Son 36 saatinin 24 saatini mutfakta geçirmiş biri yazıyor bu satırları. İzin günüm öncesi pert olmuş durumdayım. Yorgunluğun cisimleşmiş halini merak ederseniz fotoğrafımı çekip koyabilirim hani, o kadar!
Yüreğe değil, bedene musallat olan bir yorgunluk gerçi bu. Birkaç ay evvel okuduğum, yine varoluşumu şereflendiren Murakami'nin Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu romanında kendisi yine cümleleriyle uyarmıştı beni "Yorgunluğun yüreğinin içerisine girmesine izin verme... Yorgunluk insanın vücuduna hükmedebilir ama yüreğimin bana kalmasını isterim." diye...
Yüreğimin yaramaz çocuklar gibi şen, keyifli, çoşkulu savrulup gittiği, bedeniminse an be an yorgunlukla hamur misali yoğrulduğu bir işte çalışıyorum malum. Pazar gecesi kapanışta çalışarak gece 12'de işten çıkıp pazartesi sabahı açılışta 9'da işe gelmek ve bütün günü gece 12'de kapanışa kadar mutfakta geçirmek... Buna pek akıllı işi demiyorlar sanırım:)
Ama benim başlıkta bahsettiğim deliliğim bundan gelmiyor zaar! Birkaç yıl evvel daha masa başında çalıştığım zamanlarda gece yarısı uyanıp birden kendimi mutfağa atmış ve gece gece yaptığım keke de "Uykusu Kaçmış Kadın Keki" adını vermiştim. Aslında şimdi düşünüyorum da hayatımın tamamı ileride bir gün nasıl bir mutfak cadısı olacağımın izleriyle doluymuş:) Neyse efendim, gece gece yapılan o kek paketlenmiş ve o zamanki ofis arkadaşlarımın afiyetle midelerini boylamıştı o gecenin sabahında.
Şimdiyse bunca saattir mutfakta olmaya aldırmayan, yorgun bedenini hiçe sayan bendeniz gece 1'e doğru eve geldikten sonra yeniden mutfağa atıverdi kendini. Yarının izin günüm olmasının hınzır bir rahatlığı var elbet bünyede. Yarın sabah aniden ziyaret edilmeye karar verilen bir arkadaşa giderken eli boş olmamayı kendine bahane edinen, aslında işin özünde evinin mutfağını pasta kokutmak isteyen bir deli divane işte... Başka açıklaması yok!
Ve nasıl bir enerji veriyorsa şu tabak çanak tıngırtısı bana, kedi dilleri, likörlü kremayla bezenip kat kat dizildi, kakaoya bulandı ve tiramisu olarak dolapta yerini aldı ama ben sanki onca yorgunluğa bulanmamışım gibi halen saat 02.30'da bir de kahve yapmış bu yazıyı yazıyorum:) Bu aralar günleri bitirmek istemeyen ama sabahlara da geç kalmak istemeyen bir bünyede yaşıyorum, bu ikisini bir araya daha ne kadar süre getirebilirim bilemiyorum:)
Hayatta anları yakalamanın, kimi zaman yazıyla, kimi zaman bir fotoğrafla o anları tarihe not düşmenin ne kadar önemli olduğunu düşünüyorum şimdilerde. Yazı, defterler, kalemler hep vardı da, bu aralar bir de fotoğraflara merak saldım. Özellikle keyifli anları ama sadece insanları değil, çoğu zaman halleri görüntülemek, bir karede ölümsüzleştirmek ve böylece o ânı sonsuzlaştırmak, zamansız kılmak... Sanırım en çok istediğim bu.
En güzel sabah karelerini fotoğraflıyorum bu aralar. Çok hoşuma gidiyor sabahları, sabahların keyfini fotoğraflamak. İşte bu fotoğraf da çoook keyifli bir sabah kahvaltısından... Üç çay bardağı, üç tabak, üç sandalye, üç güzel ses...
Mutluluk ne diye sorsalar şu an bana, işte bu masa diye cevap vermemem için hiç bir nedenim yok! Bir mutfak cadısından da başka cevap beklenemez sanırım:)