22 Ocak 2009 Perşembe

İstanbul'a Yeniden Kavuştum!

Yok yok. Sandığınız gibi başka bir yerlere gitmemiştim. İstanbul sınırları dışına çıkmayalı da epey zaman oldu hatta. Ama ben hakikaten İstanbul'a yeniden kavuştum. Nasıl mı? Uzun zamandır parçası olmadığım (en azından günlük bir rutin halinde parçası olmadığım) İstanbul'un sabah ve akşam trafiğinin içine tam göbekten bir düşüş gerçekleştirerek. Nasıl özlemişim, nasıl özlemişim meğer!

O meşhur İstanbul trafiğinde 1001 düğümlük yumak olup sinirlerini ve sabırlarını sil baştan her gün yenilenen bu teste tabi tutmayanlar, lütfen bana İstanbul'da yaşadıklarını söylemesinler. Çok istiyorlarsa söyleyebilirler tabi de, İstanbullu olmanın bu ayrıcalığından nasiplenilmeyince bana çok eksik geliyor bu tanımlamanın içi.

Ama demiştim ya bir önceki yazıda "mutluyum bu aralar" diye. O çıldırtıcı "dur/kalk"lardan bile kendime mutlu olacak bir şeyler çıkartabiliyorum. Anlayın artık yani ne kadar Polyanna'yım bu aralar, bir tek çillerim eksik.

Bir kere, "İstanbul'da yaşamaya çalışan insancıkların çantalarından eksik olmaması gereken üç şey" listesindekileri kesinlikle unutmadan evden çıkmayı başarabilirsem, o zaman ne trafik ne de tıklım tıklım dolu otobüsler, hiç bir şey mutsuz edemez beni. Eve artık gece sayılabilecek bir saatte dönmüşüm kimin umrunda, eğer ki yanımda Paul Auster'ın içimi lime lime eden Karanlık Adam'ı varsa örneğin. Hele de Cèsaria Evora'nın o muhteşem sesi doluyorsa kulaklarımdan içeri... Ya da sabahın kör karanlığında sıcacık yatağımı bırakıp atıyorken kendimi yollara, biliyorsam ki Alper Canıgüz'ün beş yaşındaki bilmiş kahramanıyla kikirdeye kikirdeye nanik yapacağım hayata, varsın dakikada sadece 100cm'lik yol alalım, varsın 20 km uzasın trafik kuyrukları. Benim dostlarımla keyfim yerinde. Hele bir de hava da soğuksa şöyle kışa en yakışır cinsinden ve ofiste sıcacık bir bardak çayla ısınabileceğimi biliyorsam, tamamdır!

İşin şaka tarafı bir yana, işe gidiş gelişlerde kendimi trafikte mutlu etmenin yollarını bulana kadar geçirdiğim ilk birkaç gün içinde gerçekten sinir krizi geçirme noktasına geldim. Çünkü o günlerde direksiyon koltuğunda oturan bendim. Ama ne zamanki arabamla vedalaştım ve kendimi İETT otobüslerinin 'güvenli' kollarına bıraktım, o gündür bugündür mutluyum:) Meğer ne özlemişim, otobüste şoförlerimizin ani frenleri sonucu düşmemek için kol kaslarımı geliştirmeyi ve bu arada büyük başarı örneği göstererek kitap okumayı becerebilmeyi. Üniversite yıllarında kazandığım bu üstün özellikleri, kullanmaya kullanmaya unutmamışım yıllardır.

Lisans ve üstüne yüksek lisansı da toplarsam tam yedi yıl gidip geldiğim Mecidiyeköy'ün meğer ne önemli bir yeri olacakmış hayatımda! Üniversiteden sonra şimdi de iş için arşınlıyorum aynı yolları.

Kaos, karmaşa, korna sesi, egzoz kokusu... Bazıları için bu demek Mecidiyeköy. Benim içinse poğaça kokuları, köşedeki gazeteci, güleryüzlü çiçekçi teyze, çıtır taş fırını simitleri, mutlu geçen üniversite yılları ve şimdi de her gün keyifle gelinen bir iş yeri demek. Trafik mi? Bu yoğunlukta kitap okuyabildiğim yegane saatler... Onu bile sever oldum artık anlayacağınız:)

Not: "İstanbul'da yaşamaya çalışan insancıkların çantalarından eksik olmaması gereken üç şey" listesindeki üçüncü şey, dur/kalk'lar sırasında arada depreşen bulantıların bastırılması için gerekli atıştırmalıklar... Bilmem katılır mısınız?

14 Ocak 2009 Çarşamba

Zamanı Geldi...

Birkaç gündür her gün "bugün kesin yazacağım" diye güne başlayıp yapamamanın verdiği mahcubiyetle yatağa girerken bugün birkaç kez yazma teşebbüsünde bulunabildim. Ama bu sefer de, bunca zaman olanları, hayatımdaki bütün bu değişiklikleri, yeni başlangıçları, "Sahiplerini Taklit Eden Evler"i yazan Zeren ile bugünkünün hayatının aynı olmadığını nasıl anlatacağımı bilememekten kaldım öyle sayfanın başında.

Sonra bir melodi geldi kulağıma. "Nerden başlasam, nasıl anlatsam..." Mazhar-Fuat-Özkan'ın "Bodrum Bodrum" şarkısı eşlik etti bir süre nasıl anlatacağını bilemeyen o Ben'e. Ama yok, şarkıya bırakamazdım bu işi, zira onun derdi başkaydı benimkisi başka.

Sevgili Dostlar, belli ki ben 2009'dan pek çok şey isterken dilek listesine "zaman" diye yazmayı unutmuşum. Daha şimdiden "tam dilediğim gibi yeni bir iş" de dahil olmak üzere pek çok dileğim gerçekleşmişken eminim istemeyi unutmamış olsaydım "zaman" da gelip beni bulmakta bu kadar zorlanmazdı. Zannetmeyin ki ihmal ettiğim şey sadece bu sayfalar.

Uzun zamandır böyle bir tempoda çalışmadığım ve hayatım farklı sorumluluklar nedeniyle de bu kadar dolu olmadığı için bir süredir fena halde bocalamış durumdayım. İhmal ettiklerimi teker teker bir ucundan tutmaya çalışıp kendimi organize etmeye daha yeni başlayabildim. Programlanmış bir hayat temposu içinde yaşamayı uzun zamandır unutmuş olan ben, kontrolü ele almazsam her geçen gün toparlanmamın daha zor olduğunu görüyorum. Bir ay önce olsa bir haftada bitireceğim kitapların, hiç eksilmeden bir aydır masanın üzerinde durduğunu söylesem, bilmem size halimi anlatmış olabilir miyim?

Yoğunluk, yorgunluk, tempo, zamansızlık, sorumluluklar, mecburiyetler vs. bunların hepsi yeni BEN. Ama bir şey daha var ki, onu yazmazsam eksik kalacak gibi. O da MUTLULUK. Evet, tüm bunlara rağmen mutluyum ben. Son iki yılda hiç olmadığım kadar.

Cevapsız bıraktığım tüm dostlarımdan teker teker özür diliyorum. Bundan sonra bu kadar ara olmaması için elimden geleni yapacağıma da söz veriyorum:)