5 Haziran 2008 Perşembe

En Sevdiğim Filmler -1-

Sevdim, Seviyorum, Seveceğim*

Öykü kitapları okumayı sever misiniz? Roman okumayı, uzun soluklu bir ilişkiye sahip olmaya benzetirim. Kimi zaman durgun, kimi zaman çalkantılı, her geçen gün daha çok kök salarak bağlandığınız bir ilişki gibi bağlanıverirsiniz okuduğunuz romana da. Öyküler ise daha çok tek gecelik ilişkiler gibidir. Yüreğinizde ani ve tokat gibi bir etki bırakabilir. Kısalığına tezat, etkinin kuvvetine bağlı olarak belki de bir ömür boyu unutamazsınız.

Paris ve aşk güzellemesi olarak beyazperdeyi kırmızı kalplere boğan Paris, I Love You da, böyle bir etki bırakıyor izleyen üzerinde. 22 yönetmenin 5 dakikalık birbirinden farklı aşk ve Paris temalı kısa filmlerinin toplamı olan film, bir nevi hayran olduğunuz yazarların farklı hikayelerinden oluşan toplama bir öykü kitabı okumak gibi. Şaşkınlık, kahkaha, hayret, romantizm ve hayranlık duygularının karışımı bir etki...

Ethan ve Joel Coen, Wes Craven, Alfonso Cuarón, Christopher Doyle, Walter Salles, Gus Van Sant gibi isimler yönetir; Steve Buscemi, Juliette Binoche, Willem Dafoe, Maggie Gyllenhaal, Natalie Portman, Gérard Depardieu gibi isimler oynar; ve bir de konu aşk ve Paris olur ise benim için heyecan kelimesinin bileşkenleri tamamlanmış demektir.

2006 yılında Filmekimi kapsamında da gösterilen Paris, I Love You festivalin, biletleri en çabuk tükenen filmlerinden biri olmuştu. Filmi izledikten sonra yapmanız kaçınılmaz olan şeylerden biri, sizde en çok etki bırakan bölümleri teker teker aklınızda yeniden canlandırmaya çalışmak. Arka arkaya, kimisine hayran kaldığınız, kimisini sadece ufak bir tebessüm ya da hüzün ile izlediğiniz, kimisinde (özellikle de Coen'lerin yönettiği Steve Bruscemi'li bölüm) kahkahalarla güldüğünüz filmler öylesine arka arkaya, siz daha tam tadını çıkaramadan sıralanıyor ki, bittikten sonra geri dönüşlü bir beyin fırtınası kaçınılmaz oluyor. Hatırlamaya çalışırken 'arada atladığım filmler var mıydı' hayıflanmaları ile kesinlikle bir kere izlemenin yeterli olmadığı filmlerden biri Paris, I Love You.

Diğer bir yandan da aslında bir bütün olarak nasıl olduğunu söylemenin zor olduğu filmlerden biri karşımızdaki. Birbirinden o kadar farklı esintiler estiren kısalarla karşı karşıyayız ki... Joel Coen ve Ethan Coen'in yönettiği, Steve Buscemi'ye neden bu kadar hayran olduğumu bir kere daha anlamama neden olan bölüm, filmin en eğlenceli kısalarından. Vampirlerinin bile Paris'in romantizminden pay aldıkları, Vincenzo Natali'nin yönettiği, bilmesem kesinlikle Wes Craven imzalı olduğunu düşüneceğim bölüm, (bir çok insan hiç hoşlanmamış olmasına rağmen) bana Paris'in geçmişten günümüze pek çok özelliğini yeniden hissettirdi, hatırlattı. Tarihin, aşkın, mistisizmin en çok yakıştığı şehirlerden biri olan Paris hakkında yapılabilecek en keyifli çalışmalardan biriydi kanımca.

Gurinder Chadha'nın yönettiği bölüm, doğulu göçmen bir kızla batılı bir gencin yakınlaşması konusunda aslında pek çok açıdan klişeler barındırsa da, etkiliyici bir sevimliliği de sahip bir yandan. Çoğu zaman oryantalizm kokan bu tarz konulu yapımların klişelerini, belki de bu sevimliliği sayesinde üstünden silkmeyi başarıyor.

En şaşırtıcı kısalardan biri ise kesinlikle Wes Craven'a ait olandı. Şaşırtıcılığı, yaklaşımından değil, yönetmenin ne tür bir fantastik 'Paris ve Aşk' rüzgarı estireceğini merak ederken son derece sakin, günümüzün modern dünyasına ait bir öyküyü anlatmayı tercih etmiş olmasından geliyordu. Yine de hikayesine en son anda bir Oscar Wilde eli değdirmesini, güzel bir hoşluk olarak da görebiliriz tabi.

Tom Tykwer'ın, aşkın kör edici yanını anlatmayı tercih ettiği bölümün hareketli romantizmini çok beğenmekle birlikte, Natalie Portman için ayrı bir yıldız koymadan etmeyelim. Sahi, son yıllarda onun kadar güzel gülüp ağlayabilen başka bir oyuncu daha var mı? Sinemada ağlamak nedir görmek isterseniz, Serbest Bölge filminin girişindeki 7 dakikalık o ağlama sahnesini izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim. Fondaki halk şarkısının eşlik ettiği o sahnenin damarlarınızın içine kadar girip sizi alıp götüreceğine eminim.

Son derece keyifli bu 18 kısa filmin içinde hayalkırıklıkları da yaratanlar yok değil. Aşk Zamanı, Internal Affairs, Kahraman, 2046 gibi filmlerdeki eşsiz görüntü yönetmenliği ile her daim kendi imzasını hissettiren ve çalıştığı yönetmenlerden önce adını zikrettiren Christopher Doyle, güzel müzikleri haricinde aşkla ve Paris'le ilgisini anlamakta zorlandığınız bir resim çizerek burun kıvırtan bir gülümseme yaratıyor.

Savrula savrula Paris'in farklı duraklarında dolanacağınız bir 120 dakika vaad eden Paris, I Love You ile hayalgücünüzde yeni pencereler açmaya hazır olun. Ve filmi izledikten sonra kendinize şu soruyu sormayı da ihmal etmeyin: Benim Paris ve aşk hikayem nasıl bir şey olurdu?

*Bu yazı daha evvel Beyazperde'de yayınlanmıştır.

5 yorum:

Adsız dedi ki...

Öyküleri de severim ama romanın yeri bende çok başka. Romanlar daha fazla içine alır insanı, daha fazla misafirperverlerdir. Bir de ben 700-800 sayfa olmayan kitaba kitap demem. Sİnir olurum 200-300 syf. kitap okumaya. Bitmek bilmesin isterim. En son Gerald Messadi nin üç ciltlik şaheserini okumuştum toplamda 1800 sayfaydı galiba. Ve hiç ara vermeden peşpeşe 3 cildi 3 haftada tamamlamıştım. takıntılıyım yahu okumadan duramam. yemek içmek gibi benim için. Yeni hayatlarla, farklı kelimelerle tanışmayı çok seviyorum. Evrene açılan kağıt kokulu pencereler gibiler değil mi? Benzetmede pek absürd oldu yafff:))

zero dedi ki...

Ne kadar doğru dedin. Ben de kalın kalın kitaplara bayılırım. İçine daldığım o dünyadan, hayatımdan birleri yaptığım o kahramanlardan ayrılmayı içim kaldırmaz bir süre. Ben de Asimov'un Vakıf serisini bitirdim bu sene 5 ya da 6 cilt falandı en azı 400 sayfa civarında. Yani bitmesin devam etsin diye gücüm olsa Asimov'u mezarından kaldırıp "hadi amcacım bırakma ya yazmaya devam et" diye yalvaracağım:) Ne güzel şey okumak... Bu arada şimdilerde ne okuyorsun, onu da merak ettim:)

Adsız dedi ki...

"Mevlanadan Altın Öyküler" isimli kitabı, ve Throue' nun Sivil İtaatsizlik ve başkaldırı isimli 2 kitabını aynı anda okuyorum. 2.sini özellikle tavsiye ederim. Okuduğum kitapları ve dinlediğim müzikleri blogumda "bugünlerde" isimli kısımda yazıyorum.Sevgiler. :))

Aydan Atlayan Kedi dedi ki...

Çok büyük bir keyifle izlediğim filmlerden biriydi. Okuyunca yeniden anımsadım. Oscar Wilde'ın olduğu bölüm beni çok etkilemişti. Ve elbette Steve Buscemi... Kısacık filmlerle böyle bir etki yaratmak... İşte asıl yaratıcılık bu sanırım...

yeliz dedi ki...

kocaman bir merhaba,
bloğuna ilk defa rastlıyorum, bu filmden bahsettiğini okuyunca dayanamadım, bi selam vereyim dedim. kaçırmış olabileceklerimin paranoyası ile 2 defa izlemiştim. en çok etkileyen de Natalie Portman'ın oynadığı öyküydü. şimdi yazını okuyunca yine gözümde sahneler canlandı, görüşmek üzere..
yeliz