
Sevgili Takuhi Tovmasyan, o çok özel eseri Sofranız Şen Olsun'da okuyucularına yazdığı hoşgeldiniz yazısına bu cümlelerle başlıyor. Tüm kitap boyunca anlatacağı şeyi muştuluyor aslında bu cümlelerle. Yemeklerin yanındaki muhabbeti, muhabbetin özündeki insanı, insanın ihtiyacı olan samimiyeti...
Basıldığı 2004 yılından bu yana kalbi mutfakta çarpan her yemek tutkununun er ya da geç bir şekilde duyduğu, tanıştığı, önemsediği bir kitap oldu Sofranız Şen Olsun. Basıldığı yılın yani 2004'ün Aralık ayında tutkularımı anlayan, sadece yemeklerle değil, yemeklerin hikayeleriyle de ilgilendiğimi bilen özel bir dost tarafından hediye edilmişti bu kitap bana. Sonrasında bu kitabın sayfalarından çıkan yemeklerle donatılmış pek çok sofrada oturulmuş, yine bu sayfalarda anlatılmış hikayeler lokmalar eşliğinde defalarca anılmış, anlatılmıştı; hatta benzer hikayelerin özneleri olmuş özel insanlar tarafından kendi hikayeleri de paylaşılmıştı. Kitabın satırlarında her dolanışımda, bizler yeni nesiller olarak bu yemeklerin aynılarını yapsak da asıl bu hikayelerin benzerlerini yaratıp yaşatabilir miyiz, işte ondan pek emin değilim diye düşünmüşümdür hep. Okumuş olanlar ne demek istediğimi çok iyi anlayacaktır.
İlginç bir şekilde son bir haftadır Takuhi Tovmasyan'ı ve Sofranız Şen Olsun'u defalarca anmama neden olacak birkaç olay hep ardı ardına geldi. Geçen hafta eğitimimin de ilk günleri olmasının heyecanı ve merakıyla Mutfak Sanatları Akademisi'nin her yanını turlarken girişte yer alan koca bir teşekkür anıtı dikkatimi çekti. Mermerden yapılmış kocaman bir panonun üzerinde "Ziyeretleriyle okulumuzu onurlandıran tüm bu değerli şeflerimize şükranlarımızla" şeklinde bir yazı ve altında da bahsettikleri tüm şeflerin isimleri yer alıyordu. Boyumu fazlasıyla aşan bir pano olduğundan gözlerim aşağıdan yukarı doğru yerli yabancı pek çok önemli şefin üzerinde kayıp giderken en tepeki ismin üzerinde tanıdık birini görmenin heyecanıyla zınk diye duruverdi. Evet en tepede, bütün listenin en tepesinde sevgili Takuhi Tovmasyan'ın ismi yazıyordu. Hani kendi adımı görsem bu kadar gururlanır mıydım bilmiyorum.
O gün eve gelir gelmez ilk işim kütüphaneden Sofranız Şen Olsun'u bir kere daha çıkarmak ve uzun zamandır satırlarında selamlaşmadığımız Akabi Yaya'yla, Armaş Dede'yle, Takuhi Yaya'yla, Lusi Yenge'yle, Digin Mari'yle ve daha niceleriyle yeniden, doya doya hasret gidermek oldu. Bu kitaptaki her hikaye, her anı, her yemek yapma hali çok özel ve güzeldir de biri vardır ki, özellikle onu her defasında okumaktan büyük keyif alırım. Tovmasyan'ın, Akabi Yaya Böreği'ni anlattığı sayfalara doyamam kelimenin tam anlamıyla.
"Akabi Yaya Böreği'nin sizin bildiğiniz peynirli ve kıymalı böreklerden farkı yoktur. Bizim evde börek yapmak yayamın (ninemin) vazifesi olduğu için biz bu böreğe 'Akabi Yaya Böreği' deriz. Yemek adlarını sevdiklerimizin adlarıyla birlikte anarız. Daha doğrusu, o yemeği en iyi yapanın adıyla anarız da denebilir... Gelinleri hamur yoğurmayı, börek yapmayı üstlenmediği için bu işler Akabi Yaya'ya kalmıştı. Bir cerrah titizliğiyle hazırlanırdı hamur tutmaya. Evvela elini, yüzünü yıkar, saçlarını açar, hafifçe ıslatarak yeniden tarar, ense kökünde sımsıkı bir topuz, kendi deyimiyle fotoz yapardı. Sırtındaki yeleğini çıkarır, balkondan bahçeye var gücüyle silkeler, tekrar giyer ve üstünü başını son bir kez de gelinine kontrol ettirirdi. Olmaya ki bir toz, bir saç kalsın da ezkaza hamura karışsın. Böyle hazırlanırdı hamuru tutmaya Akabi yaya..."
Ne zaman elim bir ekmek ya da börek hamurunun içine giriverse, hep hatırlar, gülümserim bu satırları.
İşte okulun girişinde geçen hafta Takuhi Tovmasyan adıyla karşılaştığımdan beri Sofranız Şen Olsun, kütüphanedeki yerine hiç dönmedi. Başucumda duruyor, arada sürekli karıştırıp kimi gün gündüz, kimi gün gecenin bir yarısı Tovmasyan'ın aile sofralarının bir parçası olmaya devam ediyorum.
Sonra geçenlerde sevgili Leylak Dalı'nın yeni blogunda benzer bir kıymeti, sofralarla, yemeklerle, muhabbetlerle, aileyle süslü hatıraları paylaşmakta olduğunu görünce okuyup okumadığını bilmeden kendisine Sofranız Şen Olsun'u önerdim. Meğer ben kendisine bunu önerirken o elinde tutmuş, hatta neredeyse sonuna gelmiş bile. Böyle hoş bir tesadüf yaşadık.
Yemek, hazzının anlatılması çok zor olan bir yolculuk. Eğitmen şeflerimizden biri olan Osman Bahadır'ın da dediği gibi yemek, hayatımızdaki her şeyin bir tamamlayıcısı. "Obsesif bir şekilde yemeğin peşinden gitmeyin! Yazın, okuyun, müzik dinleyin, film seyredin, gezin, aşık olun... Bunların hepsini yapın ki ellerinizden çıkan yemeğe bütün bunların da tadı geçsin". Cümle bana, ama içindeki anlam sevgili şefime ait.
Ama Food and Travel dergisinde yayınlanan kendi yazısından alıntı yaparak onun cümleleriyle anlatmak da gerekirse: "Biz şefleri şef yapan, her gün işe giderken aklımızda dolaşan onlarca yeni fikri kızartmamız, sote etmemiz, fırınlamamız, haşlamamız; kısacası malzemeye yeni bir form kazandırmamız; parmak uçlarımızda domatesin çekirdeklerini hissetmemiz; mandalinanın kokusunu beynimizin en derinlerine göndererek mutfağın fütursuzca dolaşan enerjisini damarlarımızda hissedebilmemizdir."
Tam da bunların hepsini yaşayabildiğim için mutfağı bu kadar çok seviyorum sanırım. Müziğin de, sinemanın da, kitapların da, aşkın da, doğanın da, gözyaşının da, acının da, kısacası hayata dair ne varsa hepsinin mutfakta barınıyor ve yaşanıyor olmasından dolayı...