12 Kasım 2013 Salı

Bir piknik güncesi: Yazdım, yönettim, oynadım!

Merhaba, benim adım Şans. En azından bir süredir bu adı kullanıyorum. Çoğunlukla hep gülenyüzünü göstermeyi seçtiğim hayatımı dünyanın en güzel coğrafyalarından birinde yaşamayı seçtiğim için uzaktan selam eden dostların cümlelerinde en çok geçen kelime bu. Ben de kendime - en azından bir süredir - bu adı seçtim. Şans... Üstelik fonetiği de hiç fena değil.

Bu yazının yazılma sebebi olan yaşadığım harika gün de bu ne kadar şanslı olduğum tezahuratlarına yeni sloganlar ekleyebilecek cinsten. Dün, yaşadığım coğrafyanın en güzel sahillerinden birinde, rüzgar güllerinin, domates tarlalarının, denizin, ağaçların fonunda harika bir piknik yaptım. Hayatımın unutamayacağım günler listesine bir yeni gün daha ekledim. Lakin hiç azalmayan, hiç eksilmeyen bir sızı ile...

Gereme'de rüzgargülleriyle piknik...

Datça'nın Ege'ye kıyısı olan noktalarından birinde, doğaya hayran ola ola bir gün daha geçirdim. Buralara geldiğimden beri üzerimde tüm kötü olaylara rağmen yerleşen bir huzur ve sükunet varsa sebebi, doğaya her geçen gün duyduğum hayranlıktır. Biz insanların dünyasında kötü şeyler olmaya devam ettikçe ben yüzümü doğaya dönüyor ve sakinleşiyorum. Bu, sadece global dünyada değil, kendi kişisel hayatımda yaşadığım zor zamanlar için de geçerli. Ki buraya geldim geleli en sıkıntılı zamanlarımdan geçiyorum. Ama doğanın her gün mucizeler yaratan güzelliklerinden, kendi ritminde o sekmeyen işleyişinden müthiş bir haz duyuyor ve faniliğimize şükrediyorum. Evet, şükrediyorum çünkü bana tüm bu olanların, kavgaların, kötülüklerin ne kadar manasız olduğunu, asıl kalıcı olanın ne olduğunu gösterip hiç unutmamamı sağlıyor.


Spontane, plansız, programsız gelişen herşeyin tadının nedense hep daha bir başka oluşunun ilk kanıtı üç araba arka arkaya yola çıktığımız anda gösteriyor kendini. Kızlan Köyü'nün içinden geçerken köye yeni gelmiş balıkçının başında toplaşmış kalabalıkla karşılaşıyoruz. Belli ki bu köye de balıkçı, taze balıklar geldikçe uğruyor haftanın belli günlerinde, köy ahalisi de denizin bereketinden nasipleniyor böylece. Çünkü Kızlan Datça'nın denize en uzak köylerinden biri, belki de en uzağı...


Hiç hesapta, planda yokken birden sekiz kişiye, dokuz balıkla doluşuyoruz tekrar arabalara. Artı bir balık, nasılsa bir obur çıkar mutlak diye. Ekmek, peynir, köfte, közlenmek için patlıcan, biber gibi planlı erzağımız da var çünkü. Ama balıklar da yakışıklılıklarıyla cezbediyorlar işte.


Köyden sonra yol epey bozuluyor, aslında az olan mesafeyi 20-30 kilometreyi geçemediğimiz için yarım saate yakın bir sürede alıyoruz. Ama keşke biraz daha uzasa. Öyle güzel manzaraların içinden geçiyoruz ki yalnız olsam durup durup içime çekerim her bir noktayı. Evimin balkonundan her gün selamlaştığım rüzgargüllerinin dibinden geçiyoruz misal. Diğer yanımız domates tarlaları... Gördüğüm manzaradan, Datça'ya bir ay daha yetecek güz domatesi olduğu bilgisini mideme iletiyor hemen gözlerim. Tarlalar dopdolu. E tabi güneş, yeşil domatesleri kızartmak için mızıkçılık yapmazsa.

Her eve lazım!

Derken son noktada varılan deniz, harika bir rüzgarla esen mis gibi kıyılar... Yerimizi ayarladıktan sonra geçen zaman klasik bir piknik güncesi... Balıkları ayıklamak üzere suyun başına giden kadınlar, ateşi yakmak için çalı çırpı toplayan erkekler... Balık temizleme işinden döndükten sonra ateşin yanmış, çayın da semaverde tıngırdamakta olduğunu gören ben, bir mertebe daha yükseliyorum yeryüzünde. Bir de tam karşıdan gündüz gözüyle yarım ay yükselmez mi üstüne? Kendisiyle olan bağımı bilenler, anlayacaktır artık ruh halimi. Gerisi pişirmek, yemek, içmek ve sohbet üzerine...

Günün sonu... Ateş başında içilen çay...

İçimde, o çok sevdiklerimden birini acı bir şekilde kaybediyor olmanın verdiği sivri hüzün de olmasa ben böyle geçen gün ve günleri alır ömrüme baştacı yaparım aslında.

16 Ekim 2013 Çarşamba

Adım Doğa, soyadım Tabiat!

Sadece doğa hareketlerini izleyerek mutlu olmak mümkün. Her geçen gün mutluluğun, biraz daha kendimizi doğanın içinde eritmekte saklı olduğuna inanıyorum. Suyun içinde eriyen aspirin misali. Bütün kalmaya direnmek, doğal akışa karşı gelmek yerine, erimeye, akmaya, doğanın düzenindeki işleyişe teslimiyet...

Senelerden beri erkenden uyanmaya alışkın bünyemin faydasını en çok Datça'da yaşamaya başladığımdan bu yana görüyorum. Şanslıyım ki benim çatı katı, güneşin, denizin üzerinden doğuşunu tam karşıdan ve tepeden görüyor. O nedenle balkonum sabahları daimi bir bekleme salonuna dönüşmüş durumda. Bazen kalkar kalkmaz üşenmeden demlediğim günün ilk çayıyla, bazen bir kitapla, bazense sadece etrafı izleyip o saatlerde sokaklardaki insansız sessizliği dinliyerek bekliyorum güneşin doğuşunu. Sessizlik tek bir sesi barındırıyor; sabaha karşı 3'te 4'te başlayıp canı istediği saate kadar öten horoz sesini...


Son günlerde çalışma düzenim elverdiği ölçüde güneş doğar doğmaz atıyorum kendimi bir deniz kıyısına. Buralarda yaşıyor olmanın en güzel yanı, en fazla 15-20 dakikalık süreler içinde harika kıyılara ulaşabiliyor olmak. Bu aralar evime en yakın koylardan biri olan Kargı'ya resmen dadanmış durumdayım. Güneş doğduktan hemen sonra bir termos çay, peynirli bir sandviç ya da simit, açılır-kapanır sandalyem ve tabi ki kitabımla yerleşiyorum bir şemsiyenin altına. Nasıl bir sakinlik, nasıl bir duruluk, tarif edilemez. Burada horoz da olmadığından dalga sesinden başka ses duymak imkansız.

15 Ekim, Kargı Koyu, saat 8 civarı, güneşe yolculuk...

Ekim öyle güzel bir deniz sunuyor ki yine. Mutlaka daha önce demişimdir ama yine söyleyeyim; Ekim, Eylül'de gelen sonbahar dinginliğini doruğa çıkaran ve tam da bu yüzden benim için Eylül'den daha çok sevilip daha çok beklenen ay. Ne çay, ne kahvaltı, ne kitap önemli o an. Önce deniz... Bir saat kadar en derinlere gide gele, dala çıka yüzdükten sonra tek tek bütün hücrelerime deniz serinliğini yerleştirmişken varıyorum çayın da, kahvaltının da, kitabın da tadına.

Peride Celal'in kitabının adı gibi güz, bir şarkı buralarda.

Bunları anlatma sebebim kimseyi imrendirmek değil. İnsanın, doğaya yakın olduğu, onun doğal akışına göre yaşamını konumlandırdığı anlarda kendini daha iyi hissettiğini anlatmaya çalışmak sadece. Yoksa insan Datça'da ya da dünyanın başka bir cennet köşesinde bile olsa evden ya da iş yerinin dört duvarından öteye bir yere çıkmadığı sürece mutlu olamıyor. Burda, öyle günlerim de oldu, gayet iyi biliyorum. İstanbul'da misal, vapura, denizin üzerinde olmaya neden onca methiye düzeriz? Kuzguncuk'ta, Çınaraltı'nda denize karşı oturup bir bardak demli çayın tadına varmak neden o kadar doyumsuzdur? Doğal olana en yakın oralarda hissederiz kendimizi de ondan.

İşte tam da bu yüzden doğayı daha çok içine sokabileceğim bir ev hayal ediyorum bu aralar. Mutfağı bahçeye açılan, salata yaparken bir uzanımlık mesafede olsun diye limon ağacının mutfak penceresinin dibine ekildiği, panjurları birini kucaklamaya hazır kollarını açmış insan gibi iki yana açılan, daha az betonla daha çok taş ve ahşabın malzeme edildiği, kuzineli, şömineli, gülümseten bir ev... Hani güneş giren eve doktor girmez hesabı, doğal olana mümkün olduğunca yakın olan eve de asık surat girmez diye düşünüyorum.

Gülümseten ev, kuzineli, mutfağı bahçeye açılan...

Yanlış anlaşılmasın. Henüz çok sevgili çatı katımdan vazgeçmek gibi bir durumda değilim. Sadece yaşamını buralarda devam ettirme arzusunda olan biri olarak ilerleyen yıllarda yaşam alanımı mümkün olduğunca doğal olana kaydırmak istiyorum, o kadar. Ne zaman olur, ne şekilde olur, olur mu, hepsi süprizli birer soru. Ve ben en çok bu süprizlerini seviyorum hayatın.:)

6 Ekim 2013 Pazar

Herkese bu dünyada da bir cennet lazım!

Ovabükü'nü yazmak istedim birden. Bu aralar hayattan aldığım tatların hepsinde bir burukluk varken, "Acı Tatlı Hayat" bir film ismi olmaktan çıkıp hayatımın bizzat gerçeği olmuşken, iki dakika önce acı tarafına isyan edip iki dakika sonra tatlı tarafında şükredecek bir şeyler bulabildiğim bir coğrafyada yaşarken, o coğrafyanın "kıymetlim" olan kıyısı Ovabükü'nü yazmak istedim.

Bükleri, koyları tarifsiz güzellikte yerler buralar. Birini birinden ayırmak, daha az sevmek mümkün değil. Sadece bazıları, belki tanıştığınız bir insanından, belki kuytusunda oturmaktan çok hoşlandığınız bir ağacından, belki insana rağmen varolan sükunetinden ayrı bir çizik atıyor kalbe. Ovabükü bu işte benim için. Çizik atan... Ben nerede olursam olayım, bir parçamın orada yaşadığını biliyorum artık.

Mart 2013'ten, Poyraz'dan bir fotoğraf...

Palamutbükü ve Hayıtbükü'nün daha popüler olmasının iyi geldiği bir tarafı var Ovabükü'nün. İki bük arasındaki ulaşımı sahilden yaparken Ovabükü'nün, daha şimdilerde parke döşenen daracık toprak yolundan geçenler, belki bir tane bile plastik sandalye barındırmayan salaşlığından, belki rüzgar azıcık sertse vahşileşen denizinden, belki sezon dışı dönemlerdeki insansızlığından pek yüz vermeden geçip giderler buradan. Halbuki bir arkadaşımın söylediği gibi "bazı yerler gizlerini geç fısıldar".

Datça'da sürekli yaşayanlar büklerin tadının ilkbahar ve sonbaharda ne kadar doyumsuz olduğunu bildiklerinden yazın pek uğramayıp üç aylığına tatilcilere bırakırlar buraları. Gelen eşi dostu gezdirmek haricinde ben de öyle. O nedenle geçen pazartesi, daha buraları bile buza kestiren fırtına gelmeden önce, mis gibi sonbahar havasını bulunca dostlarla attık kendimizi benim küçük cennetime. Sabahtan akşama tüm gün bana ait olan bir Ovabükü günü yaşayacağımı bildiğimden yeni ayın dergileri, bu aralar elimdeki roman Peride Celal'in Güz Şarkısı, notlar almak için defterlerim, ihtiyacım olabilecek herşeyi zulaladım çantaya.

Bu gidişimizden...

En çok Ercan Usta'nın mekanı Poyraz'ı severim Ovabükü'nde. Hem mutfağı, hem Ercan Usta'nın güleryüzü, insanı memnun etmekteki içten gayreti özeldir, yer etmiştir. Rakının, hele de bir Ege kıyısında şâha kalkmak için bir şeye ihtiyacı yoktur da, yine de deniz kenarına kurulmuş bir sofraya onun elinden çıkma ahtapot kavurma, yerine göre ciğer, bakladan değil, bu yöreye has bir baklagil olan mürdümükten yapılmış fava, kılıç şiş gibi lezzetler gelirse rakı da rakılığını bilir hani.

Bu fotoğraf Şubat 2013'te Palamutbükü'nde çekildi ama fotoğraflara bakarken denk gelince hoşuma gitti ve koymak istedim.

Lakin bir de Gülbahar Pansiyon vardır. Mutfağı öyle çok özellikli değildir ama bir ev mutfağı sıcaklığı vardır herşeyde. Bir kızartma istersin, arka bahçeden anında koparır patlıcanı, kabağı, biberi, taze taze koyar önüne. Üzerine de yine bahçesinden gelen domateslerle bir sos yapar... Zaten bu kıyılarda çok insandan duyabilirsiniz kızartmaların lezzetini. Ben, sebzelerin daha dolaba bile girmeden olan tazeliğine ve gerçekten gübresiz üretime bağlıyorum bunu. Bir de kendi zeytinlerinden olma has zeytinyağında kızartmalarına. Her mekan için bu güvenceyi veremem ama kendi gözümle bizzat şahit olduklarım bana yeter.

Bu gidişimizden... Gülbahar Pansiyon'un sahilinde kumların üzerine etrafı taşlarla çevrili, yüksekte kalan böyle masalar var. Güneş etkisini yitirince çayını, kahveni alıp bir şeyler okumak doyumsuz bir keyif!

İşletenlerini çok severiz Gülbahar'ın. Sevgili Bilge'nin bir annesi vardır ki bir "nasılsın?" sorusuna ömrünü dökebilir önüne. Öyle hızlı konuşur, öyle de çok kikirder ki ne dediğinden çok, deyişine hayran olursun. Zaten bir Datça şivesini anlamayı zor kılan üç şey vardır. Öyle hızlı konuşurlar ki, ilk zamanlarda araya başka bir Datçalı girmesin istersin çünkü iki Datçalı yan yana gelince bundan daha hızlı konuşamaz dediklerinin bile haline diyecek söz bulamazsın. Ya da konuşurken aynı anda da gülüyorsa bir Datçalı, vay haline! E bir de içiyorsa elbet:) Bunların hepsini birden yapan bir Datçalı'yla sohbet etmek isteyene de kolaylıklar diliyorum tabi:) Ama işin güzel yanı şu ki, bir süre sonra ne dendiğinin önemli olmadığı bir ortam oluşuyor ve hep birlikte sadece gülmeye başlıyorsun.:)

Güneşin batmasına yakın...

Sevgili Bilge'nin annesi de öyle işte. İlk gittiğimizde Bilge Datça'ya inmiş olduğundan yoktu ve biz de kahve isteyince Bilge'nin annesi "kızım ben karıştırırım şimdi sen yapıversene" diye soktu beni mutfağa. Dedim ya orası ev mutfağı gibidir, yeri gelince girer görürsün kendi işini. Ben kahveleri yaparken teyzemin anlattıklarından bir, yazın iyi geçtiğini anladım, bir de "aferin köpüklü yaptın kahveleri" dediğini. Halbuki ben değil makina yapmıştı:)

Yine öyle güzel, öyle güzeldi ki Ovabükü. Tek tük insan, yaprak kımıldamayan ıpılık bir hava... Herkes bu sakinliğe uyum sağlamış bir şekilde yorulmadan yaşıyor, usul usul hareket ediyor. Hoyratlıktan eser yok buralarda. En azından bu mevsimlerde. Diyorum ya bu halini bilene yaz bile yorucu geliyor.

Poyraz'dan gün batımı... Mart 2013...

Her girişimde bir saat kadar kalarak dalıp çıkıp yüzdüm kumları saydıran bir denizde. Öyle güzel bir günde, öyle güzel bir denizin içinde dilenen dileklerin tutma ihtimalinin yüksek olabileceğine şans verip sağlık diledim bana buraları sevdiren, ikinci bir aile sahibi yapan canım dostuma, ablama... Lakin tutmuyor dilekler, ne desek olmuyor...

Günün finaline elbet kuruldu yine rakı sofrası. Kahve telvesiz olur mu? Olmaz. Bu da onun gibi bir şey işte.

Günün sonuna yakışan sofra...

Bu yazının finali de ben tam bu satırları yazarken can arkadaşımdan gelen şu Tomris Uyar cümleleri olsun.

"İhtiyar kentlerin hiçbirinde uzun süre konaklamamış; denizleri, dağları bile yalnızca - şöyle bir geçerken - görmüş; hiç kıstırılmamış bir yeryüzü serserisi o. Yaşamak, gitmek demek onun için. Yeryüzü, iki deniz arasında bir nokta demek, iki kent arasında bir istasyon..."

Yaza Yolculuk kitabından...

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Rakıya buz, buza rakı...

Çok güzel rakı içen kadın ve adamlarla dolu bir ailede büyüdüm. Daha evvel anlatmışlığım vardır bu sayfalarda çocukluğumun anason kokulu akşamüstlerini. 5-6 yaşlarında ufacık çocuk rakıdan ne anlasın, onun derdi sevdiği insanların yüzündeki keyifte, neşede.

Yorucu bir iş günü sonrası ufacık salon sehpasının etrafında güle eğlene buluşan üç kafadar, annem, dayım ve dedem. Anneannem istediği kadar akşam yemeği için kallavi yemeklerini döktürmüş olsun, annem kapıdan girer girmez mutfakta alır soluğu. Artık elinin altında ne bulursa peynir mi, mevsimine göre kavun mu, elma mı, salatalık mı, sıkıştırıvermiş bir tabağa, dooğru salondaki minik sehpanın üzerine. Yemek değil bu; yemek, ailenin diğer fertleri de gelince yenecek bir iki saat sonra. Bu, keyif saati... Aynı hazda buluşmanın tadını çıkaran üçlünün, günün keyif hanesine bir çizik atma saati... Bense ya dayımın dizinde, ya yere bağdaş kurmuş onları seyirde...


Sohbetlere dair bir şey yok o günlerden aklımda. Sadece o an yaşadıkları keyfin buram buram yayılan enerjisi var bugün bile hala. Nasıl bir saf gerçek ki bu, çocukluk hatıram sadece bunun üzerine. Pürüzsüz bir mutluluk değil halbuki. Olamaz. Hep dertler, tasalar oldu çünkü. Bildiklerime, sezdiklerime dahil bir de bilmediklerim var üstelik. Mutluluğu zaten böyle anlarda yakalayabiliyorsan varsın bilgisi henüz daha gelmemiş tabi o zaman. Lakin onlar biliyorlar galiba ya da bilmiyorlar da, sadece bir refleksle mutluluğu nerde bulacaklarından haberdar bilinçleri. Gencecik delikanlı dayımın her zaman içinden taşan o sevgisiyle beni kucaklamalarını, annemin kahkahalarını, dedemin eğer ortamda dayım varsa her zaman gülen yüzüyle peynire, rakıya uzanışlarını bir resim gibi kazımışım beynime.

Ve bir unutulmaz insan daha... Hayatın, daha olgun yıllarımda tanıma şansı vermediğine hep hayıflandığım büyük enişte. 12 yaşındaydım vefat ettiğinde. Ankara'da yaşadıklarından sadece yazları Burhaniye'deki yazlık evlerine ziyarete gittiğimiz bir haftalık sürelerde görme şansına sahip olduğum, ağzından çıkan her kelime dünya üzerinde mutlaka anlamlı bir yer kaplayan, güldü mü ciğerinin taa ortasından gülen, kızdı mı ortalığı alev gibi bir kırmızının kapladığı çok ama çok esaslı bir adam...


Yazlık evlerinin balkonu Kazdağları'nı tam karşısına almış, her akşam gün batımında ölümsüz fotoğraflara gebe bir mabed. Rakı sofrası o resmin içinde Ay'ın yıldızı sanki. Olmazsa olmaz. Enişte rakısından aldığı her yudumla daha çok keyifleniyor, hem kahkahalarının arasındaki mesafe sıklaşıyor, hem de dilindeki kelâmın güzelliği... Çok acılar çekmiş bir adamdı o. En çok kalbi yorulmuştu. Zaten ömrünün en verimli çağında hiç tereddüt etmeden zınk diye yaşamdan vazgeçen de ilk o oldu. Kalbi... Ufaktım, çok az bilirdim hikayesindeki acıyı. Ama bildiğim bile çocuk dünyam için yeterdi. Çok çekinerek yaklaşırdım ona karşı. Ama sandıkları gibi duruşunun zaman zaman sertleşen o halinden değil, çocukça bir hisle yanlış bir şey yapıp onu üzmek istemememden. Yoksa bir büyükten korkmanın ne demek olduğunu bilirdim. İki his arasında benzer tek bir duygu bile yoktu.

Ondan bana kalan yegâne şey sofrasında olmanın olgun eğlencesiydi. Dayımla yaptığım muzurluklar, el kol şakalaşmaları yoktu onda. Uslu uslu oturur, anlattığı konuya değil, kahkasında gördüğüm uçan balonlara, içtiği kadehten aldığı hazzın yüzünde çizdiği mutluluğa gülerdim. "Büyüdüğünde seninle de içeceğiz böyle karşılıklı" cümlesi hala kulaklarımda.


Bütün bunları - hatta bazılarını ikinci posta olarak - neden anlattım?

Herşey çocukluğumuzda yazılıyor bilincimize. Çocukluğunda sana ekilenleri büyütüyorsun ömrün boyunca. Kökleri derin oluyor çocuklukta ekilenlerin. Ondan sebep çıkarıp atmak istediğinde kan akıtmadan sökemiyorsun hiçbirini. Babası sarhoş olduğunda çok dayak yediğinden büyüdüğünde rakı kadehine el sürmeyen eşim dostum da oldu, kocasının alkolikliğinden ömrü ziyan olanlar da. Lakin herkesin unuttuğu şu ki, zaaftır aslolan, neye zaafın olduğu değil. Çünkü zayıf insan bağımlılığının yerine koyacak bir şeyi her koşulda bulur. A olmazsa B.

Ayla Kutlu'nun en sevdiğim romanlarından biri olan Emir Bey'in Kızları'nda Nevnihal der ki:

Ben ne ağustos böceği oldum ne karınca. Ben bir kelebektim. Upuzun ömürlü... Severim dünyanın sefasını. Sefa sürmek, güzelliklerden kâm almayı bilmek, ama onun ardındaki şeyleri incitmemektir.

... Dünyayı sevdiğim doğrudur. Dünyanın tadını, rengini de. Onun renginin karmakarışık olduğunu bilirim. Bildik hiçbir şeye benzemediğinden anlatılamayacak olduğunu.


İçki içmeye, rakıya, şaraba dair bunca saçma sapan lakırdı dönerken ortalıkta derim ki ne ağustos böceği olalım ne karınca. Bir kelebek olalım upuzun ömürlü. Sevelim dünyanın sefasını, kimseleri incitmeden, üzmeden. Sevelim dünyayı tüm tadına tuzuna rağmen. Anlaşılamayan renklerine, karmakarışık düzenine rağmen.

Rakıya buz, buza rakı olsun sofralarımızdan geçen tüm dostlar...

-------------------------

Bu hafta HT Hayat'taki yazım: Can suyu kadınlarımız bol olsun!

11 Ağustos 2013 Pazar

"Çatıkatı" diye bir köşemiz daha var artık

Bundan sonra her pazartesi bu sayfada da yazıyorum. İlgilenen tüm dostların bilgisine, ilgisine... :)

http://www.hthayat.com/yazarlar/zeren-somunkiran/1015550-cati-katindan-bildiriyorum

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Bu gecenin çayına İstanbul şeker oldu!

"Gönlüm kırık. Yolculuklar mı gönül kırıklıklarını geride bırakır, yoksa gönül kırıklıkları mı yolculuğu kurtuluş çaresi olarak gösterir? Neyse ne. İstanbul'u bırakıyorum. Küçücük bir şehrin küçücük dünyasında dönenerek, kendimi bir yere oturtmayı düşünüyorum." diyerek Mardin'e doğru yol alıyor Emir Bey'in Kızları romanının kahramanı Leyla.

Bizzat yazmamış olmaktan ötürü öz annesi olmasak da manevi anne olarak sahiplenebileceğimiz cümleler var şu hayatta. Bu bağlamda şimdiden nüfusuma geçirdim Ayla Kutlu'nun cümlelerini. Zira Leyla'nın Mardin'e yola çıkarken yazdıklarıyla benim bir küsur yıl evvel Datça'ya gelirken yolda yazdıklarım arasında bir kardeşlik bağı olduğu aşikar.

Bir yılı aşkındır ağaçlara, ağaçlarla okuyorum.

İstanbul'un kalpte bıraktığı gönül kırıklıklarının adı sadece aşk olmuyor desek kim inanır? Okuyarak değil bu şehri bizzat yaşayarak bilenler inanırlar bence. Ölümsüzlüğün sırrını bulmuş ama ölemedikçe de yıpranıp çirkinleşen, lakin sihir yapma gücünü de kaybetmemiş bir büyücü gibi İstanbul.

Elimde, bilenlerin bilmeyenlere anlatması gereken bir şair, Ayşegül Çelik'in şiir kitabı. Adı SensizAnkaradaDenizDÜşleri ama içinde vurup geçen şu İstanbul satırları:

HERKESİN BİR İSTANBUL'U VARDIR MUTLAK KÖŞEBAŞINDA
Ben bütün bitmemiş geceleri yaşadım...
Depremler atlattım,
göçler ve yangınlar
özlemler ve istanbullar atlattım ben.

İstanbul öyle uzaklarda bir yerde, geleceğimde değil sadece geçmişimde, şairlerin, romancıların üzerine güzel cümleler karaladıkları ve benim iflah olmaz bir okuyucu olarak iç geçire geçire okuduğum bir şehir olarak kalsın mümkünse sadece.

Şimdi durduk yere niye bunca İstanbul lakırdısı ki? Yazı bazen böyle bir şey işte. Sinemaya diye çıkıp kendini piknikte bulan insan gibi.

İleride ömrümü çay bahçelerine göre bölüp tarihlendireceğim sanırım, diye bir cümle kurdum defterime geçenlerde. Feneryolu çay bahçesi yılları, Moda çay bahçesi yılları, Serap çay bahçesi yılları... Hele de ikametin adı Datça olduktan sonra bazı günler çay bardağıyla rakı bardağı arasındaki mesafeyle ölçülür oldu. Kahve mi? O, filme konuk oyuncu statüsünde giren, yılların eskitemediği ağır top aktris...

Ağaçlar ve rüzgarın çocuğu olsun saçlarım... Serap çay bahçesinden...

Ömrümün Serap çay bahçesi yıllarını tüketirken... Yan mekanda çalan Türk sanat müziği şarkılarından "sıradaki parça" oyununu oynuyorum kendi kendimle sürekli. Hani diyorum ki bir nevi çay falı... "Ne çıkarsa bahtıma" demekten korkar oldum, bahtım kapkara olacak zira. Hicazdan nihavente hep bir efkar, hep bir hüzün! Memleket beste ve güftekârlarına sitemim büyük. Çaya bile ayrılık karıştırdınız cancağızım; bir tane de "aşığım, mesudum" şarkısı olmaz mı? Yeri gelir Çernobil'den bile yırtmasını biliriz de, bunca kalp ağrısına can dayanmaz.

Lakin bu memleketin toprağında, suyunda var efkara bir meyil. Bakın Sabahattin Ali bile ne demiş:

Sonra çıkıyorsun, dışarı bakıyorsun. Güneş hala tepede. Bir cigara yakıyorsun ve yıllardır kurduğun cümleyi bilmem kaçıncı kez kuruyorsun: 'Napalım, kısmet değilmiş...'

N'apalım, müzikten edebiyata yenemiyorsak biz bu bahtımızı, en iyisi gidip bir efkar çayı demleyelim...

23 Temmuz 2013 Salı

Lüzumsuz yazı!

Sessizliğim buz tuttu. Buz kırıcısının yerini biliyordum da uzanasım yoktu pek. Şimdi n'oldu da burdayım, onu bilmiyorum. Ya kolum uzadı kendiliğinden ya da biri buz kırıcısını kaşla göz arasında yaklaştırdı. Uzayan sessizlikler sağırlık yapmasın sonra dedi bir ses, bilgisayarı da masanın üzerine koyarken.

Yazmayı ne kadar özlediğimi yazdıkça farkediyorum. Bir süredir sadece burayı değil, hayatımda yazıya dair olan tüm mecraları geçici olarak servis dışı bırakmıştım. Bekleyen mektup arkadaşları, günlükler, neredeyse tamamı yazılmış, sadece final yapmayı bekleyen uzun bir hikaye, ömrümün beş yılının izdüşümünü barındıran bu blog...

Bir önceki yazıda dilediğim dilekler, kuşlar, balıklar kabul görmedi hayattan. Tatsızlıklar katlanarak devam etti, halen de ediyor ama ben bunlardan bahsetmek istemiyorum, hem de hiç. Sait Faik'in Lüzumsuz Adam'ına benzer lüzumsuz bir yazı yazmak istiyorum, içinde sadece tatlı bir tebessüm olan.

Ayla Kutlu okuyorum uzunca bir süredir. Hatmediyorum külliyatını. Ve hatta arada böyle hoşluklar yapıp dolunayı beklerken çay bile ısmarlıyorum kendisine. Hatırşinas bir okurum sanırsam.


Sonra dolunay geliyor böyle, ona ne ısmarlasam diye düşünüyorum. Ertesi gece (bu gece) için balkonumda izlenecek bir filme biletler benden olmak üzere anlaşıyoruz.


Önümüzdeki sene bu zamanlar ehliyetli ve minik tekneli bir Ponyo olmayı planlıyorum. Evet, aynı resimde olduğu gibi. Ponyo da neyin nesi diyenleriniz olursa lütfen şu filmi izlesin. Miyazaki'nin Kiki'den sonra beni düşünerek yaptığı ikinci animasyon filmidir.


Dostlar gelip gidiyor Datça'ya. Rakı sofraları kurulup kaldırılıyor denizin tam kenarına. Ben bıkmadan usanmadan o masaların fotoğraflarını çekiyorum. Ve misal şu elimdeki son resme bakıp "beni kendine aşık eden masa işte bu" diyorum. İnsanın kaderini değiştiren masaların olduğunu da böyle böyle öğreniyorum. Siz siz olun, oturduğunuz masalara kiminle oturduğunuz kadar nerede oturduğunuza da dikkat edin. Zira bir de bakmışsınız ayaklarınız suya değmeden oturduğunuz hiçbir rakı sofrasından keyif alamaz, o masanın olduğu yerden de başka bir yere gidemez olmuşsunuz.


Bir de mevsimlerin isimleri değişiyor kişisel lügatımda. Badem mevsimi, çağla mevsimi, domates mevsimi, zeytin mevsimi diye geçip gidiyor ömür. Ben, Datça'yı bir tek bademiyle meşhur eden kimliği belirsiz şahıslara hayli sinirleniyorum bu mevsim misal, koyu gelenekçi bir domatesçi olarak. Bu memleketin suyundan mıdır, toprağından mıdır, havasından mıdır (muhtemelen hepsi) bir meyveye dönüşüyor adeta mübarek. Bizim ufak bostanın bereketi bile yetmiyor nefsimizi ve misafirlerimizi doyurmaya.


Ha bir de memleket meseleleri var elbet. Her ne kadar burda cürmümüz kadar yer yaksak da "direnipduruuz gari".


Uzun zamandır yazmayınca bu kadarı bile çarpıntı yaptı. Şimdilik böyle olsun. Söz uzatmayacağım arayı. Okuyan tüm dostlara selam olsun!

21 Mayıs 2013 Salı

Bilanço

Zamanı paçasından yakaladım az dursun diye ama ne haddime bunca zaman kimselerin başaramadığını mümkün kılabilmek? Olan sadece o yakaladığım paçayı sıkı sıkı tutacağım diye ellerimi daha çok acıtmak oluyor belki de. Aslında zamanla hiçbir derdim yok. Zira tam bir yıldır zamanın hüküm sürmediği topraklarda yaşıyorum. Bir salyangozdan öğreniyorum, acelesi olanın Datça'da işi olmadığını. Ve acele etmenin, nefes almaktan bile daha önemli olduğu bir şehir hayatından gelmiş biri olarak acelesi olmadan yaşamanın ne demek olduğunu öğrenmeye çalışıyorum. Sakin, herşeyi akışına bırakarak ve en çok denize güvenerek...


Öyleyse ne bu zaman lakırdısı diyeceksiniz? Zaman, birden şöyle bir geriye dönüp bakınca mevzu oluverdi kalemime. Geçtiğimiz ayın, Nisan'ın sonunda bu küçük sahil kasabasındaki birinci yılımı geride bırakışımı düşünürken, bu sayfaya girdiğimde çok uzun zamandır yazmadığımı farkederken, acelesiz yaşantıma İstanbul'un sürekli tatsız sebeplerle burnunu sokup son aylarımı tam bir harala gürele içinde geçirmeme sebep oluşunu anarken...

Datça'ya gelişimden bu yana, şu bir sene içinde yaşadığım bir dolu garip tesadüfi olayla dolu günlüklerim/not defterlerim. Bir gücün beni buraya çağırmış olduğuna ya da burasıyla aramda çok eskilerden, belki de hiç bilmediğim/bilemeyeceğim bağların bulunduğuna neredeyse inanacağım artık. Sanki burda yaşamakta olduğum bir hayat vardı ve ben bir şekilde bu hayatı bırakıp/bırakmak zorunda kalıp İstanbul'da yeni bir hayata doğdum; 31 yaşıma kadar o hayatı yaşadım ve sonra birden onu da bırakıp yarım kaldığını bilmediğim Datça'daki bu yaşamımı tamamlamaya geldim. İstanbul'da yaşadığım acı-tatlı onca olay da Datça'daki bu hayatımın tamamlanabilmesi için oldu.

Saçmalıyor muyum? Belki ama bazı şeyleri başka türlü açıklayamıyorum.

Zamanın işlemediğine en güzel kanıt Eski Datça...

Sadece iki bavulla geldiğim, başaramazsam en kötüsü ne olur geri dönerim dediğim, daha öncesinde bir kere bile adımımı atmamış olduğum Datça'ya şimdi ne kadar köklendiğimi düşünüyorum. Evime bakıyorum; eşyalı tuttuğum için bir iki kitap kalem ve üst baş haricinde benden hiçbir şey taşımazken bir sene içinde gide gele taşıdığım onca eşyayla artık daha bir ben. Yine onlarca kitap doldu ortalık, ben yine bir süre sonra onları nereye koyacağım sorusuyla meşgul... Annem ve babamın, plansız programsız, ben gibi görüp aşık oluşları ve yerleşmeye karar verişleriyle artık daha bir biz. Geldiğim ilk günden itibaren aralarına düşüverdiğim koca gönüllü yepyeni bir başka aile... ilk zamanlarda yeni bir kentte yabancı olma fikrinin özgürlüğüne vurulmuşken sadece birkaç ay içinde yolda yürürken karşılaştığım insanların yarısıyla selamlaşır olduğum bir başka koca aile, Datça...

Bir yaşına kadar yaşadığın yerden uzakta yeni bir yaşam kurmanın belki de en ağır bedeli, geride çok sevdiğin insanları bırakmakmış. Bunu da öğrendik acı acı. Babaannemin vefatı ve anneannemin iki kez çok ciddi rahatsızlıklar geçirmesi sonucu tatsız yolculuklar gerçekleşti, akıl hep orada kaldı. Oysa özellikle anneannemi buraya getirebilmeyi çok istemiştim bu mevsim. O bir türlü gözleriyle görüp şahit olamadığı için içine sindiremediği, gerçekten mutlu olup olmadığım gerçeğini gözleriyle görebilsin, inansın diye bu bahar Datça'ya gelmesini çok istiyordum. Her telefon konuşmamızda ısrarla, hep emin olmak için sorduğu "iyi misin yavrum, mutlu musun orda?" sorusunun cevabını içine sindirsin diye karış karış gezdirecektim onu burdaki yaşamımda. Yeni insanlarımla tanıştıracaktım. Daha kimsenin yüzünü görmeden, etrafımdakilere gönderdiği hediyelerle, telefonlardaki tatlı sohbetiyle uzaktan bile tanınıp efsane olabilen hayatımın bu pırlanta kadınını herkesle de tanıştıracaktım. Olmadı. Hayat onu bir yıl içinde iki önemli hastalıkla sınadı, üçüncüsü uzak olsun dilerim. Yine de umudumu kaybetmedim. Bu bahar olamadı ama senenin belki ikinci baharında...

31 yaşımdan sonra sahip olduğum ablam, canım, dünya tatlısı evsahibimle geçenlerde konuşurken, gelişimin bir seneyi geçtiğini söylediğimde annesi Aysel Teyze lafa atlıyor "kızııımmm sadece bir senecik mi olduuu? Sanki sen beş yıldır burdasın gibiiii". Senin o sesli harfleri uzata uzata konuşmana kurban diyerek kocaman sarılıyorum ona. Yalan da değil aslında, bir yılda kaç beş yılın samimiyetini biriktirdik.

Dolunay'a doğru yürüyen kocaman bir ay tepemde yine, ben bu satırları yazarken. Bir senede belki de hiç değişmeyen şey bu oldu. Geceler boyu ben bu balkonda durmadan yazdım ve yazdıklarımın çoğunu bir tek o okudu. Hala yazıyorum ve hala o okuyor.

Bu gece bir değişiklik var yalnız. Çatı komşum, evsahibim, ablam, arkadaşım, dostum, sırdaşımın evinde bir ışık eksik. Çok zor bir ameliyatın sonunda, çok zor bir hastalıkla cebelleşiyor şu saatler. Zamana atıp tutarak başladım ya yazıya, var aslında bir derdim kendisiyle. Teşhis konulmasında çok süre kaybettiren ve hiç insaflı davranmayan o zamanın, tedavi olabilmesi konusunda kolaylığını ve çabukluğunu esirgememesini istiyorum artık. Geçen gece rüyamda gördüğüm gökyüzünde uçan o kocaman, masmavi, ışıklı balığın da gidip şifa niyetine onun başına konmasını diliyorum. Boşuna demiyorum, ben en çok denize güveniyorum diye.

Senelik bilanço yazımın son cümlesi ve en büyük dileği budur.

10 Şubat 2013 Pazar

Balık Pazarı'yla Nevizade'nin kesişme köşesi: Muhsin!

Kitap isimleri mi hatırlanır daha çok, kahramanların isimleri mi? Ben derim ki kahramanlarının isimlerini, kendi ismi kadar zihne kazıyan kitaplar yazdırıyor adını unutulmazlar listesine. Bir hikaye bana kendini isminden çok kahramanıyla andırıyorsa işte o zaman hayatıma yeni bir insan kazanmış gibi hissediyorum ben kendimi. Anlamayana garip gelir de, yaşama sebeplerinden/hazlarından biridir bu benim nezdimde. Ömrüm boyunca belki hiç tanıma şansı edinemeyeceğim insanları hayatıma sokmanın daha iyi bir yolunu bulamadım ben okumaktan başka.

Şimdi sizi Muhsin'le tanıştıracağım. Yok, aslında Muhsin'le tanışmanızı isteyeceğim. Ben anlatamam çünkü onu. Kalemi eline alan yazarı, tarifsiz bir çarpıcılıkta yapmış zaten bunu. Benim çabam olsa olsa onu tanımanız gerekliliğine dair hevesi biraz üflemek olabilir, o kadar.

Onur Caymaz'ın iki uzun öyküden (novella) oluşan kitabı Gökyüzü Sineması'nın ilk öyküsü Hüzün İyidir'in kahramanı Muhsin. Hakkında böyle bahsedildiğini duysa sevinir ve muhtemelen şaşırırdı da aslında. Çirkin olduğu yazıyor kendisi hakkında kitapta. Silik ve sessiz biri olduğu da. Yani kısaca gözün hercai bakışlarıyla farkedilebilen insanlardan biri değil de, nadir insanlarda açık olan o gönül gözüyle görülebilen cinsten biri.

Kitaplar da yakalıyor kendi fotoğraflarını. Balkonda kitap okurken sayfanın arasından geçiyordu bu bulut. Bana sadece kapağını çevirip fotoğraflamak kaldı.

Var böyle insanlar. Var ki, zaten Muhsin de var. Şekil denen dışı parıltılı, içi çoğu zaman boş kutuyu baş tacı etmiş günümüz dünyasında belki en ağır yükü omuzlanmış insanlar bunlar. Sanki böyle ayrı bir tür gibi anlattım ama değil aslında. Sadece "göründüğün kadar varsın" düsturuyla yürüyen zamanlar için küme dışında kalan insanlar, aslında başka bir tür sayılabilirler de pekala.

Muhsin'in dışında değil, asıl içinde akıp giden dünyasından inanılmaz etkilendim ben. Yaratıcısı Onur Caymaz'ın hakkını vermeden geçemeyeceğim burda. O dünyanın detaylarını öyle güzel anlatmış ki, sonundaki o mektubu okurken gözüme yaşlar yürüdü desem sanmayın ki abartıyorum. Muhsin'in bir nevi mahkum olduğu yalnızlığı öyle iyi anlatmış ki Onur Caymaz, bir oyuncu gibi üzerime giydim sanki o hali. İşte o yüzden sondaki o mektup da o kadar dokundu.

Vedat Türkali çok sevdiğim bir yazardır benim. Onu en çok neden sevdiğimi düşündüğümde verdiğim cevaplardan biri, bana İstanbul'u yaşatan bir yazar olmasıdır. Pek çok romanında kahramanları delicesine dolanırlar İstanbul'da. O otobüsten iner, o tramvaya atlarlar, Üsküdar'dan Kadıköy'e tabanvay yürüyüp motora/vapura binerler. Bir roman kahramanıdır İstanbul da. Can yakar, yaralar, nefes olur, yer yer bir kadeh rakı olur.

Aynı tadı aldım Muhsin'in hikayesinde de. 32 yıllık ömrümün hatırı sayılır zamanlarının geçtiği mekanlarda, İstiklal Caddesi'nde, Nevizade Sokak'ta, Tünel'den Karaköy'e inen yokuşta, Sirkeci kalabalığında, vapurlarda, bir film izler gibi okudum, takip ettim Muhsin'i. Boşa demiyorum hayatıma yeni bir insan girmiş gibi hissediyorum diye; bundan sonra Balık Pazarı'yla Nevizade'nin kesiştiği köşedeki masaların önünden geçerken Muhsin'i hatırlamamak ne mümkün? Hani desem ki birine "hadi bu akşam Muhsin'in taburelerine gidelim" diye, kim anlar? İşte derim ki, bence tanıyın Muhsin'i.

Şimdi bir de ikinci öykü var ki, kitaba adını da vermiş Gökyüzü Sineması. Ferhat, Muhsin'den bu kadar çok bahsedip sana ne çok haksızlık ediyorum aslında ama gönlüm kaldı onda, ne edersin?

Kitap sonlarına düşülen birkaç satır not da, yine bir roman kahramanından yadigar...

Canı yanan, yaralı iki insan Muhsin'le Ferhat. İkisinin hikayesini de üst üste okuduktan sonra bende kalan tek: koca bir sızı. Öyle ki elini atsa biri yemin olsun dokunabilir.

24 Ocak 2013 Perşembe

Zorba üzerine iki kelam...

Bazı romanlar hakkında yazmak ne zor. Hâşa deyip oturası geliyor insanın. Bitireli günler oluyor, geçiyorum yazı masasının başına, kitabın hakkını verecek iki satır yazayım diyorum, yok! Eğreti kalıyor, sevmiyorum, romandaki kadar samimi ve güçlü bulmuyorum yazdıklarımı ve siliyorum. Madem öyle dedim, ben de bu çaresizliğimi anlatayım.

Bana sorarsanız biraz yürek ister Aleksi Zorba'yı okumak. Çok yürekliydim, üstelik biri on sene kadar evvel, biri de geçenlerde olmak üzere iki kere okudum, demek istemiyorum. Bendeki olsa olsa ateşin üzerine odun atmak olabilir. Cevabı bulunmamış soruları hala kendime sorabilmedeki "açık yaraya bıçak sokma" haline duyulan sadistçe bir merak, yüreklilikten ziyade. Ama yine de sözümün arkasındayım, yürek ister bu romanı okumak. Neden mi?


Özgürlükten başka içine çer çöp herşeyi attığımız hayatlarımızı hallaç pamuğuna çevirdiği için. Eğer okuduklarınız boğazınızda kalırsa bir tükürüğe bakar çıkarıp atmak; lakin sindirmeye bakın. Büyük büyük lokmalar... Kolay değil bağırsaklara kadar yürüdüğü yol. Ha sonuçta orda da akıbet aynı, bir bok çukuruna dökülüyor belki yine herşey ama yok aynı değil. Bağırsaklara kadar yürümeyi başardıysa vücuda giren, kana karışacak bir şeyler bırakmıştır geride. İşte o noktada, geçmiş olsun!

Kölelik ve özgürlüğün kantara çıktığı terazide köleliğin hep ağır geldiği nesilleriz biz. Bilekteki zincirlerin kırılmasının özgürlük olduğu zannına bir süre kanıp şimdi şimdi aymaya başladık o zincirin hala orda olduğuna ve farkın sadece, zincirlerimizi ellerinde tutan gücün hemen dibimizde değil, uzağımızda durarak oyun alanımızı biraz daha geniş tutmasından ibaret olduğuna. Onca paranın, onca sosyal ve ekonomik imkanın içinde bile neden boğuluyor olduğunu çözemeyen suretini görüyor insanoğlu, her sabah işine gitmek için çıktığı ev kapısının dibinde duran boy aynasında.

İşte bu yüzden yaşamaktan bahseden biri çıkınca karşımıza affalıyoruz. Ahkam kesmeye meraklı, filozof kılıklı çok bilmiş kelime cambazlarından farklı, parmak sallayan değil, günahıyla sevabıyla yaşanmış hikayeler anlatan biri...


Kitabın içi çizilmiş onlarca satırla dolu. Başlarken elime aldığım kurşun kalemin boyu açıla açıla ufaldı üç dört hafta boyunca. Evet, üstelik normal okuma tempoma göre oldukça da uzun sürdü bitirmem. Lakin zor okunur olduğu için değil, bazen hep ileriye doğru değil de, geriye doğru da ilerlemek istediğim için.

Bakıyorum altı çizili satırlardan hangisini paylaşsam diye. Bir alıntısız bitirmeyeyim yazıyı diyorum. Ve fakat birinde karar kılsam yan sayfadaki çeliyor aklımı, sonra o derken bir başkası... Sonra "hadi" diyorum "yine yazar Kazancakis kendi cümleleriyle anlatsın kahramanını".

Geç uyudum. "Hayatım boşuna geçmiş" diye düşünüyordum; elimde olsa da bir sünger alıp bütün okuduklarımı, bütün görüp işittiklerimi silsem ve Zorba'nın okuluna girip büyük ve gerçek alfabeye başlasam! Ne kadar değişik bir yola girmiş olurdum! Beş duygumu ve bütün tenimi, sevip anlamaya iyice talim ettirmiş olurdum. Koşmayı, güreşmeyi, yüzmeyi, biniciliği, kürek çekmeyi, otomobil sürmeyi, atıcılığı öğrenirdim. Ruhumu tenle, tenimi de ruhla doldururdum; kısacası, içimde barıştırırdım bu yüzyıllık iki düşmanı...

20 Ocak 2013 Pazar

"Ben en iyisi gidip çay suyu kokayım"la biten bir yazıdan ne beklersiniz?

Biraz sıkkın ve yorgunum. Sert bir koyu kahve tadında zihnim ve içim... Bazen yazının bizzat kendisinden sebep, bazen kapının dışında akıp giden hayattan... Ama yine iç dökmek için de dönüp dolaşıp geldiğim yer kürkçü dükkanı, yazı masası. Çivi çiviyi söker mi? Söksün bir zahmet! Tamamen iç dökmek maksadıyla yazılmaktadır bu yazı; sonunda uzay boşluğundan bile çıkabilirim, söylemedi demeyin! Fotoğraflarsa gönlümden kopanlar...

Çok kısa bir sürede benim için çok büyük anlamlar ifade eden bir dostum biraz rahatsız. Tüm kalbim ve enerjimle iyi olması, kötü şeylerle karşılaşmaması için duacıyım. Tanıştığımız zamandan beri hep hayalini kurduğumuz bir yolculuğa geçen hafta hastalık sebebiyle çıkmış olmanın burukluğu üzerimde. Ama sonuç güzel olacak, inanıyorum çünkü o her şeyin en iyisine layık.

Benim cennetim...

Yazmakta olduğum hikayenin sonlarına yaklaştıkça manik depresif hallerim derinleşmeye başladı. Hani bir gün bir soran olursa "sizin doğum nasıl oldu" diye, derin bir iç çekip "sancılı oldu" diyeceğim, kesin. "Ne kadar doğum sancısı varsa hepsini çektim kardeş!" Yazarken, günlüğüme kendimle ilgili anldığım notlar aman bir gün kimsenin eline geçmesin, vallahi utanırım yani o derece. Böyle zamanlarda Kafka'yı vs. daha bir iyi anlıyor insan. "Benden sonra yakın her yazdığımı" diyen adama saygı duyacakmışın arkadaş, varsın eksik kalsın tüm dünya. (Muhtemelen düzelince bu satırlar yüzünden kendime baya bir saydıracağım ama şimdilik mazur görün).

Adile Naşit'ini arayan Münir Özkul... Son zamanlarda sevgiye dair duyduğum en güzel ifadelerden biriydi. Söyleyip de yüzümü güldürene selam olsun!

Hayatımın en mis kokulu narenciyeleriyle bu sene tanıştım.

2012'nin son günlerinden beri günlüğüme, ajandama, elime geçen her kağıda "2013'ün sonlarına doğru Edinburg'a gitmek istiyorum" diye not yazıyorum. Kaç kere söylemek gerekiyordu bir şeyin olması için? Ben o sayıyı çoktan geçmiş olabilirim de... Bir buraya yazmamıştım, o da oldu. Edinburg'a gidecek ve bu çok sevdiğim The Illusionist filminin DVD'sini sokakta karşıma çıkan ilk çocuğun eline tutuşturacağım. Dileğimin gerçekleşmiş olması şerefine hayata minik bir teşekkür olarak...

"Benim kendi gönlüm küsmüş bu ülkeye, başkalarının barışmasını nasıl isteyeyim ki" son zamanlarda twitter'da okuduğum, fikrimi/zikrimi o kadar net ifade eden bir cümleydi ki! Nasıl bir yorgunluk bu ülkede yaşamak?

Acil bir rakı sofrası lazım bana. Masanın diğer ucuna İstanbul'dan istediğim dostumu da göndersin bu sofrayı kuracak olan kişi bir zahmet. Çook özledim kendisini.

Evet, yazın aynı şu karede olduğu gibi...

Bugün biri beni arkadaşına şu cümleyle tanıttı: kendisi kışın bile denize giren bir kişiliktir. Tüm sıfatlarımdan önce bu şekilde anılmaktan hiç rahatsız olmadım, biline. En son 16 Aralık'ta denize girmem pek sükse yaptı Datça sosyetesinde:)) Aralarında yazın bile denize girmekten 'ürperen' ciciler mevcut çünkü:)

Datça'da bir tane daha karşıma "siz buralar için biraz genç değil misiniz?" diyen çıkarsa tüm hanımefendiliğimi kaybedeceğim. Sanırsın yaş ortalaması 80 ve ben de burda yaşayan tek gencim. Hayır, bir de ayrıca belki ruhumun nüfus kaydı 1860, sen ne biliyorsun yani!

Kukla Ustası...

Yeni yılda okuduğum ilk kitap Kukla Ustası diye harika bir masal kitabıydı. Hakkında şuraya yazdım, dileyen buyursun.

Yılbaşı ağacım hala evin en itibarlı köşelerinden birinde arzı endam ediyor. Biri ben uyurken gelip kaldırsın yoksa benim yaşadığım evden zor kalkar o ağaç.


!f İstanbul Film Festivali'nin son üç günü beş film İstanbul'la eş zamanlı olarak 29 ilde gösterilecek ve bunlardan biri de Datça. Üstelik filmler sonrası yönetmenlerle yapılacak olan söyleşiler de netten canlı izlenebilecek. Üzerine kaymak da olsun mu? Olsun:)

11 yaşımda sobalı evimizden taşındığımızdan beri soba soba diye inleyen ben, bir yerim şişmeden buldum yine bir sobalı ev. Benimki değil ama sıcacık başka bir anne evi... İçimdeki 5-6 yaşlarındaki Zeren çok mutlu bu işten.

Bütün cümleler bir demliğin ucunda bitiverir oldu bende bu günlerde.

Neyse korkulan olmadı, uzaya muzaya çıkmadık, kendi mahallemin etrafında dolanarak bitirdim bu yazıyı. Peki rahatladım mı? Valla orasını şu an hiç bilemiyorum. Ben en iyisi gidip bir çay suyu kokayım.