26 Mart 2011 Cumartesi

İstanbul'a bahar filmlerle gelir!

Miladî takvimin göstergeleri Mart ayını bahardan saysa da, İstanbul'a baharın gelmesi Nisan'ı bulur. Ne zaman ki İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, İstanbul Film Festivali'nin takvimini açıklar ve açılış Nisan'ın ilk haftasında bir güne denk gelir, işte o gün İstanbul'a baharın artık geldiğinin müjdecisidir. Bu sene bahar İstanbul'a 2 Nisan'da geliyor, üstelik peşinden hem güneşi hem de olağanüstü pek çok filmi sürükleyerek.

Festivalin kitapçığını incelediğimden bu yana bunca güzel filmin gösterilecek olmasından duyduğum heyecana mı sevineyim, çoğunu kaçıracak olacağıma mı üzüleyim, karar veremedim. Evet, bir itiraf geliyor ki, işimi çok çok ama çok sevsem de böyle zamanlarda beni o sinema salonlarından ve Beyoğlu'nun o sanat kokan sokaklarından, kafelerinden uzak tutan her şeye sinir oluyorum. Ama ne yapalım, güzel olan her şey bir arada olmuyor. Ben de sahip olduğum tek izin gününe üç film birden sıkıştırarak günlük "yüksek doz" yüklemesiyle açığı kapatmaya çalışacağım:)

Her şey bir yana tek bir film var ki, kaçıracağıma nasıl üzüldüm, nasıl üzüldüm anlatamam. Haruki Murakami'nin bendeki yerini, hele de İmkansızın Şarkısı romanının bende nasıl izler bıraktığını bu satırların eski okurları çok iyi bilir. Ne okuduğum anları, ne okuduğum mekanları, ne de son 30 sayfada yaşadığım duygu yoğunluğunu imkanı yok unutamam. Daha festival kitapçığını elime almamıştım, internetten filmleri incelerken uluslararası yarışma bölümünde İmkansızın Şarkısı'nın sinema uyarlamasını olduğunu gördüm. 30 saniye boyunca tavan yapan duygularım, gösterildiği hiç bir günün izin günüm olan çarşambaya denk gelmediğini farketmemle dibe vurdu.

Evet, biliyorum ben bu filmi ne yapar eder izlerim. Ama izlemeyi çok istediğiniz bir filmi festivalde izlemek gibisi asla yoktur. Film öncesi aynı heyecanı paylaşan insanlarla salon kapısında bekleşmek, bazen sohbetlere karışmak, çıkışta kalabalıkların arasında filme dair yorumların kimiyle aynı duyguları paylaşmak, kimine itiraz etmek istemek, o ruh haliyle Beyoğlu sokaklarına karışmak, çaya, kahveye, belki bir kadeh şaraba, rakıya bulanmak... İşte festivalde film seyretmek bunlar demektir. Ama ne yapalım, bizim de payımıza bu sene sadece iki gün için bu keyfi yaşayabilmek düştü.

'Özgür' ve 'demokratik' ülkemin 'adalet yüklü' mahkemelerinin ipimizi kesmesinin zorunlu sonucu olarak verdiğim ara boyunca mutfakta işler tüm hızıyla, hatta gaza basılmış bir hızla devam ediyor. Num Num'da en sevdiğim şeflerimden birinin yorumuyla "soğuk istasyonunda kendisini yakmayı başaran ilk kişi" olma ünvanını da aldıktan sonra gönül rahatlığıyla salataların, tatlıların, sandviçlerin tozunu attırıyorum. Tost makinesinin "sen misin o kadar dövme yaptıracağım, dövme yaptıracağım diye tutturan, al sana dövme" dercesine kolumda bıraktığı üçgen izin inanın dövmeden bir farkı yok, elimle çizsem bu kadar muntazam bir üçgen çizemezdim:) Gerçi benim istediğim bir üçgen dövmesi değildi ama olsun! Num Num hatırası olarak ömrüm boyunca bedenimde taşıyacağım muhtemelen:)

7 Mayıs'ta bitecek olan stajımın sonrasında kendime vermeyi planladığım bir armağanın sonucu olarak iki gündür mutfak molalarımda elimde Barcelona kitapçığımla dolanıyoruz. Bazen bildiklerimi teyit ediyorum, bazen de yepyeni şeyler öğreniyorum Katalonya kültürüne dair. Örneğin Barcelona'da Cervantes'in ölüm yıldönümü olan 23 Nisan'ın Kitap Günü olarak kutlanması ve geleneksel olarak kadınların erkeklere kitap, erkeklerin de kadınlara gül hediyesi etmesi... Ne hoş!

Başta da söylediğim gibi bahara çok az bir zaman kaldı. Bahar, benim de hayatıma filmlerle, kaşık kepçe sesleriyle ve bavul yüklü günlerle geliyor. Şimdiden kutlu ve mutlu olsun!:)

6 Mart 2011 Pazar

Mutfak hikayeleri bilmem kaç!

"Yorgunluğun yüreğinin içerisine girmesine izin verme... Yorgunluk insanın vücuduna hükmedebilir ama yüreğimin bana kalmasını isterim." diyor tanıdık satırların çok sevgili yazarı Murakami. Her zaman olduğu gibi tam üzerine bastın dedirtiyor, yine cümlelerinde insana kendini bulduruyor.

300 kilo domates, 60 kilo soğan, 40 kilo elma, 100 kilo lahana, 500 adet burger köftesi ve 100 küsür kilo pizza ve focaccio hamuru ağırlığında geçti koca bir hafta. Hazırlık merkez mutfağında çalışmak, her soyulan, doğranan, tartılan şeyin kilolarca olması anlamına geliyor. Az olan hiç bir şey yok. Zira tek bir restoranı değil, tam beş adet restoranı besleyen bir mutfak burası. Dolayısıyla kilolarla çarpıldım, kilolara bölündüm, kilolarla toplandım tüm hafta. Beden yorgunluğu derseniz ziyadesiyle, ama yürek yorgunluğundan eser olmadığını söylememe gerek yok sanırım:)

Ama ne yalan söylemeli a la carte restoranın gözünü seveyim. Tüm heyecan, aksiyon, adrenalin orada. Bir hafta boyunca kilolarca domatesin, soğanın, köftenin, hamurun arasında fırsat buldukça kendimi a la carte'a attım, 10 dakika olsun oradaki heyecanı soludum, yoğun saatlerde ardı arkası kesilmeyen sipariş fişi seslerine kulak kabarttım. Neyse ki sadece bir hafta olan hazırlık mutfağı macerasını tamamladım ve soğuk istasyonuyla stajımın ikinci ayına merhaba diyorum yarın.

Gariptir ki mutfak maceram kendimi tanıma anlamında inanılmaz bir pencere açıyor her geçen gün. Heyecana, rutin olmayana, adrenaline bu kadar düşkün ve yatkın olarak tanımlamazdım pek kendimi. Meğer içimde kapalı bir kutunun içinde açılıp dışarı fırlamayı bekleyen kocaman bir heyecan topu gizliymiş. Şimdi o top tüm benliğimi kaplamış durumda sanki.

Çok sevdiğim bazı arkadaşlarımın cumartesi akşamı hem elimin değdiği bir şeyler yemek hem de beni görmek için süpriz bir şekilde NumNum'a gelmeleri de ayrı bir keyif oldu benim için. Yıllar boyu birlikte neler neler yaşadığımız, kendi evimde kimbilir kaç kere keyifli sofralarda toplaştığımız arkadaşlarımın şimdi orada salonda tam karşımda oturuyor olmaları, pizzalarımdan yerken yüzlerindeki keyfi izlemek ve tüm yaşadığım bu sürecin uzaktan takipçileri olarak bunca zamandan sonra onları böyle profesyonel bir mutfakta ağırlamayı başarabilmek... Hayatın bana sunmuş olduğu süprizlere şöyle iki dakika olsun durup düşündüğümde koca bir gülümseme gönderiyorum.

Mutfak/ev istikâmeti arasında arada direksiyonu sinemaya çevirmekse bu aralar en büyük keyif... Black Swan, sadece izlediğim cuma akşamıma değil, aklıma gelen her âna damgasını vurdu resmen. Darren Aronovsky kadar saplantıları böylesi etkili anlatan kaç yönetmen var? Hani bazı yemekler vardır; tarifsiz, genzi fena yakan bir acısı vardır ama o kadar lezzetlidir ki yemeden duramazsınız, kendinizi tutamaz, ağız burun yana yana yersiniz. Böyle bir tat bıraktı bu film bende. Natalie Portman bilesin, o kırmızı gözlerin hiç çıkmayacak aklımdan!

İki de defter aldım bu hafta kendime. Birinin üzerinde Paris, birinin üzerinde Venedik karikatürleri... Baharda, tüm bu süreci tamamladığımda kendime vermeyi planladığım yollarla bezeli bir armağanın izdüşümlerinin yazılması için bir süre daha çekmecede bekleyecekler ama diyoruz ya zaman denen meret pek bir hızlı geçiveriyor diye, biliyorum ki yine geçecek ve ben onları bavuluma yerleştirdiğim günü de buraya not düşeceğim. Ama şimdi varsın biraz beklesinler. Benim daha bu iki ay içinde tadılacak ve keyfi sürülecek nice günlerim var!