyor şimdi. Tüm hafta boyunca öğle ve akşam servislerinde yaşadığımız tempoyu görünce bu işin deli işi ve bizlerin de birer deli olduğuna ama öte yandan da her sabah uyandığımda o mutfağa yeniden girebilmek için duyduğum çekim yüzündense bir adrenalin bağımlısı olduğuma karar verdim.

Hayatın doğal akışına güvenmiş olmanın, stajımın düşeceği yerin benim için en iyisi olacağına inanmanın ödülünü yaşıyorum sanki. Kendimi sadece temizlik yapmaya, getir götür işlerine, patates soğan soymaya hazırlamışken stajyer muamelesi görmediğim, her işin en ince detayına kadar öğretildiği, sorumluluk verilen bir ortamla karşılaştım NumNum'da. Daha pazartesi günkü oryantasyonda "isteğimiz size işin tüm işleyişini, detaylarını öğretmek" dediklerinde keyiflenmiş ama salı günü bizzat mutfak ortamıyla tanışınca dediklerinin lafta kalmadığını görmüştüm.

Daha pizza tezgahına elim değer değmez merdaneyle hamuru veriverdiler elime. "Burda durduğun ve işin hafiflediği tüm anlarda işe alışmak için dilediğin kadar hamur açabilirsin. Boşa gitsin hamurlar, hiç önemli değil, önemli olan senin bir an evvel işi öğrenmen ve alışman." Daha ne isteyebilirdim ki?

Neyseki merdaneyle hamura sevdamız eskiden gelir de mahcup olmadan ilk andan süper bir üçlü oluverdik kendileriyle. Şimdi tamamlanması gereken tek eksik hız olarak kalmış durumda. Zira aynı anda onlarca siparişin geldiği bir ortamda bir pizza hamurunu açmaya ve döşemeye onlarca dakika ayıramıyorsunuz. Topu topu iki üç dakikada hepsini bitirmek ve pizzayı fırına ışınlamak şart. Eh ne de olsa kimse anasının karnından iki dakikada pizza hazırlayabilen biri olarak doğmuyor diyerekten biz de o gereken hızdan zamanla nasibimizi alırız elbet diye bekliyoruz.

NumNum'da benim adıma en büyük tecrübelerden birinin de açık bir mutfakta çalışıyor olmak olduğunu düşünüyorum. Müşteriyi birebir gözlemleme şansının olduğu, aynı şekilde müşterinin de bizleri her şekilde görebildiği son derece interaktif bir ortam NumNum Meydan mutfağı. Açık mutfak olmaktan ötürü hijyenin de es geçilemeyeceği, her yaptığın işten sonra tezgahını da temizlemek zorunda kaldığın, işin bu kısmını da asla es geçemeyeceğin bir ortam... Yani anlayacağınız temizlik bezi de elimizden eksik olmuyor pek:)

Şeften pazar günü (yani bugün) izinli olduğumu öğrendiğimde duyduğuma inanamayıp iki kere teyit istemem de ayrı bir komediydi. Kollarım ve bacaklarım koltuğa serili olmaktan pek bir memnundular bugün.

Ve izin günümde sepetime düşen bir film... Into the Wild. Sean Penn, sana, hayata bakış açına, ruhuna, zihnine şapka çıkarısım var ama yetmez biliyorum. Neyse ki filmi bir sene önce değil de şimdi, hayatımdan son derece memnun olduğum bu zamanda izledim. Yoksa bu gazla soluğu MSA yerine Alaska'da almaya karar verebilirdim. Herkesin en az bir kere ama hayatını "kariyer kariyer" diye yağsız tatsız tuzsuz haşlanmış bir sebze kıvamına çevirenlerin en az 10 kere falan izlemesi tavsiye olunur!

Yeniyetme pizzacıdan hepinize güzel bir hafta dileğiyle...

9 Şubat 2011 Çarşamba

Yorgun pizzacı...

Meğer ben hayatımda şimdiye kadar hiç yorulmamışım. Hatta yorulmak kelimesinin anlamı hakkında da yeteri kadar fikrim yokmuş. Bunu da 30. yaşımda öğrenmek varmış:)

İki gündür sabah 10.30'dan akşam 21.30'a kadar bir fiil mutfakta sadece 15 dakikalık yemek molasında popom yer görüyor. Sıcak, soğuk ve pizza olmak üzere üç bölümden oluşan mutfağın her birinde bir ay geçirerek sürdüreceğim stajımı. Ve başlangıcımı en çok keyif aldığım şeyde, hamurların içinde yapıyorum. Bir ay boyunca pizza bölümündeyim:) Parmaklarım bütün gün unun içinde... Arada ellerimin haline gidiverince gözlerim, renk değiştirmiş bir çift elle karşılaşıp gülmeye başlıyorum kendi kendime.

Pizza hamurunu başarıyla açtığımı gören şefler "sen daha önce açtın mı pizza hamuru" diye soruyorlar. "Bu şekilde hayır" diyorum "MSA'da bir kere yaptık ama o bundan çok farklıydı". Karşılığındaysa "sende cevher var cevher, bu işi iyi becereceksin" cevabını aldığımda dünyalar benim oluyor. Onlar sadece bir stajyere övgüde bulunuyorlar ama benim için dediklerinin anlamı, değeri çok büyük. Her takdir sözünde içimde volkanlar patlıyor.

Benden başka hiç kadının olmadığı, yoğun servis zamanlarının son derece sert ve akla hayale gelmeyecek bir tempoda geçtiği ama bir o kadar yardımsever, öğretmeye ancak bu kadar istekli olunabilir diyeceğim kadar hevesli şeflerin olduğu bir mutfakta çalışıyorum.

Bu akşam işten çıkıp eve gelirken bir kere daha hayatımın bir sene içinde nasıl da değiştiği geliverdi aklıma. Bütün gün nasıl bir tempo içinde, kimlerle, nerde ve nasıl çalıştığımı düşününce gerçekten bazen hayatımın geldiği noktaya inanasım gelmiyor. Başarıyor muyum ben gerçekten bazı şeyleri? Çok istedim, peşinden gittim, her şeyi değiştirmeye cesaret edebildim, bu kadar erkek egemen, bu kadar sert bir sektörde varolabileceğime inandım. Ve şimdi gerçekten inançlarımın karşılığını görüyorum galiba ben.

Bunu yazmaktan çekinmeyeceğim. İçimde bugünlerde iyice artmakta olan bir gurur var kendime dair. Pek çok insanın dışardan baktıklarında çalışmaktan çekinebilecekleri ortamlarda, geçmişimde var olan her türlü etiketi çöpe atmayı başararak dimdik ve başarıyla varolabiliyorum, yoluma devam ediyorum.

Biliyorum çok fazla kendime dönük, çok fazla "ben"li bir yazı oldu bu ama bu akşam bunlarla çok doluyum. Kendimi ancak koltuğa attığımda hissettiğim deli bir yorgunlukla ne olursa olsun bu yazıyı yazmak istedim.

Bu okuduğunuz satırların yazarı artık sağlam bir pizzacı, ben değil şeflerim öyle diyor:)

4 Şubat 2011 Cuma

Mutfak arası bir doz İstanbul

Ocak ayının ortalarında geldi haber. Bazen insan bir şeyi ne kadar özlediğini onunla ilgili bir haber aldığında fark ediyor. Haruki Murakami'nin orjinali 1985 yılında yayınlanan romanı, Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu adıyla Türkçe'ye çevrilmişti. Bu haberi duyduğum anda ne kadar özlediğim 'dan' diye gelip içime oturuverdi. Evet, Murakami'yi, Murakami okumayı çok ama çok özlemiştim.


Şimdi iki gündür elimde Haşlanmış Harikalar Diyarı. Sahilde Kafka ya da Zemberekkuşunun Güncesi kadar olmasa da yine de tuğla gibi bir romanla karşı karşıyayız. Bu da güzel haberlerden biri, zira maceramız uzun sürecek demektir.

Murakami bir kolumda, İstanbul bir kolumda, 'Koreli' arkadaşım yanıbaşımda, 10 günlük mutfak arasını fırsat bilen bendeniz, ev nedir bark nedir bilmez bir şekilde tam bir sokak kuşu olup çıkıverdim. Özlediğim tüm güzellikleri içime çekiyorum İstanbul'a dair. Bu şehrin biz kullarına sunduğu nimetlerden nasibimi almaya çalışıyorum.


Frida & Diego sergisi birkaç aydır şehrin çeşitli reklam panolarından, gazete ve dergilerden davetkar bir tutkuyla göz kırpıyordu bana. Filmini izlediğimden, yıllar evvel biyografisini okuduğumdan beri güçlü ve tutkulu kadın simgesi olarak yer etti içimde. Tarifi çok zor acılar, ufacık yaşta geçirilen çocuk felci yüzünden bir bacağın sekmesi, yine yıllar sonra geçirdiği bir kaza yüzünden bacağına takılan platinle yaşamak zorunda kalması, geçirdiği 20 küsür ameliyat, Diego'ya duyguduğu asla dinmeyen tutkulu aşk, onlarca kürtaj ve düşüğe rağmen dinmeyen bir çocuk sahibi olma tutkusu... Ve bunların her bir karesinin kalemine, fırçasına ve tuvaline yansıması... Bakışlarındaki oklardan, güçten, acıdan, sertlikten etkilenmemek mümkün değil. Ve her şeye rağmen asla kaybetmediği yaşam sevgisinden. O kadar 'renkli' ki hayatının her ânı... Kıyafetleri, eşyaları, resimleri hep renklerle bezeli. Acılarını renge boyamış ve sanki onları bu şekilde katlanılır kılmış gibi. İmkanınız varsa 20 Mart'a kadar sürecek olan bu sergiyi görmeden İstanbul'u terketmesine izin vermeyin derim.

İnsan yanında bir 'Bayan Çekik Göz' ile dolaşıyor ve o kişinin ağzından çıkan iki cümleden biri de Kore'ye dair oluyorsa eğer, el mahkum sergi sonrası duraklama mekanı da İstanbul'un Uzak Doğu cennetlerinden birinde oluyor. Eh biz bir çekik göz olmasak da ruhen ve zihnen bizim de çok ait hissettiğimiz yerler bu mekanlar. Gerçekten öyle böyle değil, benim İstanbul'da gittiğim en harika Japon restaurantı olan Cafe Bunka dünyadan bir cennet mekan sanki... Huzur, dinginlik ve ferahlık dolu.


Suchim'le kapıdan girdiğimiz andan itibaren refleksel bir hareketle seslerimiz kısılıverdi, fısıldaşarak konuşmaya başladık. O kadar huzurlu bir mekan ki, insan sesiyle o huzuru delmek istemiyor.

Keyifle yenen yemeklerin sonrasında ruha mı bedene mi (aslında her ikisine birden) daha çok iyi geldiğinden emin olamadığım o muhteşem genmai-cha çayı... İçinde mısır patlaklarının da olduğu harika kokan leziz bir çay.


Bir Japon lokantasında soluklanarak başlayan hafta yine Japon bir yazarın, Murakami'nin kelimeleriyle devam ediyor.

"Dünyanın sonu insanın yüreğinin içinde gelir" diyor Murakami. Dünyanın sonunun hiç gelmemesi dileğiyle diyorum ve kendini yavaş yavaş hissettirmeye başlayan "stajın ilk günü" heyecanını dindirmek için kitabımın içine gömülüyorum.

1 Şubat 2011 Salı

Cinlere karıştık!

"Rüyada günlük görmek iyi bir kitap okuyacağınıza işarettir. Rüyada günlük görülse de görülmese de Beş Sevim Apartmanı'nı okumak iyiye işarettir, onu okuyanın gönül gözü açılır, peri kızları rüyasına girer" diyor Mine Söğüt, ben de fosforlu kalemlerle defterime not alıyorum.

127 sayfalık bir kitap elimdeki ve evet ben Mine Söğüt'le yeni tanışıyorum. Halbuki o kadar sevdim ki o etrafı kara kalemlerle çizili ela gözlü güzel kadının gözünden dünyaya bakmayı. Geç kalınmış bir birliktelik benimki. İki güne yakın bir süredir yaşam anlarıma eşlik ediyor. Onu okumak için ayırdığım özel anlarla yetinmiyor, başka işlerin zamanından da çalmaya çalışıyor. İçimdeki tüm ilgi ve merak noktaları tetikte, beslendikleri bir kaynak buldukları için doymak bilmiyorlar.

Bir Beyoğlu kahvaltısında sohbetimize dahi eşlik ederken...

Ben böyle bir kitabı bırakmak istemediğim anlarda kitap okuma anları konusunda sınır tanımayan bir insan olabiliyorum. Mesela yolda yürürken kitap okumanın mantıklı bir iş olduğunu kimse söyleyemez sanırım. Mesele insanların sizin manyak olduğunuzu düşünmesi değil, İstanbul gibi köstebek yuvası bir şehirde düşme, kol/bacak kırma olasılığını yüzde 20'lerden 70'lere falan çıkarıyor olmak. Beş Sevim Apartmanı benim için yine böyle bir roman oldu. Kelimeler arasında inanılmaz keyifli zamanlar geçirdim, bazı cümleleri hap niyetine yutup kanımda dolaşmasını, benden bir parça olmasını istedim.

Çocukken de masalları çok severdim. Büyüdüm, koca insan oldum hala çok seviyorum ki hikayesini bir masal gibi kurgulayan, diline masallardaki gibi şairane bir ritim katan, öyküsünün içine sadece gözün gördüğü, elin tuttuğu değil, hayal gücünün de ürünü olan cisimleri, halleri katabilen romanları hep çok sevdim. Özel olarak Beş Sevim Apartmanı, biraz kurcaladığım kadarıyla da Mine Söğüt'ün genel olarak bütün romanları bu kıvamda yoğruluyor.

Beş Sevim Apartmanı'nın alt başlığı Rüya Tabirli Cinperi Yalanları... Öyle bir müzikle ilerliyor ki hikayenin kurgusu, öyküdeki insan karakterlere mi yoksa cinlere perile mi sempati duymak gerektiği konusu karışabiliyor.

Pürtelaş Sokağı'nda kediler bir gün canhıraş feryatlarla ortalığı inlettiler. Pürtelaş Sokağı'ndaki Beş Sevim Apartmanı'nda tuhaf şeyler oluyordu. Beş pencereli, beş odalı, beş acayip insanın oturduğu Beş Sevim Apartmanı'nda perdelerin arkasında tuhaf şeyler olup bitiyordu. Cinler aleminden gelenler, periler aleminden gelenler, cinperi aleminden gelenler, orada beş garip hikaye yazdılar...yazdılar...yazdılar.

Pardon, altı hikaye yazdılar. Bir de Doktor Samimi ve onun günlüğü var.

...Mine Söğüt ilk romanı Beş Sevim Apartmanı ile okuyanı cinperi alemine götürüyor, uzun bir masal dinletir gibi, anlatır gibi, gösterir gibi.

Arkasında bu satırları okuduğunuz bir kitabı almama olasılığınız nedir bir sorun kendinize, cevaba göre belki bu romanı okumak istersiniz. İki hafta önceki İstiklal YKY gezimde bana bütün "evdeki okunmadıklar bitmedikçe kitap almak yok" yeminlerime tövbe ettirip kasaya kucağımda yürümeyi başarmıştı.

İnsanın etkilendiği bir romanı alması çok güzeldir ama bunu çok sevdiği bir kitapçıdan alması daha da güzeldir. YKY'nin benim için böyle bir anlamı oldu her zaman. Beyoğlu'nun en güzel yerinde Galatasaray'da, duvarları kitaplarla dolu bir mağazanın ortasındaki kitap öbekleri, etrafında tavaf edilmeyi bekleyen bir mabed gibi... Çantayı kitaplarla doldurup sonrasında İstiklal'in labirentlerine karışmaksa ayrı bir haz tabi...

Öyle görünüyor ki 2011'in cümlelerine Mine Söğüt kelimeleri de karışıyor olacak:)