21 Mayıs 2013 Salı

Bilanço

Zamanı paçasından yakaladım az dursun diye ama ne haddime bunca zaman kimselerin başaramadığını mümkün kılabilmek? Olan sadece o yakaladığım paçayı sıkı sıkı tutacağım diye ellerimi daha çok acıtmak oluyor belki de. Aslında zamanla hiçbir derdim yok. Zira tam bir yıldır zamanın hüküm sürmediği topraklarda yaşıyorum. Bir salyangozdan öğreniyorum, acelesi olanın Datça'da işi olmadığını. Ve acele etmenin, nefes almaktan bile daha önemli olduğu bir şehir hayatından gelmiş biri olarak acelesi olmadan yaşamanın ne demek olduğunu öğrenmeye çalışıyorum. Sakin, herşeyi akışına bırakarak ve en çok denize güvenerek...


Öyleyse ne bu zaman lakırdısı diyeceksiniz? Zaman, birden şöyle bir geriye dönüp bakınca mevzu oluverdi kalemime. Geçtiğimiz ayın, Nisan'ın sonunda bu küçük sahil kasabasındaki birinci yılımı geride bırakışımı düşünürken, bu sayfaya girdiğimde çok uzun zamandır yazmadığımı farkederken, acelesiz yaşantıma İstanbul'un sürekli tatsız sebeplerle burnunu sokup son aylarımı tam bir harala gürele içinde geçirmeme sebep oluşunu anarken...

Datça'ya gelişimden bu yana, şu bir sene içinde yaşadığım bir dolu garip tesadüfi olayla dolu günlüklerim/not defterlerim. Bir gücün beni buraya çağırmış olduğuna ya da burasıyla aramda çok eskilerden, belki de hiç bilmediğim/bilemeyeceğim bağların bulunduğuna neredeyse inanacağım artık. Sanki burda yaşamakta olduğum bir hayat vardı ve ben bir şekilde bu hayatı bırakıp/bırakmak zorunda kalıp İstanbul'da yeni bir hayata doğdum; 31 yaşıma kadar o hayatı yaşadım ve sonra birden onu da bırakıp yarım kaldığını bilmediğim Datça'daki bu yaşamımı tamamlamaya geldim. İstanbul'da yaşadığım acı-tatlı onca olay da Datça'daki bu hayatımın tamamlanabilmesi için oldu.

Saçmalıyor muyum? Belki ama bazı şeyleri başka türlü açıklayamıyorum.

Zamanın işlemediğine en güzel kanıt Eski Datça...

Sadece iki bavulla geldiğim, başaramazsam en kötüsü ne olur geri dönerim dediğim, daha öncesinde bir kere bile adımımı atmamış olduğum Datça'ya şimdi ne kadar köklendiğimi düşünüyorum. Evime bakıyorum; eşyalı tuttuğum için bir iki kitap kalem ve üst baş haricinde benden hiçbir şey taşımazken bir sene içinde gide gele taşıdığım onca eşyayla artık daha bir ben. Yine onlarca kitap doldu ortalık, ben yine bir süre sonra onları nereye koyacağım sorusuyla meşgul... Annem ve babamın, plansız programsız, ben gibi görüp aşık oluşları ve yerleşmeye karar verişleriyle artık daha bir biz. Geldiğim ilk günden itibaren aralarına düşüverdiğim koca gönüllü yepyeni bir başka aile... ilk zamanlarda yeni bir kentte yabancı olma fikrinin özgürlüğüne vurulmuşken sadece birkaç ay içinde yolda yürürken karşılaştığım insanların yarısıyla selamlaşır olduğum bir başka koca aile, Datça...

Bir yaşına kadar yaşadığın yerden uzakta yeni bir yaşam kurmanın belki de en ağır bedeli, geride çok sevdiğin insanları bırakmakmış. Bunu da öğrendik acı acı. Babaannemin vefatı ve anneannemin iki kez çok ciddi rahatsızlıklar geçirmesi sonucu tatsız yolculuklar gerçekleşti, akıl hep orada kaldı. Oysa özellikle anneannemi buraya getirebilmeyi çok istemiştim bu mevsim. O bir türlü gözleriyle görüp şahit olamadığı için içine sindiremediği, gerçekten mutlu olup olmadığım gerçeğini gözleriyle görebilsin, inansın diye bu bahar Datça'ya gelmesini çok istiyordum. Her telefon konuşmamızda ısrarla, hep emin olmak için sorduğu "iyi misin yavrum, mutlu musun orda?" sorusunun cevabını içine sindirsin diye karış karış gezdirecektim onu burdaki yaşamımda. Yeni insanlarımla tanıştıracaktım. Daha kimsenin yüzünü görmeden, etrafımdakilere gönderdiği hediyelerle, telefonlardaki tatlı sohbetiyle uzaktan bile tanınıp efsane olabilen hayatımın bu pırlanta kadınını herkesle de tanıştıracaktım. Olmadı. Hayat onu bir yıl içinde iki önemli hastalıkla sınadı, üçüncüsü uzak olsun dilerim. Yine de umudumu kaybetmedim. Bu bahar olamadı ama senenin belki ikinci baharında...

31 yaşımdan sonra sahip olduğum ablam, canım, dünya tatlısı evsahibimle geçenlerde konuşurken, gelişimin bir seneyi geçtiğini söylediğimde annesi Aysel Teyze lafa atlıyor "kızııımmm sadece bir senecik mi olduuu? Sanki sen beş yıldır burdasın gibiiii". Senin o sesli harfleri uzata uzata konuşmana kurban diyerek kocaman sarılıyorum ona. Yalan da değil aslında, bir yılda kaç beş yılın samimiyetini biriktirdik.

Dolunay'a doğru yürüyen kocaman bir ay tepemde yine, ben bu satırları yazarken. Bir senede belki de hiç değişmeyen şey bu oldu. Geceler boyu ben bu balkonda durmadan yazdım ve yazdıklarımın çoğunu bir tek o okudu. Hala yazıyorum ve hala o okuyor.

Bu gece bir değişiklik var yalnız. Çatı komşum, evsahibim, ablam, arkadaşım, dostum, sırdaşımın evinde bir ışık eksik. Çok zor bir ameliyatın sonunda, çok zor bir hastalıkla cebelleşiyor şu saatler. Zamana atıp tutarak başladım ya yazıya, var aslında bir derdim kendisiyle. Teşhis konulmasında çok süre kaybettiren ve hiç insaflı davranmayan o zamanın, tedavi olabilmesi konusunda kolaylığını ve çabukluğunu esirgememesini istiyorum artık. Geçen gece rüyamda gördüğüm gökyüzünde uçan o kocaman, masmavi, ışıklı balığın da gidip şifa niyetine onun başına konmasını diliyorum. Boşuna demiyorum, ben en çok denize güveniyorum diye.

Senelik bilanço yazımın son cümlesi ve en büyük dileği budur.

10 Şubat 2013 Pazar

Balık Pazarı'yla Nevizade'nin kesişme köşesi: Muhsin!

Kitap isimleri mi hatırlanır daha çok, kahramanların isimleri mi? Ben derim ki kahramanlarının isimlerini, kendi ismi kadar zihne kazıyan kitaplar yazdırıyor adını unutulmazlar listesine. Bir hikaye bana kendini isminden çok kahramanıyla andırıyorsa işte o zaman hayatıma yeni bir insan kazanmış gibi hissediyorum ben kendimi. Anlamayana garip gelir de, yaşama sebeplerinden/hazlarından biridir bu benim nezdimde. Ömrüm boyunca belki hiç tanıma şansı edinemeyeceğim insanları hayatıma sokmanın daha iyi bir yolunu bulamadım ben okumaktan başka.

Şimdi sizi Muhsin'le tanıştıracağım. Yok, aslında Muhsin'le tanışmanızı isteyeceğim. Ben anlatamam çünkü onu. Kalemi eline alan yazarı, tarifsiz bir çarpıcılıkta yapmış zaten bunu. Benim çabam olsa olsa onu tanımanız gerekliliğine dair hevesi biraz üflemek olabilir, o kadar.

Onur Caymaz'ın iki uzun öyküden (novella) oluşan kitabı Gökyüzü Sineması'nın ilk öyküsü Hüzün İyidir'in kahramanı Muhsin. Hakkında böyle bahsedildiğini duysa sevinir ve muhtemelen şaşırırdı da aslında. Çirkin olduğu yazıyor kendisi hakkında kitapta. Silik ve sessiz biri olduğu da. Yani kısaca gözün hercai bakışlarıyla farkedilebilen insanlardan biri değil de, nadir insanlarda açık olan o gönül gözüyle görülebilen cinsten biri.

Kitaplar da yakalıyor kendi fotoğraflarını. Balkonda kitap okurken sayfanın arasından geçiyordu bu bulut. Bana sadece kapağını çevirip fotoğraflamak kaldı.

Var böyle insanlar. Var ki, zaten Muhsin de var. Şekil denen dışı parıltılı, içi çoğu zaman boş kutuyu baş tacı etmiş günümüz dünyasında belki en ağır yükü omuzlanmış insanlar bunlar. Sanki böyle ayrı bir tür gibi anlattım ama değil aslında. Sadece "göründüğün kadar varsın" düsturuyla yürüyen zamanlar için küme dışında kalan insanlar, aslında başka bir tür sayılabilirler de pekala.

Muhsin'in dışında değil, asıl içinde akıp giden dünyasından inanılmaz etkilendim ben. Yaratıcısı Onur Caymaz'ın hakkını vermeden geçemeyeceğim burda. O dünyanın detaylarını öyle güzel anlatmış ki, sonundaki o mektubu okurken gözüme yaşlar yürüdü desem sanmayın ki abartıyorum. Muhsin'in bir nevi mahkum olduğu yalnızlığı öyle iyi anlatmış ki Onur Caymaz, bir oyuncu gibi üzerime giydim sanki o hali. İşte o yüzden sondaki o mektup da o kadar dokundu.

Vedat Türkali çok sevdiğim bir yazardır benim. Onu en çok neden sevdiğimi düşündüğümde verdiğim cevaplardan biri, bana İstanbul'u yaşatan bir yazar olmasıdır. Pek çok romanında kahramanları delicesine dolanırlar İstanbul'da. O otobüsten iner, o tramvaya atlarlar, Üsküdar'dan Kadıköy'e tabanvay yürüyüp motora/vapura binerler. Bir roman kahramanıdır İstanbul da. Can yakar, yaralar, nefes olur, yer yer bir kadeh rakı olur.

Aynı tadı aldım Muhsin'in hikayesinde de. 32 yıllık ömrümün hatırı sayılır zamanlarının geçtiği mekanlarda, İstiklal Caddesi'nde, Nevizade Sokak'ta, Tünel'den Karaköy'e inen yokuşta, Sirkeci kalabalığında, vapurlarda, bir film izler gibi okudum, takip ettim Muhsin'i. Boşa demiyorum hayatıma yeni bir insan girmiş gibi hissediyorum diye; bundan sonra Balık Pazarı'yla Nevizade'nin kesiştiği köşedeki masaların önünden geçerken Muhsin'i hatırlamamak ne mümkün? Hani desem ki birine "hadi bu akşam Muhsin'in taburelerine gidelim" diye, kim anlar? İşte derim ki, bence tanıyın Muhsin'i.

Şimdi bir de ikinci öykü var ki, kitaba adını da vermiş Gökyüzü Sineması. Ferhat, Muhsin'den bu kadar çok bahsedip sana ne çok haksızlık ediyorum aslında ama gönlüm kaldı onda, ne edersin?

Kitap sonlarına düşülen birkaç satır not da, yine bir roman kahramanından yadigar...

Canı yanan, yaralı iki insan Muhsin'le Ferhat. İkisinin hikayesini de üst üste okuduktan sonra bende kalan tek: koca bir sızı. Öyle ki elini atsa biri yemin olsun dokunabilir.

24 Ocak 2013 Perşembe

Zorba üzerine iki kelam...

Bazı romanlar hakkında yazmak ne zor. Hâşa deyip oturası geliyor insanın. Bitireli günler oluyor, geçiyorum yazı masasının başına, kitabın hakkını verecek iki satır yazayım diyorum, yok! Eğreti kalıyor, sevmiyorum, romandaki kadar samimi ve güçlü bulmuyorum yazdıklarımı ve siliyorum. Madem öyle dedim, ben de bu çaresizliğimi anlatayım.

Bana sorarsanız biraz yürek ister Aleksi Zorba'yı okumak. Çok yürekliydim, üstelik biri on sene kadar evvel, biri de geçenlerde olmak üzere iki kere okudum, demek istemiyorum. Bendeki olsa olsa ateşin üzerine odun atmak olabilir. Cevabı bulunmamış soruları hala kendime sorabilmedeki "açık yaraya bıçak sokma" haline duyulan sadistçe bir merak, yüreklilikten ziyade. Ama yine de sözümün arkasındayım, yürek ister bu romanı okumak. Neden mi?


Özgürlükten başka içine çer çöp herşeyi attığımız hayatlarımızı hallaç pamuğuna çevirdiği için. Eğer okuduklarınız boğazınızda kalırsa bir tükürüğe bakar çıkarıp atmak; lakin sindirmeye bakın. Büyük büyük lokmalar... Kolay değil bağırsaklara kadar yürüdüğü yol. Ha sonuçta orda da akıbet aynı, bir bok çukuruna dökülüyor belki yine herşey ama yok aynı değil. Bağırsaklara kadar yürümeyi başardıysa vücuda giren, kana karışacak bir şeyler bırakmıştır geride. İşte o noktada, geçmiş olsun!

Kölelik ve özgürlüğün kantara çıktığı terazide köleliğin hep ağır geldiği nesilleriz biz. Bilekteki zincirlerin kırılmasının özgürlük olduğu zannına bir süre kanıp şimdi şimdi aymaya başladık o zincirin hala orda olduğuna ve farkın sadece, zincirlerimizi ellerinde tutan gücün hemen dibimizde değil, uzağımızda durarak oyun alanımızı biraz daha geniş tutmasından ibaret olduğuna. Onca paranın, onca sosyal ve ekonomik imkanın içinde bile neden boğuluyor olduğunu çözemeyen suretini görüyor insanoğlu, her sabah işine gitmek için çıktığı ev kapısının dibinde duran boy aynasında.

İşte bu yüzden yaşamaktan bahseden biri çıkınca karşımıza affalıyoruz. Ahkam kesmeye meraklı, filozof kılıklı çok bilmiş kelime cambazlarından farklı, parmak sallayan değil, günahıyla sevabıyla yaşanmış hikayeler anlatan biri...


Kitabın içi çizilmiş onlarca satırla dolu. Başlarken elime aldığım kurşun kalemin boyu açıla açıla ufaldı üç dört hafta boyunca. Evet, üstelik normal okuma tempoma göre oldukça da uzun sürdü bitirmem. Lakin zor okunur olduğu için değil, bazen hep ileriye doğru değil de, geriye doğru da ilerlemek istediğim için.

Bakıyorum altı çizili satırlardan hangisini paylaşsam diye. Bir alıntısız bitirmeyeyim yazıyı diyorum. Ve fakat birinde karar kılsam yan sayfadaki çeliyor aklımı, sonra o derken bir başkası... Sonra "hadi" diyorum "yine yazar Kazancakis kendi cümleleriyle anlatsın kahramanını".

Geç uyudum. "Hayatım boşuna geçmiş" diye düşünüyordum; elimde olsa da bir sünger alıp bütün okuduklarımı, bütün görüp işittiklerimi silsem ve Zorba'nın okuluna girip büyük ve gerçek alfabeye başlasam! Ne kadar değişik bir yola girmiş olurdum! Beş duygumu ve bütün tenimi, sevip anlamaya iyice talim ettirmiş olurdum. Koşmayı, güreşmeyi, yüzmeyi, biniciliği, kürek çekmeyi, otomobil sürmeyi, atıcılığı öğrenirdim. Ruhumu tenle, tenimi de ruhla doldururdum; kısacası, içimde barıştırırdım bu yüzyıllık iki düşmanı...

20 Ocak 2013 Pazar

"Ben en iyisi gidip çay suyu kokayım"la biten bir yazıdan ne beklersiniz?

Biraz sıkkın ve yorgunum. Sert bir koyu kahve tadında zihnim ve içim... Bazen yazının bizzat kendisinden sebep, bazen kapının dışında akıp giden hayattan... Ama yine iç dökmek için de dönüp dolaşıp geldiğim yer kürkçü dükkanı, yazı masası. Çivi çiviyi söker mi? Söksün bir zahmet! Tamamen iç dökmek maksadıyla yazılmaktadır bu yazı; sonunda uzay boşluğundan bile çıkabilirim, söylemedi demeyin! Fotoğraflarsa gönlümden kopanlar...

Çok kısa bir sürede benim için çok büyük anlamlar ifade eden bir dostum biraz rahatsız. Tüm kalbim ve enerjimle iyi olması, kötü şeylerle karşılaşmaması için duacıyım. Tanıştığımız zamandan beri hep hayalini kurduğumuz bir yolculuğa geçen hafta hastalık sebebiyle çıkmış olmanın burukluğu üzerimde. Ama sonuç güzel olacak, inanıyorum çünkü o her şeyin en iyisine layık.

Benim cennetim...

Yazmakta olduğum hikayenin sonlarına yaklaştıkça manik depresif hallerim derinleşmeye başladı. Hani bir gün bir soran olursa "sizin doğum nasıl oldu" diye, derin bir iç çekip "sancılı oldu" diyeceğim, kesin. "Ne kadar doğum sancısı varsa hepsini çektim kardeş!" Yazarken, günlüğüme kendimle ilgili anldığım notlar aman bir gün kimsenin eline geçmesin, vallahi utanırım yani o derece. Böyle zamanlarda Kafka'yı vs. daha bir iyi anlıyor insan. "Benden sonra yakın her yazdığımı" diyen adama saygı duyacakmışın arkadaş, varsın eksik kalsın tüm dünya. (Muhtemelen düzelince bu satırlar yüzünden kendime baya bir saydıracağım ama şimdilik mazur görün).

Adile Naşit'ini arayan Münir Özkul... Son zamanlarda sevgiye dair duyduğum en güzel ifadelerden biriydi. Söyleyip de yüzümü güldürene selam olsun!

Hayatımın en mis kokulu narenciyeleriyle bu sene tanıştım.

2012'nin son günlerinden beri günlüğüme, ajandama, elime geçen her kağıda "2013'ün sonlarına doğru Edinburg'a gitmek istiyorum" diye not yazıyorum. Kaç kere söylemek gerekiyordu bir şeyin olması için? Ben o sayıyı çoktan geçmiş olabilirim de... Bir buraya yazmamıştım, o da oldu. Edinburg'a gidecek ve bu çok sevdiğim The Illusionist filminin DVD'sini sokakta karşıma çıkan ilk çocuğun eline tutuşturacağım. Dileğimin gerçekleşmiş olması şerefine hayata minik bir teşekkür olarak...

"Benim kendi gönlüm küsmüş bu ülkeye, başkalarının barışmasını nasıl isteyeyim ki" son zamanlarda twitter'da okuduğum, fikrimi/zikrimi o kadar net ifade eden bir cümleydi ki! Nasıl bir yorgunluk bu ülkede yaşamak?

Acil bir rakı sofrası lazım bana. Masanın diğer ucuna İstanbul'dan istediğim dostumu da göndersin bu sofrayı kuracak olan kişi bir zahmet. Çook özledim kendisini.

Evet, yazın aynı şu karede olduğu gibi...

Bugün biri beni arkadaşına şu cümleyle tanıttı: kendisi kışın bile denize giren bir kişiliktir. Tüm sıfatlarımdan önce bu şekilde anılmaktan hiç rahatsız olmadım, biline. En son 16 Aralık'ta denize girmem pek sükse yaptı Datça sosyetesinde:)) Aralarında yazın bile denize girmekten 'ürperen' ciciler mevcut çünkü:)

Datça'da bir tane daha karşıma "siz buralar için biraz genç değil misiniz?" diyen çıkarsa tüm hanımefendiliğimi kaybedeceğim. Sanırsın yaş ortalaması 80 ve ben de burda yaşayan tek gencim. Hayır, bir de ayrıca belki ruhumun nüfus kaydı 1860, sen ne biliyorsun yani!

Kukla Ustası...

Yeni yılda okuduğum ilk kitap Kukla Ustası diye harika bir masal kitabıydı. Hakkında şuraya yazdım, dileyen buyursun.

Yılbaşı ağacım hala evin en itibarlı köşelerinden birinde arzı endam ediyor. Biri ben uyurken gelip kaldırsın yoksa benim yaşadığım evden zor kalkar o ağaç.


!f İstanbul Film Festivali'nin son üç günü beş film İstanbul'la eş zamanlı olarak 29 ilde gösterilecek ve bunlardan biri de Datça. Üstelik filmler sonrası yönetmenlerle yapılacak olan söyleşiler de netten canlı izlenebilecek. Üzerine kaymak da olsun mu? Olsun:)

11 yaşımda sobalı evimizden taşındığımızdan beri soba soba diye inleyen ben, bir yerim şişmeden buldum yine bir sobalı ev. Benimki değil ama sıcacık başka bir anne evi... İçimdeki 5-6 yaşlarındaki Zeren çok mutlu bu işten.

Bütün cümleler bir demliğin ucunda bitiverir oldu bende bu günlerde.

Neyse korkulan olmadı, uzaya muzaya çıkmadık, kendi mahallemin etrafında dolanarak bitirdim bu yazıyı. Peki rahatladım mı? Valla orasını şu an hiç bilemiyorum. Ben en iyisi gidip bir çay suyu kokayım.

21 Aralık 2012 Cuma

Çatıkatından bildiriyorum!

Çay demlemek üzerine bir roman yazılsa diyorum kendi kendime; dışarısı şimşek, yağmur, fırtına gümbürder, ben battaniye altına gömülmüş, elimde sıcacık bir bardak çay otururken. Hemen arkamda ocaktaki demlikten gelen tıngırtılar söyletiyor bu cümleyi biraz da, biliyorum. Aslında bir yanım elimde tuttuğum romanın pekâla da böyle bir roman olabileceğini bilerek söylüyor bunu. Çay demlemek üzerine demeyelim de, "bir çay suyu koyayım da ocağa, içeriz" cümlesinin suya atılan ilk taş misali bünyede kalbe doğru derin dalgalar, sıcaklıklar yarattığı bir roman elimdeki... Çatıkatı Aşıkları...

Şükran Yiğit'i çok sevdiğimi söylemiş miydim? Evet söylemiştim. Yaz ortasında Ankara, Mon Amour!'u okuduğumda, tek romanla bile emin olarak söyleyebileceğim bir gerçekti bu. O zamandan beri alıp da okuyacağım Çatıkatı Aşıkları'nı. Ah! Her kitabın bir zamanı var bla bla zırvalığını(!) - ki benim çok söylediğim bir şeydir bu - çöpe atıyorum şu an. Bu kitabı okumadığım her gün için hayıflabilirim çok rahat.


Neden bu kadar etkilendiğimi soruyorum kendime. Çünkü içimdeki dalgalanmaların karşılığını bulmam lazım. Öyle çok yerime dokundu ki bu romanın içindeki hikayeler, abarttığımı düşünen olacaktır belki ama ne gam, resmen fiziksel bir acı hissettim bedenimde. Etkili bir roman okumanın hazzını hatırladım bir yandan ve aslında okumanın ne kadar sıkıntılı bir şey olabileceğini de... Resmen canım acıdı, olur mu böyle şey?:)

Hele bir tanesi var ki... 251 sayfalık romanın belki 7-8 sayfasını kaplayan kısa bir hikaye ama tabir-i caizse hallaç pamuğu gibi attı beni. Sadece acıttı, hüzünlendirdi, üzdü demek çok eksik ve çokça da haksızlık aslında. Romanın tamamına yayılmış olan umut, teslimiyet (hayata ve aşka), sabır, metanet, tek bir ânın mutluluğunu koca bir ömre yayabilmedeki derin tutku, bağlılık...

Bir yeri var paylaşmadan edemeyeceğim. Kurguya dair bir ipucu bilgisi içermez, rahatlıkla okuyabilirsiniz.

...Terziden en kısa zamanda elbiseyi bitireceğine dair söz aldıktan sonra, eve dönüp bir ekmek pişirdi.

Unu iki kere eledi, sonra suyla yavaş yavaş besleyip, dünyanın suskunluğunda ağır ağır, telaşsız, dingin bir edayla yoğurdu hamuru ve karşısına oturup mayalanmasını, hamurun zamanının gelmesini bekledi. Sonra kekik koydu içine, birkaç damla zeytinyağı damlattı ve yine aynı iç huzuru içinde tekrar tekrar yoğurdu hamuru. Sonunda yuvarladı ve bir kerede şekillendirdi. Tekrar baktı eserine ve mutlu olduğunu düşündü. Son olarak hamurun üzerine çörekotu ile "HAYAT" yazdı ve akşam çökerken mutfak masasına tek başına oturup ağır ağır, düşünerek ve her lokmasına şükrederek yedi ekmeği. O, o güne kadar yediği en güzel ekmekti. Feride ondan sonra bir daha hiç öyle güzel bir ekmek pişirmedi.

Kitabı şimdilik bir kere ama içinde bu satırların da geçtiği hikayeyi üç kere okudum. Bir kadına hayatının en güzel ekmeğini pişirten şeyin aşk olduğunu biliyorum. Duygularını mutfakta elleriyle hayata akıtan bir kadının ruhuna aşk düşünce o mutfağın nasıl bir mâbede dönüşebileceğini de çok iyi biliyorum ama bu kitabı okurken canımı bu kadar acıtan şeyin de yine bu olduğunu çok iyi biliyorum.

Bir nevi bir çatıkatı güzellemesi de diyebilirim aslında bu roman için. Yıllarca kendine ait bir yaşam alanı olmasını çok istemiş ve sonunda da buna ufacık bir çatıkatında sahip olabilmiş biri olarak ayrı bir hazla da okudum bu kitabı. Yan yana iki çatıkatı penceresinin adeta bir roman kahramanı gibi yer aldığı tüm satırlarda kendi çatıkatı pencereme düştü biraz da gözlerim. Hemen karşıda, penceremde ışığı görür görmez bana seslenen bir Süreyya Ablam olmasa da, benim de hemen yanımdaki çatı dairesinde en az onun kadar samimi ve candan bir evsahibim, Olcay Ablam var:)

İnsan sevdiği roman kahramanlarının alışkanlıklarını da kapıveriyor bir anda. Kitapların başına alındığı tarihi ve yeri muhakkak not eden ben, bundan sonra son sayfaya romanın bittiği tarihi, saati ve bazen de hissiyatımı yazacağım, tıpkı Mercan'ın da yaptığı gibi.

Ve hissiyatım: kimse kimsenin canını bu kadar acıtmamalı!

30 Kasım 2012 Cuma

Aşkın romanları

Yekta Kopan'ın bu yazısını okuduktan sonra aklımda uçuşmaya başladı düşünceler. Aşkların romanlarını düşünmeye başladım. Yazının bu konuyla hiç alakası olmamasına rağmen muhtemelen Pal Sokağı Çocukları'nı hatırlamış olmanın sebep olduğu bir çağrışımla gidiverdi aklım bu zamandan öteye. Pek çok şeyin romanıydı çünkü Pal Sokağı Çocukları; çocukluğumun romanı, arkadaşlığın romanı, masumiyetin romanı, savaşa karşı tüm zorluğuna rağmen barıştan yana olmanın romanı ve daha kişisel bir hikayede bitmiş bir sevdanın paylaşılmış son romanı.

Her aşkın bir coğrafyası olduğundan bahseder Altın Kafes'te Nazlı Eray. İlk okuduğumda bu sayfaya yazmış olduğum gibi o aşkın yaşandığı sokaklar, evler, sinemalar, şehir/ler, kafeler, kaldırımlar o aşkın coğrafyasıdır ve işte tam da bu yüzden aşk gittiğinde dar gelir bu mekanların her biri. Bazen kesişir aşkların coğrafyaları, bazen de tertemiz yeni coğrafyalar edinir kendine.

Tıpkı bunun gibi aşkların romanları da var aslında. Birlikte okunmuş, birlikte alınmış, hediye edilmiş, hayatların birbirlerine ait olunmadığı zamanlarında külte dönüşüp sen de oku diye ödünç verilmiş, altını çizdiği satırlardan O'nun izini sürmeye/anlamaya çalışılmış, üzerine kendi altı çizik satırlarının yaratıldığı romanlar...

Kitaplar...

Her yaş üzerine yapışmış yeni hikayelerle atıyor yukarıya kendini. Acı, tatlı, kırık, sahici... Ve her roman kendi hikayesinin haricinde bir de okuyanın o dönemki hikayesini biriktiriyor üzerinde. Bir zamanlar, her yıl dönümünde geride bıraktığımız yıl kadar kitap hediye eden bir sevgilim vardı örneğin. Kitap Fuarı'nda tanışmayla başlamış bir ilişkiden tam da beklenebileceği gibi belki de:) Alacağım hediyeyi önceden bilmek hiç bu kadar keyif vermezdi. Gülümseyerek hatırlıyorum şimdi bu hikayedeki naifliği.

Aşkın coğrafyası yazımda yazdıklarımı bugünümden okuyunca da bir garip oluverdim. Bir seneyi aşkın bir sürede gitmelere uzak bir ruh halinden, sadece gitmenin ruh haline atlamakla kalmadım gittim de üstelik. Gerçi gidişimin o yazıda bahsettiğim türden bir kaçışla hiç alakası yok. Artık kendimi hiç ait hissedemediğim bir 'dünya'dan uzaklaşmak, kendimi uyumlandırabildiğim bir coğrafyayı bulabilme arzusuydu benimki. İşte yazının sihirli değneği... Unutmaya mahkum olduğu anlara nasıl da taşıyıveriyor insanı. Ve hayatımızda hiçbir şey olmadığını, değişmediğimizi, herşeyin hep aynı rutinde gittiğini sanırken aslında nasıl da değiştiğimizi gösteriyor yazı.

Burada yazdığım yazmadığım öyle çok âna gittim ki bugün tek bir yazının düşündürdükleriyle, hatırlanmak istedi sanırım bazı anılar, insanlar... Acı-tatlı beni ben yapan herşeye ve herkese selam olsun!

9 Kasım 2012 Cuma

"Winter is coming" diye diye...

Bir güneş, bir deniz, bir bulut yetiyor aslında çoğu zaman hayat güzel demeye. Hayat güzel, dünya güzel, sadece biz arada saçmalayıp zorlaştırıyoruz, o kadar!


Ya da eve gidip, ocağa bir çay suyu koyup, kitabın müziğinle koltuğa gömülmenin hayalini kuruyorsun, dışarıda belki onlarca saçmalığın arasındayken. Koca bir demlik dolusu çayın tüm insan deliliklerini kapının dışında tutmadaki gücüne şaşıp kalıyorsun. Gözünün önündeki sihirleri göremeyip de hep göğü delen, toprağı yaran mucizelerin peşindeki şeye de insanoğlu dendiğini bir kere daha hatırlıyorsun.

Oturduğum minik çatı katının balkonunun üzerinde tente, şemsiye vs. olmamasından sebep, gökyüzü hareketlerini tüm detaylarıyla izledikçe sanki 32 yıldır bu dünyada yaşamadım da yeni ayak bastım gibi hislere kapılıp gördüklerime abartılı tepkiler verebiliyorum bazen. Gökyüzünün Datça'da yere daha yakın olduğuna yemin etsem başım ağrımaz. Bazen bir bulut geçiyor balkonun önünden (evet, üzerinden değil önünden) az yanaşsa üzerine atlayacağım neredeyse.

Az yanaşsa atlayacağım...

Ömrüm boyunca ilk kez bu mevsimlerde Ege'de - mevsim güz olunca fark önemli olduğu için - hatta güney Ege'de bulunuyor olmamdan, doğanın şehir hayatı haricinde nasıl bir dönüşümden geçtiğine şahit oluyorum. Güneşin olduğu günlerde gündüz hala denize girmek mümkünken akşam en büyük keyfiniz bir kase çorba ve battaniye olabiliyor. Ama bir sonraki akşam bir bakmışsınız askılı tişörtle balkonda sere serpe oturuyorsunuz.


Belli ki Datça'da asla yazla bağını koparmayan güzler yaşansa da ben artık Kasım itibarıyla kendimi kışın gelişine usul usul hazırlıyorum. Kış ritüelleri... Aylardır mutfağıma uğramayan çorbaların, çoğu akşam yeniden ocakta tütmeye başlaması örneğin. Sadece bir iki kase çorbayla geçirilen kış akşamları... Midenin yorulmadığı bir bedenin, kitaptı, filmdi, çaydı derken battaniye altında kolayca uykuya teslim oluşu...


Aslında belki tüm dış sesleri susturup bedeninin sesini dinlese insan, bütünsel rahatlamaya da daha kolay ulaşır. Yazın tüm o hareketliliği, ışıl ışıl canlılığı, geç kararan günlerle ileri çekilen uyku saatleri, içilen içkileri de, uzun süren keyifli sofraları da kendi içinde kolaycacık eritiyor. Beden yediğinden de, içtiğinde de aldığı hazzı kendi canlılığında keyfe dönüştürüyor.

Lakin kış daha hantal, daha bir kalorifer kenarına kıvrılan kedi homurtusunda. İçimiz de dışımız da hep sıcak olanları arıyor. Benim evde her akşam bir sonraki akşamın çorbası kaynıyor ocakta. Üşüyüp de bir an evvel eve vardığında bendenizin ancak bir çorbanın 5 dakika ısınmasını bekleyecek kadar sabrı oluyor çünkü:)


Velhasıl bol bol kitap, film stoklamalı. Hele de gökgürültüsü ve şimşeksiz yağmur yağmayan bu Ege toprağının uğultulu gecelerini sabaha kavuşturabilmek için bir kağıda kaleme, bir de kitaplarla filmlere çok ihtiyaç olacak belli ki.

İki tane de film tavsiye edeyim oldu olacak. Kendinize bir iyilik yapın, Ken Loach'un Angels' Share ile Wes Anderson'ın Moonrise Kingdom filmlerini seyrediverin, tabi hala seyretmediyseniz. Her ikisi de yürek yoğuran cinsten, çok naif filmler.

Bundan sonra artık Angels' Share'i izlemiş biri olarak evimde pişen yemeklerden, içtiğim çayımdan kahvemden eksilen, uçup giden bir şeyler olursa asla ne oldu demeyeceğim. Meleklerin payıdır o! Dedim ya, izleyin:)