5 Haziran 2012 Salı

Apoletlerinizi sevmiyorum, sahici olanı alayım!

Araya koca bir haftaya yayılan hapşırık, tıksırık yüklü bir hastalık girince yazmak mümkün olmadı tekrar. Aslında bir önceki yazıdan devam etmek istediğim söyleyeceklerim vardı daha. İnsan olmak ve hakikilik üzerine...

Genelleme yapmayı pek sevmem ama yine de şöyle bir öngörüm var. Doğaya özden ne kadar yakınsa bir insan, kendiyle de, etrafıyla da, insanlığıyla da daha barışık ve dolaysız oluyor sanki. Zorla değil, içten, yürekten gelen bir sevgiyle toprakla uğraşan, denizin nimetlerine yaşamını açan, domatese, salatalığa, ağaca değen insan, o doğallıktaki temiz enerjiyi ruhuna katmamazlık edemez gibime geliyor. Doğaya hükmetmek değil, o hükmün bir parçası olduğuna inanmak...


Geçen haftaki köy gezimde, zaman zaman zaten hep düşündüğüm bu konuları tekrar hatırlamama neden olan bir iki insanla tanıştım. İçinin nurunun yüzüne yansıdığına inandığım insanlar vardır kesinlikle. Üstüne bir de yaşın getirdiği bilgelikler eklenince...

Geçenlerde konuştuğum bir tanıdık, önünde saygı duruşu yapıp yerlere kadar eğileceğim Sean Penn'in muhteşem filmi Into the Wild'a da gönderme yaparak "o filmdekine benzeyen bir halin var senin, bir şeyden kaçıyorsun ama ne olduğunu anlayamadım" dedi bana. Dışardan belki öyle görünebilir ama aslında kaçmıyorum, arıyorum. Ve insan, aradığı şeylerle karşılaştığını gördükçe 'arıyor olma halinin' daha çok farkına varıyor.

Taşa, toprağa, havaya, hayvanlara, denize yakın olmak... Hayatımı, ruhu balgamlar içindeki insanların tükürüğe boğmasını istemiyorum artık. Şehirlerde ayakta kalabilmek, varolabilmek için dişlerini sivriltmesi gereken ve hatta o dişleri kullanma zorunluluğunda olan bir yaratık türü artık insanoğlu. Bu iş hayatında da böyle, özel hayatlarda da. Acımasızlık, doyumsuzluk, yetmeme, hep daha, daha, daha fazlasını isteme... Daha çok para, daha çok ten, daha çok kadın, daha çok erkek, daha çok mevki, daha çok itibar... Niceliğin yanında niteliğin suratına bile bakılmayan bir düzen.

Bazı erkekler var örneğin, böyle omuzlarından tutup "bir sakin ol, bak tamam söz sana, bütün kadınlar senin olacak ama gözünü seveyim bir rahatla, sakinleş, nefesini bir düzene sok" deyip içlerindeki o çözemediğim 'o da olsun, bu da olsun' halini rahatlatmak istediğim. Aynı şeyi yapan kadınlar da vardır belki, derdim cinsiyetçilik yapmak değil, insan. Neredeyse herkesin artık birbirine "sevgilim olur musun?" diye değil, "yedeğim olur musun?" diye soracağı bir hale gelmesi sevginin hüküm sürmesi gereken tüm anların ve hallerin. 1. yedek, 2. yedek, 3. yedek... Şansın varsa bilirsin kaçıncı yedek olduğunu. Değil başıma böyle şeyler gelmesini, ben bu yapaylıklara şahit olmak dahi istemiyorum artık.

Hayalim...

Yürüyüş yaptığım sabahlarda sahile minicik tekneleriyle yanaşan o karı kocayı ne zaman görsem, alacağım olmasa da sırf aralarındaki o sessiz ama bana çok samimi gelen iletişimi izleyebilmek uğruna balık almaya gidiyorum yanlarına. Adamın balığı ayıkladığı o 10 dakikalık süre içinde muhabbet edip hayatlarındaki tüm meselenin, denizin onlara bir gün sonra sunacağı nimetlerden çıkacak rızka bağlı olduğunu görmek... Birinin 'hanım'ından, diğerinin 'bey'inden söz ederkenki saygısına tanık olmak...

- Allah bize çocuk vermedi be abla. Ama biliyon mu şu denize o kadar tutkunum ki çocuğuma denize verdiğim emeği veremezdim belki de. İçimi bildiğinden yukardaki, sen elindekiyle yetin demiş de olabilir bana. Ben hanımı bile beğendikten sonra görüşmeye ilk denize getirdim onu.

- He ya, mayonu da al gel deyince şaşırdım ilk. Başkası olsa "ahlaksıza bak sen" derdim de, bizim köyün bildik 22 yıllık çocuğuydu, bilmeyen yok bunun deniz sevdasını, diye gülümseyerek anlattıkları, dinlediğimde içimi yıkayan bir diyalog... Hayata ve onun sunduklarına sakince teslim olmak, yırtmamak, yırtınmamak, sahip olduklarını sevmek, onların kıymetini bilmeye çalışmak, bardağın hep dolu tarafını görmek... Ama ne yazık ki artık marifet, sahip olamadıklarına odaklanıp sürekli şikayet etmekten geçiyor.

İşte bir bu insanlara bakıyorum örneğin, sonra da Camus okumuş, Sartre okumuş, Kafka okumuş ama sadece okumuş o 'şehirli' insanlara. 20'li yaşları boyunca bu amcaların söylediklerini çok önemseyip yaşamını onların dertleriyle, sorularıyla dolduran ve hayatına da bunları doldurmuş insanları tercih eden ben (otomatik bir çekimdi de bu bir nevi), şimdi 30'ların başında artık ne istediğimi daha iyi bildiğimi düşünüyorum. İçlerine hiçbir hazzı, okumuşluğu, birikimi işleyememiş insanlardan uzak olmak istiyorum. Ne kadar 'birikimli' olduğunu, çantasındaki tüm 'ganimetlerini' yere sererek göstermeye çalışan bohçacı teyzeler gibi ortaya döken bu beyler ve bayanların içi kof şekilciliğinden gına geldi artık. Ağır geliyor yapaylıkları. Bir insanın hayatla kurduğu bağı entellektüel seviyesine göre belirlemek... Sadece minicik bir toplu iğneyle patlatılabilecek kocaman bir balon bu. Özünü, temelini sağlam oluşturamamış insanların üzerlerine yapıştırdıklarında 'şık' duracağını düşündükleri sahte entellektüel apoletler sadece. Bizim memleketimizdeki üniforma aşkı gibi. Görüntüyü "afilli" yapalım, içini doldurmasak da olur.

Ben tam bu yazıyı yazarken yazıştığım bir arkadaşımın sorduğu soru: çoğu arkadaşım Bach dinler ama kaçının yüreği o coşkuyla dolar, haz duyar? Bulamadım.

Çünkü bence bir "Bach dinliyor olmanın etiketi" var, bir de "Bach dinlemeyi sevmek" var. Coşku, haz ve tutkunun ikincisinde saklı olduğuna inanıyorum ben. Hani matematikte kullandığımız "büyük > / küçük <" simgeleri vardır ya, "Bach'ın kim olduğunu bile bilmeyen insanlar" > "Bach dinlemenin apoletlerine hayran insanlar".

Ne sebzenin, meyvenin doğal olanına uzak yaşamak istiyorum artık, ne de insanın.

12 yorum:

Bugday Tanesi dedi ki...

Bu yazı hakikatli olmuş, okunur okunur ve bir daha okunur.

zero dedi ki...

Teşekkür ederim canım. Burda bazı şeylerin nasıl da tak etmiş olduğunu daha iyi anlıyorum.

Leylak Dalı dedi ki...

Zero mezarlık kapılarında yazdığı gibi, böyle giderse sayende "Her fani bir gün Datça'da yaşamayı tadacaktır" :)) İmreniyoz be aplaB) Ayrıca ne kadar doğru konulara parmak bastığını söylememe gerek yok sanırım, çok güzel bir yazıydı, her zamanki gibi...

Adsız dedi ki...

Bu ilk yorumum size ama hep okuyorum.yüreginize sağlık evet defalarca ikynası bir yazı,sevgilerimle...Asis

Çileksuyu Sibel dedi ki...

Cok guzelsinnnn..yazin da sende...senden daha cok olsa,bu dunya cennetlik olur,her yer de datca kadar keyif verir be canim...

Tully dedi ki...

Sana ne kadar özeniyorum bir bilsen, seni okurken hep sessiz sedasız uzaktan okuyayım dedim ama artık herseyi silip bastan başlamak istediğim bugünlerde yazdıkların daha da oturdu icime:(((keske senin kadar cesareti olabilseydim:((

A-H dedi ki...

sen hep boyle yaz bizde hep boyle okuyalim mutlu mutlu :)
sana Datca ayri bir yaradi mi ne ;)

gözde dedi ki...

Zerenciğim,
Yazı yazmak ayrı birşey. İçindekileri,anlatmak istediklerini okuyana geçirmek bambaşka bir yetenek.Çok güzel bir yazı olmuş. Okurken gözlerim doldu.Gerçekten çoğu şey yapay ve bir süre sonra insan alıştığından, normali buymuş gibi geliyor.Eline ve yüreğine sağlık. İnşallah Datça'ya gelir ve seninle tanışırız. İstanbul'da tanışamadık, Datça'da kısmet olur belki:) Sevgilerimle Gözde

Zeynep dedi ki...

Zero ne güzel ifade etmişsin;yıllarca okuma,özümseme sevdamı kimseyle paylaşamadım,bu benim hayatımın bir parçasıydı.Dediğin gibi haz duymadan,hayatının bir parçası haline getirmeden insanlar bunu etiket olarak görüyorlar.Böyle insanları gördükçe sanırım duygularımı,düşüncelerimi paylaşmayı hep erteledim,korktum benzemekten.
Hep doğallıkla iç içe kalman dileğiyle...sevgilerimle.

Köklerden Uzağa dedi ki...

Off.. Yıllardır isyan ettiğim bir konuyu-etiket/apolet merakı- derleyip toparlayıp su gibi yazıvermişsiniz.
Ve çok güzel anlatmışsınız gerçek erdemleri.
Sırf bu nedenlerle istiyorum oğlumun "sahici bir kasabada" ilkokula başlamasını.

BAYKUŞ GÖZÜYLE... dedi ki...

Yazının sonunda derin bir nefes alıp, bıraktım...ne diyeyim ki son sözün her şeyi anlatmış.

Yukarda bir yorumda olduğu gibi senden daha çok lazım bu evrene Zerenciğim:)
Yürekten sıcacık sevgilerimle güzel insan!...

Adsız dedi ki...

Sizi okumak ne guzel.
Tesekkur ederim yazilarinizi bizimle de paylastiginiz icin.

Yagmur