10 Eylül 2008 Çarşamba

Bir Gün Batımının Hatırlattıkları...

Güzel bir fotoğraftı penceremde bugün gün batımı. Salonun duvarlarına vurmuş kızıllığından farkettim ilk. Baktım pencereden; kendi halinde kızara kızara iniyordu ufuk çizgisine.

Sonra birden bire bir film düşüverdi aklıma. Önüne, arkasına, sağına, soluna dikilen koca koca bloklar yüzünden ne günün doğuşunda ne de batışında, hiç bir zaman diliminde güneş ışığına şahit olamayan bir evin hikayesini anlatan bir kısa film... Hayatımda izlediğim beni en ters köşeye yatıran filmlerden biri...

11 Eylül trajedisi üzerine çok fazla yazıldı çizildi, hatta filmler bile çekilmeye başlandı. Dünyanın farklı farklı yörelerinden (İranlı, İsrailli, Fransız, Amerikan, İngiliz, Hintli vs.) 11 yönetmenin, kendi 11 Eylül'lerini anlattıkları 11 dakikalık hikayelerin toplamından oluşan 11'09"01-September 11 isimli film, şimdiye kadar izlediklerim arasında en çarpıcı olanıydı.

Ama özellikle bir tanesi, Sean Penn'in yönetmiş olduğu, filmin en sonunda yer alan 11 dakikalık hikaye, 11 Eylül'e en akla gelmeyecek bireysel bir insaniyet noktasından yaklaşan inanılmaz çarpıcı bir filmdi. İzleyebilecek olanlarınız varsa kesinlikle tavsiye ederim. Ama izlemeyi düşünenler lütfen yazının bundan sonraki bölümünü okumasınlar çünkü hikayeyi paylaşmak istiyorum.

Pencerenin önüne yerleştirilmiş kupkuru solmuş bir çiçeğin görüntüsüyle açılır filmin ilk karesi. Yeni bir güne başlamanın heyecanıyla kendi kendine konuşup şarkılar söyleyen tonton bir ihtiyardır evin sakini. İlk bakışta halinde tavrında coşkun bir mutluluk olduğunu hissedersiniz. Ta ki, bu mutluluk görüntüsünün, derin yalnızlığının hüznüyle baş edebilmek için oynanan masum bir oyun olduğunu anlayana kadar. Ölmüş olduğunu hemen anladığınız eşinin fotoğrafına yönelir kamera, sonra yalnızlığının izleriyle yüklü ama belli ki hepsinin eşiyle paylaşılmış koca bir ömrün izlerini taşıyan tüm o diğer eşyalara...

Ölümün ve yalnızlığının yıkımıyla tüm bunları redderek baş etmeye çalışmaktadır. Hâla ölmemiş gibi eşiyle yaptığı konuşmalardan, ona gardırobundan elbise seçmesinden, güzel görünebilmek için her sabah traş olmasından anlarsınız aslında derinlerde kalmış hüznünün yükünü. Yarattığı bu mutluluk oyununda tek bir hayıflanması vardır eşiyle paylaştığı. "Çiçeklerin" der penceredeki solmuş çiçekleri kastederek, "ışık olmadığı için böyle solup gittiler. Eğer ışık gelseydi onları uyandırırdı. Işık uyandırmaya, canlandırmaya yarar". Sonra durur ve "Aslında kasabadan bir ev almalıydım, orda her zaman ışık olurdu" der.

Böyle böyle hep birbirini tekrarlayan zamanın akışına şahit oluruz. Her daim açıktır televizyon; belli ki kendi sesine eşlik eden yabancı bir ses olarak sadece televizyonu bulabilmiştir. İzlemez ama hep açıktır, gece uyurken bile. Uyurken yatağın hep eşine ait olan kısmındadır eli, onu okşadığına inanaraktan.

Sonra yeni bir günün başladığına şahit oluruz. Ama ne güneşin doğuşudur bunu gösteren, ne de eve giren ışık. Ev hep karanlıktır, saati gün ışığına bakarak değil, kameranın sürekli saati göstermesinden anlarız. Yaşlı kahramanımız hâla yatağında uyurken televizyon ekranına kayar kamera. New York'un İkiz Kuleleri'nin kapkara dumanlar içinde yanmakta olduğunu göstermektedir televizyon. Derken Kuleler'den biri daha fazla ayakta kalamayarak yıkılmaya başlar; o, yer çekimine direnemeyip aşağı doğru çökmeye devam ederken pencerede duran çiçeğin üzerine pırıl pırıl parlayan bir ışık doğmaktadır. Kule tamamen yıkıldığında yatağında yatan kahramanımızın üzerine kadar gelmiştir artık gün ışığı. Artık güneşle evin arasına giren hiç bir engel kalmamıştır ortada.

Belki yıllardır ışıkla uyanmanın ne demek olduğunu unutmuş olan ihtiyar, yaşadığının ayrımına varamaz bir an; gözleri kamaşır, bakamaz bile etrafına. Derken uzun zaman sonra kavuştuğu gün ışığını utandırmamak istercesine, kupkuru kalmış çiçekler birden bire açmaya, yeniden canlanmaya başlar. Çılgınca sevinme zamanıdır artık. "Bak sevgilim, bak" diye bağırır ihtiyar çılgınca. "Yeniden açtı çiçeklerin, yeniden açtı" der kahkahalar atarak. Sonra bir an durur ve bu coşkulu sevincin yerini, karanlığın saklamayı başardığı hüzün alıverir. Işıkla dolan ev, ona eşinin artık gerçekten olmadığını hatırlatmıştır. "Keşke bugünü sen de görebilseydin bitanem" der elindeki çiçeklerin açmış olduğunu kastederekten. Ama artık sözlerin yerini gözyaşları almıştır. Evin git gide artan aydınlığından ikinci kulenin de yıkılmakta olduğunu anlarız ve film biter.

Farklı yaklaşımı ve hüznü başarılı bir şekilde destekleyen görselliğiyle de beni çok etkilemişti bu film. Başka insanların korkunç acılar yaşamasına neden olan bir trajedi, tüm bu olanlardan habersiz yaşlı bir adamın anlık mutluluğuna, daha sonraysa kaybının derinliğini hatırlatan hüzünlü bir olaya dönüşebiliyor.

Pencereme vuran gün batımının bana düşündürdükleriydi tüm bunlar. İçimden geldi, paylaşmak istedim. Işık hepimiz için bir hayat, bir canlılık kaynağı. Benim penceremin önündeyse bu sene ikinci kez yeni meyvelerini vermeye başlayan limon ağacım büyüyor. Hiç solmaması dileğiyle...

5 yorum:

Ordanburdanhayattan dedi ki...

artık senin yazılarına ne yorum yapacağımı şaşırır oldum ben.her defasında harikasın demek ne derece yeterli acaba,o kadar güzel anlatmışsın ki bu filmi çok merak ettim.çok da hoş gerçekten,her felaket hepimiz için felaket midir acaba sorusu geldi aklıma?
bayılıyorum zaten senin yazdıklarını okumaya,ama bi de kıskandım.seninle ilk tanıştığım yazında limon ağacından bahsetmiştin ve ben de evime almaya karar vermiştim.bak hala alamadım seninki tekrar meyve vermeye başladı.evlilik yıldönümümüz geliyor,bu sefer kurtulamaz eşim elimden:))
sevgiler

funda dedi ki...

Zerencim, bazen hayalinde canlandırmak da çok keyif verici. Bi yandan izlemek istedim ilk paragraflarda, diğer yandan da yazdıklarının devamını okumak istedim. Belki de ben de seğretseydim bu filmi bu sözlerin altını çizerdim diye düşündüm. Gözlerimde canlandırdım her kareyi ama eğer bulursam mutlaka izlemek de isterim.

SERAP dedi ki...

Daha ilk paragrafta benimde aklıma aynı film geldi ve yazdıklarını okurken tüylerim diken diken oldu.Benimde analayabilecek olanlara kesinlikle seyretmelerini önerdiğim bir yapımdı.Gidip eski vcd'lerin içinden bulmalı ve tekrar izlemeliyim.Teşekkürler hatırlatığın için:)

yeliz dedi ki...

merhaba Zeren,
bir haftadır uğrayamıyordum ne çok yazı eklemişsin, hepsini okudum ve büyük keyif aldım. Filmi izlememiştim ama yazdıklarını okuyunca izlemiş kadar oldum hatta gözyaşlarımı tutamadım ama bu saçma dürtü hamilelikten musallat olmuş durumda yoksa sulugöz değilimdir:)
kahveci deyince benim de aklıma İzmirdeki Hatay kurukahvecisi gelir, annem sadece oradan aldırır kahveyi, şimdi ben de kendime alırken bir paket de ona çektiriyorum.
Çok kitap okumama rağmen üniversite yıllarında birkaç Orhan Pamuk denemesi sarmayınca vazgeçmiştim, eski eserlerinden ayrılan özellikleri var mı?
sevgiler...

Bir Dut Masalı - nUnU dedi ki...

yıkıntılardan doğan mucizeler, veya bir yerlerde bişeyler yitip giderken,diğer yerlerde dirilenler, çok ikilemleri olan dengesiz bir denge demek buda !!!

ama 11 eylül asrın unutulmazları arasında yerini aldı ne yazıkki :((
hepimize içinde insaniyet olan,yeni gün doğumları diliyorum zerocum..
sevgilerimiz ışığımız olsun..
NuNu