28 Mayıs 2012 Pazartesi

Dün masaldı, bugün uyandım, neyse ki hala Datça'dayım!

Dağların eteklerinde, yemyeşil ağaçların arasına gelip konuvermiş bir köy evi. Öyle ki tepesindeki çanaklar falan olmasa bir insan yapımı olduğuna inanmak zor. Sanki doğa, taş, toprak kendiliğinden elbirliğiyle duvarlarını örüp ortaya çıkarıvermiş gibi. O kadar bütünlük içinde bulunduğu doğal ortamla; gözlerimin hep aşina olduğu o ayrıksı betonlara ters.

Dışarısı ne kadar sıcaksa evin içine girdiğimde o kadar 'temiz' bir serinlik karşılıyor beni. Taş duvarlar üflüyor sanki varoluşlarındaki serinliği içeri.


Bir pazar sabahı kahvaltısı için yeni tanıştığım doğma büyüme Datçalı güzel insanlarla geliyorum bu çok içten köy evine. Biz içeri girdikten sadece 10 dakika sonra, yere serilen tertemiz bir örtünün üzerine geliyor kocaman, yuvarlak bir kahvaltı tepsisi. İçinde yok yok. Elim boş gelmeyeyim diye fırından aldığım börekler tepsideki en yapay yiyecekler. Köy tereyağı, kırık yeşil zeytinler, bahçedeki kümes ahalisinin masamıza kahvaltı ikramı köy yumurtaları, Datça'daki insanların önemli geçim kaynaklarından biri olan bal, mis gibi biberler, salatalıklar...

Evine gelmiş insana ikram yapmanın, onu evinden mutlu uğurlamanın telaşı üzerinden hiç eksilmeyen ev sahibi sıcaklığını alıp pamukların içine saklamak istiyorum. Normalde gözlerin üzerimde olmasından çok rahatsız olan ben, sadece keyif almamı isteyen bu samimi gözlerle mutlu oluyorum. Kahvaltı bittikten sonra içi badem dolu kavrulmuş kuru incirler geliyor sofraya. İnanılmaz, muhteşem bir lezzet, başka bir şey diyemiyorum.

İncirler yenirken hayatımda duyduğum en samimi diyaloglardan birine şahit oluyorum. Ailenin kızlarından biri ve enişte arasında geçen bir diyalog, her cümlenin arasında kahkahaların yankılandığı... Kız diyor ki:

- Dün gece gene babam eti kavurmayı becerememişim diye küstü bana. Söylendi söylendi söylendi, ben de beğenmiyorsan sen yap dedim diye küstü, gitti yattı.

Enişteden alaylı cevap geliyor hemen:

- Ee bayrama kadar barışır mısınız acep?

- Ne bayramı? Sabaha dut silkerken bir baktım geldi yanıma "bak o tarafta daha dolu var" deyip yol gösteriyor bana:)

- E kızım buna küslük mü denir ki! Muhabbet yenilemek derler buna. Muhabbetiniz yenilenmiş sizin:)

Nasıl hoşuma gidiyor bu iki kelimenin yan yanalığı. "Muhabbet yenilemek"...

Tüm bu yeme-içme, sohbet faslı bitip evden ayrılırken ben düşünüyorum kendi kendime; köyde bağdaş kurup oturduğun yer sofrasının doğallığı mı, havanın temizliği mi acaba bu kadar yiyip hiç yememiş gibi hissettiren? Tüm cevapların geçerli olduğu sorular vardır; bu da onlardan biri.

Yanımdaki esaslı rehberim Datça'nın kurdu. Ama gerçek bir kurt; girip çıkmadığı tek bir delik dahi kalmamış. Köylerde fink atıyoruz; beyaz badanalı, kıvrıla kıvrıla dönen sokaklarda kayboluyorum. Cismî değil, zihinsel bir kayboluş. Mümkün olsa da bulunmasam.

Ve en sonunda çok gitmek istediğim yerlerden birine kırıyor direksiyonunu. Knidos, ah Knidos... Akdeniz'le Ege'nin buluştuğu, en kadim uygarlıklara ev sahipliği yapmış, günümüz 'uygarlığı'nın kıymet bilmezliğini muhteşem doğal güzelliklerin şahaserliğiyle görmemeye çalıştığın bir cennet...

Knidos yolunda...

Ben büyülü bir ruh gibi bir sağa bir sola dolanır; her gördüğüm manzarayı içime çekip zihnime kaydetmeye çalışırken, ne yaparsam yapayım asla bu güzelliği bütünüyle kaydetmeyi başaramayacağını bildiğim makinemle de çekmeye çalışıyorum bazı kareleri. Ama yok, nafile! İmkan yok, hiç bir makine bütünüyle kaydedemez bu güzellikleri.

Rehberim, duyup duyabileceğim en güzel hikayelerden biriyle şahlandırıyor o keyif anlarımızı. Akdeniz'le Ege'nin tam birleştiği, gidilmesi yasak olan o keskin noktada bembeyaz bir fener var, Knidos'un hemen her yerinden görünen. Rehberimin babası, bilmem farkında mı ama dünyanın en şanslı insanlarından biri çünkü o fenerin sorumlusu. Arkadaşım anlatıyor:

- Birkaç şişe şarapla gecenin bir körü arkadaşı mı da alıp gittiğimde oraya, söz veririz birbirimize, fenerin 20-30 saniyede bir her yanan ışığıyla bir yudum da kadehten bize diye...

Knidos... Önüm Ege, arkam Akdeniz...

Farkında olmadan bir masalın içine düştüm galiba. Bazen mutfakta delicesine yorulduğum, bütün uzuvlarımı mutfak tezgahlarının üzerinde bırakıp sürünerek eve döndüğüm gecelerde "nolurdu benim de biraz daha normal bir hayatım olsaydı" dediğim anlar oluyor:) Ama sonra uyku, yorgunlukları temizleyince kendi gerçeğime sarılasım geliyor, zorluklarına bile.

Bazı günlerin sonundaki bir kadeh, denizin dibindeki bir tutam yosun gibi. Onsuz asla olmaz. Böyle bir günün kaçınılmaz tek bir sonu vardı, Palamutbükü'nde deniz kenarında, günün tüm güzelliklerini demleyecek birkaç kadeh rakı...


Bozulmamışlığa, temizliğe, sahiciliğe dair daha yazmak istediklerim var aslında. Doğanın değil, insanın bozulmamışlığına dair... Bir sonraki yazıya kalsın o.

Sadece bir cümle... Dün gerçekten hakiki insan kokusu aldım ben. Tanıyan bilir o kokuyu.

22 Mayıs 2012 Salı

Domates güzeli, pardon güzellemesi

Bu aralar hayatım domateslerden ibaret olarak geçiyorsa ben ne yapabilirim? Geçen gün mutfakta 20 tane domatesi ortadan ikiye böldüğümde çıkan kokuyu aldığım anda "tamam" dedim "hoşgeldin yaz!"

Hala soğuklar devam ediyor olabilir; mevsim ilkbahardan çok sonbahar kıvamında seyrediyor olabilir; seviyoruz deyip bağrımıza bastığımız yağmurlar sevgi şımarığı olup işi abartmış olabilir ama bir domatesten böyle koku çıkıyorsa yaz gelmiştir arkadaş, bu kadar basit!

Şimdi bana kimse mayıs ayında daha domates olmaz, seradır onlar sera lafı da etmesin rica ederim. Son bir buçuk senedir mutfak maceram boyunca 500 kilodan fazla domatesle haşır neşir olmuş bir burun bu bendeki. İçine ben girsem rahat rahat pişebileceğim büyüklükteki kazanlarda saatler boyu az domates sosları kaynatıp kendim de domatese dönüşmedim! Hormonlusunun da, serasının da, gerçeğinin de nasıl koktuğu üzerine gözü kapalı malumat verebilirim. Akdeniz'in kavuran güneşini görmüş, mis gibi köylü teyze domatesi bunlar işte!


Benden söylemesi, her nerede yaşıyorsanız, sizin memlekete de yaz geldiğinde (domates kokusuna bakıp benim gibi Mayıs ayında da getirebilirsiniz yazı, Temmzuz'da da) yakalayın hemen birkaç kilosunu, yarın ortadan ikiye, azıcık tuz ve taze çekilmiş karabiberle biraz zeytinyağı, sarımsak ve taze kekik serpiverin üzerine, sonra arkadaşları doooğru fırına. Bakalım çıkan kokuları duyduktan sonra yaz bitsin, domatesler gitsin isteyecek misiniz?

Sonra n'apacağız o domatesleri derseniz, mutfak dediğin derya deniz... Üstündekileri de cümbür cemaat hepsini birden robota atıp içine arzuya göre başka şeyler de karıştırıp ya da sadece bu şekilde makarna sosu da yapabilirsiniz, pizza sosu da. Ama benim favorim, fırınlanmış domatesten o kadar güzel çorba oluyor ki! Yazın çorba içmeyi hiç sevmem, domates çorbası hariç. Çünkü domates çorbası, salçayla değil, has, mis gibi domatesle yapıldığında güzel oluyor. Ama bir de fırınladınız mı? Başka bir şey demiyorum:)

Mutfakta en sevdiğim anlayış basitlik. Her zaman en lezzetli olan en karmaşık olan olmuyor. Birbirine yakıştığını düşündüğünüz üç-dört malzemenin bir araya gelmesinden damak çatlatan bir şey ortaya çıkartabilirsiniz.

Biraz domates güzellemesi gibi bir yazı oldu ama o kadar çok domatesle haşır neşirim ki bu aralar tuşlardan domates damladı, yapacak bir şey yok. Oturduğum evin bahçesinin de bir sebze meyve tarlasından farkı yok zaten. Ev sahibim ve aynı zamanda yan komşum, iki üç günde bir kucağında malzemelerle çalıyor kapımı. Yeni yeni olmaya başlayan bir iki patlıcan, bol bol biber, maydanoz ama payımıza en çok düşen taze soğan. Üre üre bitmiyor kendileri. Ve ben de, keşke kısır yapmak bu kadar kolay olmasaydı diyorum. Hem arada başka şeylerle de beslenirdim:) Her şey bulgurun suçu. Kendisini de pek severim ama şimdi bir de bulgur üzerine methiye düzmiyim, bir yazıda iki tane fazla olur.

E domatesi anladık da sen nasılsın derseniz... Domatesten hallice Mayıs 15 itibarıyla çoktan kırmızılıktan bronzluğa doğru yol alıp sezon sonunda yazı, ırksal bir dönüşüm geçirip zenci olarak tamamlayacağımı düşünmekteyim. Zenci Zeren'i de sevebilirim sanıyorum. Hatta belki daha bile çok severim. Çevrem genişlemekte, birkaç arkadaş edinmekte, bisiklet tepesinde ordan oraya yuvarlanmaktayım işte. Yuvarlandığım yerlerin hep deniz olduğunu da hesaba katarsınız... Bundan iyisi can sağlığı!

18 Mayıs 2012 Cuma

Toprak, yoksa yağmura aşık mısın sen?

Benim şu bir oturup ihtiyarlayana kadar kalkmayı düşünmediğim çay bahçesinin çalışanlarından bir arkadaş geçen eve dönerken yolda gördü beni. Elimdeki torbalara baktı.

"Biber almışın, domates almışın, erik almışın, midye dolma da var, e ne eksik peki?"

"Ne eksik?" dedim şaşkın. "Rakı!" der demez bastım kahkahayı. "Evde o, evde, merak etme" deyince gülüştük epey. Hiç rakı sofrası kurmaya niyetim yoktu gerçi o gece. Yolda benim torbadaki akşam nevalelerinin kokusunu alan minicik suratlı bir de pisi takılınca peşime "gel" dedim "yoksa arkadaş mı olucan bana bu akşam?" Eve kadar takip etti beni. İnanılmaz tatlıydı. Şimdi bakıyorum da bizim bahçedeki kedi kolonisiyle arkadaş olmuşlar, çete misali takılıyorlar mahallede.


Yağmur bulutları ziyarette bu aralar buraları. Kimi gün çat kapı geliyor, zengin kalkışı yapıp hemen gidiveriyorlar. Kimi gün de - dünden beri örneğin -  baya kalıcı misafir modundalar. Beni de pek seviyorlar zira.

Datça'da en çok yaptığım şeyler listesinde bir numaraya oturmaz ama 'iliklerime kadar ıslanmak' kesinlikle ilk beş arasına girer. Buraya geldiğimden beri karşılaştığım üç sağmak yağmurla da resmen dost olduk, kardeş olduk, eş olduk. Yağmur, kendisini ne kadar sevdiğimi bildiğinden olsa gerek, hiç bir seferinde es geçmedi beni. Doya doya ıslanmanın tadını çıkardım sonuna kadar. İstanbul, işte bu noktada kıskanabilirsin, zira hiç bu kadar güzel ıslatmayı başaramamıştın beni.

Havanın rengi yağmur, kokusu toprak, ışığı gri olunca günün tonu da kitaplar oluyor elbet. Gerçi bendeki bahane işte. Kitabı, güneşe de, yağmura da, kara da en yakın dost kılarım ben her zaman, değişmez.

Murathan Mungan kendi yönetiminde çıkardığı Bir Dersim Hikayesi kitabıyla ilgili bir söyleşide söyledi: "Bazı öyküler bizi büyütürler. Okursun ve birden 15 yaş büyürsün."

Çok düşündüm dün üzerine. Kitaplarla ilgili notlar aldığım defterlerin içine derin bir dalış yaptım, hangi öyküyle ilgili ne yazmışım, onları hatırlamaya çalıştım. Ve iyi ki, dedim iyi ki şu yazma alışkanlığını edinmişim her okuduğum üzerine. Hafızanın hain koridorlarında kaybolabiliyor en çok etkilendiğin şeyler bile. Üstelik aslında her zaman en çok etkilendiklerimiz, bütünden çok detaylar, ayrıntılar oluyor. Sıkışıyorlar bir kara deliğe; en çok hatırlaman gereken, en sona kalıyor.


Geçen kışımı yoğunlukla geçirdiğim Füruzan öyküleri üzerine oldu yoğunlaşmam. Not aldığım bazı satırları nasıl bir atmosferde, ne yaparken okuduğumu hatırlamak bile hoş oldu çok. Tam da bir kış ve kar öyküsü olan Gecenin Öteki Yüzü'nü dışarıda lapa lapa kar yağarken gecenin bir vakti pencere kenarına tünemiş, okumuştum soluksuz. Sonra Şarkılar Kitabı... Delik açar insanın böğründe. Ve yine bir kış öyküsüydü o da. Sahi Füruzan'a da bir kış yazarı desem yanlış mı demiş olurum? Sadece kışı yazması değil mesele, kalemindeki ton... Gecenin Öteki Yüzü'nü cayır cayır bir güneşin ve ışığın altında okuduğumu düşünemiyorum.

Tüm bunlar bir tarafa, asıl Mıgırdiç Margosyan'ı nasıl sevdiğimi hatırladım bu sabah; dışarıda şimşekler, şakır şakır bir yağmur ve ben her sabah horozların sesiyle uyanırken bir sahil kasabasında. Anadolu'da büyümeyi, o köylerde Ermeni olmayı, Süryani olmayı, Zaza olmayı ne gerçek anlatır o; sahiciliğinden kan damlar, tezek kokuları tüter. Anadolu'yu etiyle kemiğiyle yaşamamış, bu yüzden de bilmez saydığım bir şehir çocuğunun, benim, ekmek kokulu tanışıklığıdır bu topraklarla Mıgırdiç Margosyan okumak. Bana onun kalemini tanıştıran eski 'dost'a da burdan selam olsun; tüm bunları düşündüren, aklını, fikrini, kalemini çok önemsediğim Murathan Mungan'a da...

Şimdi dün tüm bunlar üzerine, bana okumam için önerilen bir öyküye doğru kaçar bendeniz. Ha bir de sahi... Toprak, yoksa sen yağmura aşık mısın?

15 Mayıs 2012 Salı

Hayatımın güzel kadınlarına...

Okul öncesi dönemin son zamanları. Benden sonraki ikinci torun sevgili kuzen de daha dünyaya gelmediği için bendeniz, ailenin ilk ve tek torunu olma saltanatını sürmekteyim halen. Anneannenin gözdesi, dedenin gözdesi, teyzenin, dayının gözdesi...

Anneanne evi bir kuş yuvası misali. Sabah bütün kuşlar, dışarıdaki kendi bağımsız yaşamlarına uçuyor; çalışıyor, okuyor, geziyor, tozuyor, akşam yuvaya dönüyorlar. Ana kuş, anneanne tüm gün evinde; evini ev yapıyor, çok yoruluyor, her şeyi kendine yüklenmeye çalışıyor ama yine de mutlu çünkü etrafı hep çocuklarıyla dolu; e bir de torun var artık:) Ben napıyorum? Her şeyi çok net hatırlamıyorum ama hatırladıklarımdan ve baktığım fotoğraflardan maskot misali dolanıyorum orda burda. Daha teyze ve dayı da bekar olduklarından ve ben de anneanne evinde kaldığımdan, annem babam da dahil tüm ahali akşam tek çatı altında toplanıyor.

Hatırladığım ve beynime kazınmış bir sahne vardır. Sahnenin detayları belki onlarca kere değişmiştir ama değişmeyen ana hatlar hep aynı. Saçları bakımlı, giyimi kuşamı son derece şık, ayağında topuklu ayakkabıları, tırnakları ojeli son derece hoş bir kadın girer akşamları o kapıdan, yüzünde ona çok yakışan kocaman bir gülümsemeyle. Annem. Benim annem. Ne getirir, ne taşır o dikliğinin, kendine güvenin koynunda bilmem. Dayı ve dede de eve çoktan gelmişlerdir o saatlerde. İki dakka ayak üstü benim de içinde olduğum bir harala gürele, sarılma, koklama, öpme merasimi yaşanır, sonra anne doğru mutfağa. Birkaç dakka içinde diğer detayların belki hep değiştiği ama değişmeyenin muhakkak peynir olduğu dolu tabaklarla çıkar mutfaktan.

Çocukluğumun en sevdiğim fotoğraflarından biridir bu.

Salonda koltuğun aralarına yerleştirilmiş fiskos sehpalarını çıkarır hemen dedeyle dayı. Tabaklar konur üzerlerine. Assololist edasıyla, uğruna çilingir sofraları kurulan aslan sütü arkadan gelir. Öyle yanlış anlaşılmasın, mükellef bir sofra değildir bu kesinlikle. Akşam herkes geldikten sonra birlikte yenecek yemek öncesi günün yorgunluklarını, sıkıntılarını atmak, belki neşesini, keyfini paylaşmak için kurulmuş bir ön keyif sofracığı. Dedem ve dayım da değişmezleridir bu sofranın da, benim hep hatırladığım, başrolümdeki isim kesinlikle annemdir. Onun, o anlardaki fotoğrafını, neşesini, keyfini, gülümsemelerini, kahkahalarını hiç unutmam.

Ne rakıdan anlardım o yaşlarda, ne çilingir sofrasından. Ama sürekli etraflarında dolanan, ya birinin kucağında, ya diğerinin ayağının dibinde olan ben, o minicik sofranın etrafındaki keyfi, paylaşımı, sevgiyi, sıcaklığı hep hissederdim. Büyüyüp koca eşşek olduğum zamanlarda bu meretten bu kadar keyif alıyor olmamı da hep o zamanlara bağlarım. Rakı asla sadece rakı olmamıştır benim için. Temsil ettiği şeylerdir benim keyfimi besleyen. O yüzden hep derim ki fiilen 17 civarında falan içmeye başlamış olsam da aslında 5-6 yaşlarıdır başlangıcım; o sofralarda, o anlarda, o tatlarda. Hep, çok güzel içmeyi bilen bir kadını görerek, ileride de güzel içtiğini düşünen bir kadına dönüşerek... Güzel içmek, keyif almaktır, pislik noktasına gelmemektir, hayatın en dolu sohbetleri demektir, içerken gülümsemek demektir, hüzne bile gülümsemek...


Anneannemdi daha anaç olan. Sıcak yemekler, sofralar, okul dönüşü çay ve süt kokulu karşılamalar, sokakta oynarken terleyen sırtıma sıkıştırılan tülbentler... Ev, ev sıcaklığı anneannemdi. Annemse dışarısıydı. Bilmediğim için tedirgin olduğum ama bir o kadar da merak ettiğim dış dünya. Her sabah giyinip süslenip kendini dışarı atan, işe gittiğini söyleyen güzel bir kadın. Dışarısı...

Daha kalem tutmazken bile bıçak tutmaya merakım olduğu zamanlarda patlıcan soyarken, kabak doğrarken nasıl anneannemi taklit etmeye çalışırsam, dışarıda olmaya, giyinmeye kuşanmaya dair de hep annemi taklit ederdim. Sinemaya dair derin bir sevgim varsa bugün örneğin, köklerinde muhakkak annemin payı vardır. Beni hiç sektirmeden her hafta götürdüğü filmler, sinema sinema Kadıköy'ü keşfedişlerimiz...

Hayatta en çok kavgamı da yine onunla ettim. Bitmeyen anne-kız çekişmeleri. Ama canımın o çok yandığı zamanlarda da bir gece kollarında nasıl ağladığımı ve beni dünyada o an teskin edebilecek tek insanın o olduğunu da hiç unutmam, unutamam. Bu satırlarda defalarca bahsettiğim anneannem hayatımdaki en önemli kadınlardan biri olarak gözümde nasıl bir şeyleri temsil ediyorsa, annemin temsil ettikleri ise tamamen başkadır, farklıdır ama aslında tamamlar birbirlerini. Ben her ikisinin de dibinde, onları görürek büyürken şimdi görüyorum ki gerçekten tam bir karışımı gibiyim onların; hiç onlar olmadığım tarafları da kendime ekleyerek.

Her gün batımı Datça'da burnuma gelen anason kokusuyla dolan kadehler, hayattan aldığım bu keyfi bana ufacık yaşlardayken bulaştıran anneme gitsin...

Bu yazının anneler günüyle falan kesinlikle ilgisi yok. Geçenlerde yaşadığım çok tatsız bir olayın bana yine düşündürdüğü bir his bana bunları hatırlatan ve yazdıran aslında. İnsan, canı acıdığında hep o kendini en güvende hissettiği yeri arıyor kalbini yaslamak için.

Her sene zaten 6-7 ay uzak yaşarız birbirimizden de bu sene biraz farklı. Her sene onlar giderlerdi, bu sene giden ben oldum. Gitmek, çok dip dibe olmamak sevgileri de temizliyor biraz galiba. Arada, her sevdiğin şeyle arana biraz özlem koymak çok kıymetli. Herkese lazım. Sizi çok seviyorum hayatımın güzel kadınları...

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Gel, teslim olalım, suya karışalım...

Dün gece saat 21 suları. Çalışmadığım, tamamen bana ait bir günün akşamı. Datça'nın merkezinde denizin neredeyse ortasına kadar uzanan bir iskelenin en ucunda bağdaş kurmuş oturuyorum. Kulağımda bir Bülent Ortaçgil çalıyor, bir Vedat Sakman. Onların dingin sesleri yakışıyor alacakaranlığın huzuruna.

Datça'ya akşam çöküyor. Ve ben, dört bir yanım deniz, o an dünyanın tam ortasında oturduğuma yemin edebilirim. Öyle bir his içimde.

Kulağımda kulaklıklarım olduğu için hiç farkında değilim benim haricimde dünyada neler olup bittiğinin. Ama artık bir süre sonra etrafımda bir hareketlenme olduğunu farkedip çıkarıyorum kulaklıkları. Bülent Ortaçgil, Vedat Sakman ustalar alınmasınlar ama o an o ortamda bana dünyadaki her müzikten daha güzel gelen bir gitar sesi geliyor kulaklarıma. Bir grup genç toplanmış, insana sanki bir okyanusun ortasında oturuyormuşsun izlenimi veren iskelenin ucunda hem çalıp hem söylüyorlar. Yakınım ben de onlara çok. Önce Gesi Bağları geliyor kulağıma, sonra Gönül...

Datça'ya akşam çökerken...

Siz ne dinliyordunuz diyor içlerinden biri bana, biliyorsak çalalım. Kulaklığı çıkardığım anda çalan şarkı Fikret Kızılok'tan Bir Harmanım Bu Akşam'dı. Onu söylüyorum. Hoşuna gidiyor çalanın. Çok severim diyor. Bilmem ki benim kadar sevebilir misin diyorum içimden. Ben ki bu şarkıyı başka bir sesten dinlemeye pek tahammül edemem, canlı gitarın sihri mi, ortamın büyüsü mü bilmem, o kadar keyif alıyorum ki, söylüyorum kendisine de. Üstadın kemiklerini sızlatmadın, helal olsun diyorum.

Bir sözüm olduğu için ayrılmak zorunda kalıyorum aralarından bir süre sonra, bedenim haricinde her şeyimi yanlarında bırakarak. Arada toplaşırız burda, bekleriz diyorlar, ben de gelirim diyorum, gelmez miyim hiç?

Ve yine önemli bir anektot düne dair. Bisikletli bir Datçalı olduğum ilk gündü dün. Bisikleti olmayan yok burda zaten. Bir ben vardım işte, şükür ki sona erdi bu utanç:) Dün de başka bir yere yazdığım gibi, artık bisikletli bir Datçalı olarak 7/24 içime mayomu giyer, bisiklet tepesinde dolanırken gözüme kestirdiğim her koyda kendimi suya bırakır, yakında da deniz kızı selamımı çakarım. Zaten bu sürecin sonunda insanlıktan çıkıp su dünyası canlıları arasına karışmayı planlıyorum:)

İki sene sonra çocukluk aşkı denizle buluşmuş mutlu ben. Ne varsa yine suda var:)

Denize bu kadar sevdalı olan ben, iki sene denizden uzak kalmanın ızdırabını çok çekmiştim içimde. Belki 15 sene her yazını denizin dibinde Ayvalık-Ören'de geçirmiş biri olarak denizsiz bir yazı yazdan kabul edemem ben. Lakin geçen yıllardaki şartlar kavuşmaya izin vermemişti. Sonunda dün siftahı da yaptım.

Laf değil, gerçekten çok kıymetli bir bağ var suyla aramda. Deniz belki benim hayattaki tüm elektriğimi alan tek yer. Kendini sırt üstü suya bırakıp, kulakların da denizin içinde, gözlerinde sadece gökyüzü, başının en tepesinden, kollarından, bacaklarından tüm sıkıntılarını alır götürür su. Sen istemesen de götürür. Daha öte bir teslimiyet tanımıyorum ben.

Ören'de geçirdiğim yazlarda her denize girişimde muhakkak bırakırdım yine kendimi suya sırt üstü. Ve şunu derdim hep içimden: biriktir bu anları Zeren. Kışın en sıkıldığın anlarda şu an, suda olduğun bu anı hatırla. İşe yarar, yaramıştır. Şimdi denizin bu kadar dibinde yaşama şansı edinmişken mutfağını kışa hazırlayan kadınlar gibi biriktireceğim yine keyiflerimi, en sıkıldığım zamanlarda bozdurup harcamak için.

Tavsiye ederim. Denemesi bedava:)

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Mutfak üzeri bir tutam hayat dersi!

Şanslı zamanlardan geçtiğimi düşünüyorum. Bunu dün bir kere daha çok iyi anladım. Hiç tahmin etmediğim kadar büyük bir kirin, pasın, kötü niyetin içinden hayatın şükrettiğim çok önemli bir tesadüfü sayesinde kurtuldum. Her şey bir tesadüfle başlamıştı, çok kıymetli bir tesadüfle de bitiverdi.

Bir laf vardır "Tanrı uzun yaşamasını istediği sevdiği kullarını Datça'ya bırakırmış" diye. Uzun yaşama kısmını bilmem de sevdiği bir kulu olduğumu düşünüyorum evet. Kelimelerle oldum olası arası iyi olan ben, en büyük kaypaklığın da yine kelimelerde gizli olduğunu öğrendim. Teşekkürler hayat! Oynamasını bilene en güzel oyuncak çünkü kelimeler.

Bir önemli teşekkürüm daha var aslında. Bazen artık aranın çok da iyi olmadığı eski bir arkadaş, kendisi hiç farkında olmadan sana çok büyük bir iyilik yapabilir. Ne varsa yine arkadaşlarda var; bu da buraya böylece yazıla! Kelimelerin gazabından onun da korunmasını yürekten dilerim. Umarım benim şansımın o olması gibi, ben de onun şansı olabilmişimdir.

Bir zamanlar, hala hatırladığımda içimi acıtan bir yalan söylemiştim birine. Ne onu, ne kendimi üzmekti niyetim. Bir özür olarak değil - çünkü yalanın özrü olmaz - ama bir neden olarak sıralayabileceğim sebeplerim vardı. Hiçbir sebebin, bir yalanı haklı çıkaramayacağını, her yalanın büyük bir hata olduğunu da öğrendim, yine yaşayarak, bedellerin her birini teker teker üzerimde hissederek. Belki onun kefâretidir bu bir aylık 'yalan', bilemiyorum. Kulaklarım sonuna kadar açık, hayatın bana söylemek istediği şeyleri duymaya da, dinlemeye de hazırım.

Hayatımın o kadar kıymetli bir döneminden geçiyorum ki yaşamla aramda hiç bu kadar net, dolaysız bir ilişki kurulmamıştı. Niyetlerim ve yaptıklarım arasındaki en dürüst dönemim belki bu. Bir mükafat sanki, gizleri, söylenememişleri , acaba'ları yaşamından çıkarıp atınca hayatına girmeye çalışan yalanlar da üzerinde tutunacak yer bulamayıp akıp gidiyor. Evren, kendiliğinden su tutuyor sanki üstlerine, kayıp gitsinler, iz bırakamasınlar diye.

Biraz özel bir başlangıç oldu yazıya. Aslında niyetim, yeniden başlayan mutfak heyecanlarım üzerine bir şeyler karalamaktı.

Heyecan, adrenalin, delilik, bilgi/yaratıcılık ve becerinin buluşması benim için mutfaklar. Üç gün uzak kalsam ne kadar özleyeceğimi biliyorum artık.

Öğrenmek benim için çok önemli bir kavram oldu bu meslekte. Her çalıştığım mutfakta bilgime de, vizyonuma da birşeyler katabilmeyi çok önemsedim. Öyle bir deniz derya ki çünkü mutfaklar, öğrenmeye dair bitebilecek olan tek şey, insanın kendi şevki olabilir. Şimdi geride kalan üç güne baktıktan sonra yine doğru yerdeyim diyebiliyorum.


Örneğin geçen gün koca koca mavi yengeçlerle randevumuz vardı. Kaynar suda haşlandıktan sonra katır kutur kabuklarından ayırırken aklımdan tek geçen "umarım denize girdiğimde benden intikam almazlar" oldu:) O kapkalın, korunaklı kabukları ayırıp çıkardığımız içler yengeç dolması olmak için ayrılırken kabukları ise iyice yıkanıp dolmanın tabağı olmak üzere kenara alındılar.

Çok ilginç hayvanlar yengeçler. Kalın, çok sert bir kabuğun altında çok kıymetli bir şey gizliyorlar. O kabuğu aşmayı başaran ancak, o kıymetle karşılaşabiliyor.

Hayatı bir yengeç gibi yaşamak nasıl olurdu? Benim pek bilebildiğim bir şey değil bu. Kendini çabuk açan, o korunma kabuklarından çok edinememiş biriyim. Faydalarını da zararlarını da gördüm elbet bu durumun. Böyle durumlarda söylenecek tek bir şey var, temiz ve hakkaniyetli insanlarla karşılaşmayı dilemek.


Datça'nın her mekanı ayrı bir fotoğraf karesi. Elimden bir kaşığı kepçeyi, bir de fotoğraf makinemi düşürmüyorum zaten bu aralar:) Ama öyle de bir yerde çalışıyorum ki, içmeden sarhoş olmak üzerine ne söylenmişse böyle bir yer için söylenmiştir. Mutfaktan sadece bir kısmını (şükür ki) görebildiğim bu manzara, içimde masmavi okyanusları besliyor, bana hep hayatın güzelliklerini hatırlatıyor.

Yani böyle bir yerde, böyle bir mutfağın içindeyim. Yolunuz düşerse de beklerim efendim:)

3 Mayıs 2012 Perşembe

Abartma mı dediniz?

En çok kendimle eğleniyorum bu aralar. Datça'da karşıma çıkan her güzelliğe öyle abartılı sevinçlerle bir sarılışım var ki, benim bu 'şehirden indim köye' hezeyanlarımdan Nuri Bilge sağlam bir senaryo çıkartabilir düşüncesindeyim:) Gören, bilmeyen sanır ki hayatımda ilk kez deniz, çiçek, böcek görüyorum. Sanki bu yaşıma kadar haplarla beslendim de, ilk defa gerçek sebze meyvelerle tanışıyorum. Ama elimde değil, doğal olan her şeyi o kadar özlemişim ki!

Her saatinden altığım keyif başka da sabahlarına ayrı bir tutkunum Datça'nın. Güneşin doğumundan sonraki o bir, bir buçuk saatlik dilimdeki sessizlikte durdurabilirim zamanı. Gün doğumu bu kadar mı yakışır, bu kadar mı kirletilmemiş durur bir kasabanın üzerinde?


Hiç bir sabahını kaçırmak istemediğimden, en azından çalışmaya başlayana kadarki günlerimde erkenden açıyorum gözlerimi. İlk geldiğim günlerde 7.30 gibi uyanırken bugün 6.20'de fırlamıştım yataktan:) Ortalıkta kimseler yokken bir saatlik deniz kokulu yürüyüşte aldığım oksijenle kaç yıl eklenir acaba ömrüme? "Kaç yıl"ında değilim de, yaşadığım anı doya sıya keyifle yaşayayım yeter bana.

Evimin hemen yan sokağına haftada bir kurulan bir pazar var. Cumartesileri kurulan büyük Datça pazarının haricinde daha minik bir pazar bu. Yan dairemde oturan dünya tatlısı ev sahibim "sabah erkenden git muhakkak. Gelenlerin hepsi çevre köylerden üreticiler oldukları için ellerinde ne varsa onu satıyorlar, hemencecik bitiveriyor" diye uyardı geçen gün beni. Durur muyum, uyanır uyanmaz attım kendimi dışarı. Ama yine biraz fazla abartıp o kadar erken gitmişim ki, daha bir iki tezgah kurulmuştu ancak:) Yürüyüş sonrasına bıraktım ben de pazar sefasını ki çok daha büyük keyif oldu. Körpe salatalıklar, biberler, mis gibi süt loru ile ettim kahvaltımı.


Bu abartılı "ne güzel doğayla iç içe yaşamak" hallerim de sakinleşecek elbet. Ben de bu doğallığın bir parçası olacağım zamanla. Ama tüm bu coşkulu hezeyanlar bir tarafa, durup düşündüğümde kendime söylediğim cümlelerim "neden hayatı bu kadar zorlaştırdığımız" üzerine. Herkes doğada yaşasın, şehirleri terketsin gibi bir şey değil bu. Sadece hayatlarımızın tıkandığı bazı noktalar var. Bir yere geliyor tüm yaşananlar; daha öteye gitmek için çırpınmaktan, sürekli patinaj çekmekten başka bir şey yapamıyoruz. İşte o tıkanıklık anlarında manasız direnmelerin sadece enerji kaybından başka bir şey olmadığını gördüm ben. İşte o noktada değiştirmek lazım bazı şeyleri, ki tıkanık olanın önü açılsın. Sadece basitliklerden keyif aldığımı farketmeme rağmen abartılarla varolmaya çalışarak yorulduğumu anlmamla kırıldı bazı şeyler.

Şimdi sadece bir salkım domatesle, hem ellerimi hem ağzımı siyaha boyayan koca bir çanak karadutla, yolda karşıma çıkan ilk kez gördüğüm çiçeklerle, ayaklarım denizde ya da balkonumda yudumladığım bir kadeh rakıyla mutlu olabiliyorken daha öte bir memlekette aramıyorum varoluşumu. Evet, hala özlüyorum vapurlarımı. Ama ben İstanbul'da da indiğim anda özlemeye başlardım ki zaten o vapurları. Sadece vapurlarıyla, festivalleriyle, tiyatrolarıyla mutlu olmama izin vermiyordu ki İstanbul! Trafiğiyle, mesafeleriyle, hırçınlıkları, cinnetleriyle yoruyor, yoruyor, yoruyor, sonra da ağzıma bir parmak bal çalmak için sevdiğim nimetlerini sunuyordu.

Karadutla aşk yaşıyorum resmen...

Bu demek değil ki, kapandı o defter. Az buçuk da bir şey öğrendiysek şu hayattan, sen kapattın sansan da kapanmaz bazı defterler. Şu an ihtiyacım olanın ne olduğunu bildiğim için Datça'dayım. Sonbaharda, sezon bitip restoranlar kendi minik kadrolarına döndüklerinde belki yine İstanbul'da olacağım, belki bambaşka bir şehirde, belki de Datça bırakmamak üzere kollarına almış olacak beni.

Seviyorum ben hayatın süprizlerini!:)

1 Mayıs 2012 Salı

Yeni...

Geldim. Datça'daki yaşamımın ikinci sabahında sarhoşluğumdan arınıp bir iki satır karalamaya çalışıyorum. Lakin tutukluğun zirvesindeyim. Benim için çok önemli olan bu zamanları kayda geçirmek istemesem, yazmayı da umursamayacağım. Bir süre sadece denize baksam, kahve içsem, güleryüzlü komşularımın evinde çay toplantılarına çağrılsam, yürüsem, yürüsem, yürüsem...

Kağıda kaleme uzaklığım ruhsal değil, sadece fiziksel. Kendimin bile ne kadar uzun zamandır gerçekleşmesinin hayalini kurduğumu unuttuğum bana ait bir ev, bir düzen, bir yaşam alanına sahip olmanın gerçekleştiği bu günlere dair coşkumu hiç bir kelimenin dile getiremeyeceğini hissetmemden bu uzaklık.

Evimde geçirdiğim ilk akşam için kendime verilmiş sözümdü bir duble rakının etrafında şerefe kadeh kaldırmak. Dayımın çok sevdiğim bir adetidir; buz gibi rakı kadehini kaldırır, şerefine içeceği şeyi söyleyerek karşısındaki sevdiğinin yanağına dokundurur kadehi. O buz gibi kadehin yanağa değdiği an, sevmektir, sevilmektir, mutluluktur, şükürdür, içine hangi duyguyu koymak isterseniz odur. Sadece kendime içerken de o gece, yanağıma değen kadehte bunların her biri vardı.

Sevmem aslında pek yalnız içmeleri ama bu gece bir kendime olmalıydı sohbetim...

Yaşanan her şeyin, belki her mutluluğun bir bedeli var. Buraya sadece güzel cümleler yansıyor gibi olsa da, hayat sadece pembe mutluluklardan ibaret değil. Hayatımı ufaltmaktan çok mutlu olduğum bu sahil kasabasında yaşamaya başlamak, yıllardır aşmayı başaramadığım bir eşiği geçmiş olmaktan ötürü çok önemli benim için. O kadar çok patinaj çektim, her başaramayışta o kadar yıprandım ki, büyük olmayan engeller bile büyüdü gözümde. Şimdinin, şu an bulunduğum zamanların anlamı belki de bunlar yüzünden büyük gözümde. Lakin hiçbir şey bedelsiz değil; bazen maddi, bazen manevi ama her şeyin bir bedeli var fakat sanırım önemli olan o bedellerin de katlanılabilir olması.

Fazla teşekkür modunda gidiyorum bu ara ama teşekkürü en çok hak eden zamanlar bunlar. Bir rakı sofrasını kiminle paylaştığın, sinemada yan koltuğun, yürürken elini kime verdiğin önemlidir derim hep. Alalade, laf olsun diye çok şey yaşanır hayatta. Ama alalade olmayan gelip çaldığında da kapıyı, hisseder insan, 'kıymet' belirmiştir çünkü yaşadığı anların içinde. Çok uzun zamandır hissetmediğim o kıymeti bana hatırlatan insana da bir teşekkür burdan.

Bir de rüzgar var, resimde görünmeyen...

Bazen kendini anlatabilmek için çok fazla cümleye ihtiyaç duymadan bir film ya da bir roman uzatabilmek önemlidir hayatındaki insana. Onu anlayabilecek bir kavrayıştadır karşındaki, bilirsin, hissedersin. Senin cümlelerin kurulmuştur zaten o filme/romana dair, ondakileri merak edersin, beklersin. Yakınlıkları ya da uzaklıkları sadece göründükleri anlamlarıyla algılamamasını seversin. "Tren yolunda içmeye gidelim mi" cümlesini gökyüzünün en ortasına yazmak istersin.

Şimdi şuraya bir özlü söz patlatmazsam olmayacak. Lafım size gibi görünebilir ama aslında kendime yazıyorum. Çok şeyden ders aldım ama olur da bir gün unutursam, yine yazı hatırlatsın bana diye...

Ne kendinin ne de başkalarının seni ertelemesine izin verme be canım 'insan'. Vallahi hayat sonsuza kadar sürmüyor.