
Böyle bir sonbahar gecesi kaçmaz deyip sıcacık bir adaçayı eşliğinde kuruldum camın kenarına elimde kitabım. Böyle kuru kuru oturup da kitap okumaya asla razı olmayan, illa kendine bir atmosfer yaratma merakında olan ruhum (yağmur da yağıyor ya dışarda, iyice coşkun vaziyette), hemen orda burda kalmış mumları toplayıverdi etrafına. Başucu lambam, etrafında mumlar, çayım, kitabım ve ben hep birlikte son derece mutluyduk. Uykuya doğru bu atmosferde yola çıkacaktık. Ne zaman ki uyku perileri bendenizi teslim almaya karar verecek, ufak bir mum söndürme operasyonuyla kitap başucuna bırakılıp uykuya dalınacaktı. Yani plan böyleydi. Ama olmadı. Neden mi?
Başucumdaki mumlara takılan aklım beni bambaşka anlara, sözlere, bana ait olmayan anılara götürdü. Babaannemin sözlerine, onun anılarına... Çocukluğumdan beri kitaplara olan tutkumu ve elimden düşürmediğim kitapları gördükçe babaannem, her seferinde sanki daha önce anlatmamış gibi, daha babaanne olmadığı dönemlerdeki çocuk/genç 'babaanne'yi anlatırdı.
"Ben de aynı senin gibiydim biliyor musun Zerencim. O kadar severdim ki kitap okumayı. Ama o zaman kitap alabilecek çok paramız olmadığı için dönüp dönüp aynı kitapları okurdum. Ama olsun o bile çok hoşuma giderdi. En çok da Ekmekçi Kadın'ı (Xavier de Montepin) okumayı severdim. Yutarcasına okurdum sayfalarını. Her gece okumadan yatamazdım. Başucumda elektiriği açık görürse babamın kızacağını bildiğim için yorganın altına alırdım bir bakkal mumunu, o mum ışığında okurdum ellerimi satırlarda gezdire gezdire. Onu da gördüklerinde, gözlerin bozulacak o ışıkta, diye yine kızarlardı ama vazgeçmez yine de okurdum ben. Genç kızlığımda da, evlendikten sonra da hep çok sevdim kitap okumayı ama çocuklar olduktan sonra çok zorlaştı kitap okumak. Yine de zaman bulmaya çalıştım hep. Napar eder para biriktirir ayda bir, iki ayda bir bir kitap alırdım muhakkak. Ama sonra bir gün dedenin işleri bozuldu, çok sıkıştık paraya. Dört çocuk, karınlarının doyması lazım. Topladım bütün kitaplarımı, üç çuval kitabı satıverdim içim ezilerek". Burda dururdu muhakkak. Hâla üzüldüğünü bu duraksamadan anlardım. Sonra da derdi ki "Hep, çocuklar büyüyüp de hepsi kendi hayatını kurdu mu, yani bir nevi ben ev hanımlığından emekli olduğumda, kurulacağım koltuğuma, bütün gün kitap okuyacağım derdim kendi kendime, ama yavrum şimdi de gözlerim müsade etmiyor, bir gazeteyi bile zar zor okuyorum. Ama sen oku, hep oku, benim içimde kalanların acısını çıkarırcasına oku".
Öyle mi oldu, onun sanki bir duaymışçasına söylediği bu son cümlenin hatırına mı ben bu kadar düşkün oldum okumaya yazmaya bilemiyorum fakat hep kitap okuma aşkına dair tutkulu ama buruk bir hikaye olarak yer etmiştir aklımda babaannemin bu sözleri.
Şimdi benim başucumda mumlar, ufak bir okuma merasimi düzenlerken düşüverdi aklıma, yıllar boyu onlarca kez dinlediğim bu sözler. Ben mumları bana elektiriği kapa diyen biri olduğundan değil keyfimden yakmıştım, ama öyle olmasa da, sadece o mumun ışığına ihtiyacım olsa da yine de vazgeçmez, ben de okurdum kitabımı. Yani koşullarımız olmasa da, tutkumuz aynıydı babaannemle. Tüm bunlar aklıma düşünce her şeyi bir kenara bırakıp oturdum bilgisayarın başına. Yazı, kitabın önüne geçti. Yazmazsam olmayacaktı.
Yazı babaanneme dair sanki biraz geçmiş zamanda akıvermiş ama belirtmek isterim ki kendisi hayatta (sağlıklı ömürleri olsun) ve beni elimde kitap her görüşünde yine aynı şeyleri anlatmaya devam ediyor. Tek bir şeyde biraz değişiklik var, o da artık hiç okuyamadığına dair şikayetleri... "İki satır okuyayım hemen uykum geliyor yavrum, gazete elimde bir bakmışım başım düşmüş, halbuki başucumda hala kitap biriktiriyorum belki bir gün okurum diye" gözlerinde o günün yine de elbet bir gün geleceğine dair ufacık bir umut...