3 Mayıs 2008 Cumartesi

Nefes Alamayan Kentler

Paul Auster’ın en kendine has, en yalnız, en varoluşçu ve tüm zaafları ile birlikte belki de en ‘insan’ karakterlerinden biridir Auggie Wren. Kitaplarının arka kapaklarında “20. yüzyıl Amerikan Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden biri” olduğu yazan Paul Auster’ın ilk senaryo çalışmasından fırlamış bir karakterdir de aynı zamanda. Ana teması kentler olan bir yazıya neden onunla başlandığına gelince… Yaşadığı kentin varoluş düzeniyle varolabilen (ya da belki, kendi varoluşuna uyabilen kentlerde yaşamayı seçen de diyebiliriz), o kentin nefes alış ritmine kendi nefes alışını uyduran, tıpkı bir sevgililik ilişkisinde olduğu gibi hem alan hem veren, hem öğrenen hem öğreten taraf olan bir karakterdir Auggie Wren. İlginç bir koleksiyonerdir de aynı zamanda. Yıllar boyu her sabah saat 07.55 sularında oturduğu caddenin köşe başında fotoğraf makinesi ile belirir. Ve saati istisnasız her sabah 08.00’i vurduğunda makinesinin tuşuna basar. O günkü kadraja kimler girmiştir, hangi insanlar hangi insanlık halleri ile (gülerek mi, hapşırarak mı, somurtarak mı bilinmez) o fotoğrafta yer almışlardır? Bunları ancak Auggie Wren bilir. Hayattaki en büyük arzusu, bu fotoğraflardaki insan ve yaşam halleri ile yaşadığı kentin, o kentin insanlarının hikâyesini anlatmaktır. Böylece günler ve aylar boyu yan yana gelen fotoğraflar arka arkaya sıralandığında bir film gibi akacak ve o istese de istemese de artık bir yaşam, bir kent hikâyesi, Brooklyn’in hikâyesi anlatılacaktır.

Kent ve insan… Bu iki olgunun aslında ne kadar da birbirlerine bağlı, iç içe, ayrılmaz, kopmaz bir bütün olduğunu hatırlatan önemli bir örnek Auggie Wren’in hikâyesi. İnsanı hep merkeze koymaya, özne yapmaya alışkın biz insanoğulları, kentleri de hep kendi varoluşumuzun bir alt öğesi olarak görmeye meyilliyiz. Aslında insandır kentleri yapan, inşa eden. İnsanlar kadar kentler de bir yapıcı, bir şekillendiricidir. Yaşadığımız kentin havasına suyuna alışkındır bünyemiz. Kokusu bile bizim kokumuz olmuştur artık. Fark etmeden taşırız üzerimizde. Başka bir kente gidiverdiğimizde burnumuza geliveren farklı kokuyu algılayınca fark ederiz ilk, her kentin sahip olduğu farklı bir kokusu olduğunu. Patrick Süskind’in ünlü romanı Koku'nun baş kahramanı Jean Baptiste Grenouille gibi her türlü kokuyu algılamaya duyarlı bir burnunuz olmasına gerek olduğunu da sanmayın sakın; farklılıkları fark etmeye açık bir bilinç yeterli olacaktır, kimi yağmur, kimi ekşimtırak bir gizem kokan farklı şehirlerde aldığınız nefesin ayırdına varmaya. Örneğin kahvenin bağımlılık yapan o yoğun tadına ve kokusuna tutkun bir insanın Nepal’e sevdalanmaması mümkün müdür hiç? Ege’nin arnavut kaldırımları ile süslü, yokuşlu dar sokaklarında dolaşırken ciğerleriniz hiç mi dolmamıştır buram buram tüten o zeytinyağı kokusu ile?

Evet, insandır belki o kokuyu veren. Ama bir o kadar da o kenttir, o kasabadır insana o kokuyu verdirten. Özellikle yukarı Ege diyebileceğimiz o sahil şeridinde nesiller boyu yaşayagelen insanlar için içine doğdukları toprağın onlara doğal olarak sunduğu bir ezberdir zeytinyağcılık. Ellerine kollarına, evlerinin taştan duvarlarına, sokaktaki kaldırım taşlarına, saçlarının tellerine kadar sinmiş, bir ten kokusu haline gelmiştir. Yakışmıştır, yapışmıştır o şehre, o şehrin insanlarına. Ege’nin o yumuşak mevsimi ile, rüzgarı ile, denizi ile uyumludur, dosttur. Ve işte tam da bu nedenle o kente yakışır, o kentin sokaklarında, o kentin insanlarında bu kadar güzel kokar. Hiç düşündünüz mü, bunca sevdiğiniz o kokunun, ekşi ve acı kokuların anlamlarına tezat bir tatlılıkla hüküm sürdüğü Diyarbakır toprağında ne kadar sakil kaçacağını?


Bir doğa cennetidir Ege sahilleri. Denizi, ılık rüzgârı, dağlarından akan gürül gürül sularıyla aydınlıktır gündüz gece. Coşkunun adıdır Ege’de yaşam. Gülen yüzlü insanlardır, berekettir, dinginliktir. Bunun yanında, mistik bir doğu masalının içinde gizemli bir heyecandır Diyarbakır’da yaşam. Ateşli kavgaların, tutkulu sevdaların topraklarıdır. Sevdalar da kavgalar da dibine kadardır, ‘deli’ bir ‘kan’dır Diyarbakır’da yaşam. Şehrazat’ın masallarından fırlayıp gelmiş, destanlaşmıştır ruhlar da, hayaller de, gönüller de. Birinden birini seçmek ne mümkün? Her biri kendi içinde, her biri kendi insanına güzeldir.

Her toprak, her kent kendi bereketi ile güzel olduğu kadar, kendi insanı ile de değerlidir. Bir bakıma insanlar, yaşadıkları kentlerin nefesi, yaşam kaynaklarıdırlar. Bağından bahçesinden, parkından, ormanından önce insanlarını kaybeden kent değil midir asıl nefessiz kalan kent? Memleket sevdası da, gurbet kavramı da farklı anlamları olsa da, göbek bağı ile bağlıdırlar birbirlerine aslında. Memleket sevdası duyan insan içindir başka bir kentte yaşamanın gurbet acısı; gurbette yaşayan insan içindir memleket sevdasının yarası.

Ama insanoğlu bu, rahat durur mu hiç? Birbiri ile didişmeden, sen/ben kavgası yapmadan, hayatı kendine de başkalarına da zindan etmeden olur mu? Tarih denen kalın ciltlik tamamlanmamış romanın sayfaları yerlerinden, yurtlarından, kentlerinden edilmiş insanların, öksüz, insansız, nefessiz bırakılmış kentlerin hikâyeleri ile dopdolu.

Fazla uzağa da gitmeye gerek yok. Asırlar boyu üzerinden geçip gitmiş ve kimisi de gitmemiş kalmış çeşitli medeniyetlerin nakış gibi işledikleri çok zengin bir toprak Anadolu. İmkân olsa da dile gelse, eminim sandığımızdan çok daha fazla anlatacak hikâyesi vardır.

Zaman içinde yeni yeni kentler edinmiş, kimilerini de kaybetmiştir Anadolu. Kentlerin akıbeti de pek farklı değildir. Onlar da bir kaybedendir. Savaşlarla, kıyımlarla, göçlerle insanlarını, nefeslerini kaybetmişlerdir. Her kent kendi coğrafyasına, iklimine, yapısına göre alışkanlıklar edinir, tıpkı insanlar gibi. Cumbalı taş evlerin, bu evlerin bahçelerinden, balkonlarından sokaklara taşan Rum köylülerin o kendilerine has dilleri ile şenlendirdikleri Türkçe sohbetlerin, Rumca atışmaların bu denli yakıştığı Cunda gibi bir Ege kasabası daha var mıdır? Elbet vardır, ama bilen bilir ki Cunda da bir başka güzeldir. Bu evleri, bu insanları ile nefes alır, ruh bulur Cunda. Cunda insanı bilir ki, kıvrıla kıvrıla yükselen Arnavut kaldırımları ile bezeli sokaklarına es kaza bir beton ev dikilecek olursa, tüm o büyü bozulacaktır. Yan yana sıra sıra dizili cumbalı taş evler küsecek, yadırgayacaklardır bu değişimi. Daha bir küskün, daha bir alıngan bakacaklardır onları sahiplenmeyen insanlarına. Ne yazıktır ki, 20. yüzyılı 21’e bağlayan bu günlerin fotoğrafı, her geçen gün daha bir küskünleşen, alınganlaşan bu evlerdir. İçiniz cız eder o sokaklarda dolaşıp da, her geçen sene daha çok sayıda beton yapılaşmayla karşılaşınca. Ama ne çare, nesiller boyu o topraklarda boy vermiş, nefes almış insanlar, artık başka şehirlerde, alışkın olduklarından farklı yapılaşmaların, farklı yaşam serüvenlerinin olduğu kentlerin ‘aykırı’ları olarak nefes almaya çalışmaktadırlar. Kendi insanından koparılan kentler içinse geriye sadece onlar için yas tutmak kalır. Anadolu, bir nevi de insanlarının yasını tutan kentlerin bir bütünüdür bana kalırsa.

Aslında şöyle bir düşünecek olursak, devlet ve iktidar denen şu güç odakları, tarih boyunca dönem dönem kentlerin demografik yapıları ile oynamamış olsa, bu kentlerin bağrında büyüyüp yetişmiş insanlarını, nefeslerini başka topraklara sürülmek zorunda bırakmasa, kentler de böylesi nefessiz kalmazlardı hiç şüphesiz. Astım hastaları gibi şehirlerimiz. Kendilerine adapte olamayan, farklı farklı coğrafyalardan zorla gelmiş/gelmek zorunda bırakılmış insanların alışkanlıklarını sindirmeye çalıştıkça kusan, yorulan, bitkin düşen, yaşlanan şehirler…

İstanbul’un yapılaşma sorunları tartışılırken mütemadiyen hep şehrin boş bulduğu her yerine gecekondu kuran insandır suçlanan. Emirgan’da boğazın sırtlarında gecekondu yapan insan yadırganır, hakir görülür. Kim bilir Anadolu’nun hangi bölgesinden gelmiş bu insanların kodlarına İstanbul Emirgan’da boğaz sırtlarında hangi şekil ve koşullarda yaşanacağına dair bilgiler mi depolanmıştır? Belki kendi toprağında kalsa/kalabilse yadırganmayacak bir yaşam şekli, başka bir toprakta yadırganabilmekte ve hatta ne gariptir ki ayıplanabilmekte.

İnsan vücudunda nefes almayı sağlayan en birincil organ akciğerler ise hiç şüphesiz ki, bir şehrin ciğerleri de insanlarıdır. Biraz da anılarıdır o kentleri kent yapan ve o anıların baş rollerindeki insan da, çoğu zaman artık o anılar kadar eski ve uzaktır zamanda.

Kentleri, o kentlerin insanlarını, nefeslerini fotoğraflayan, anılaştıran bir fotoğraf sanatçısı Ara Güler. Son cümle böyle bir ustanın olsun. “Betonlaşmış bir sokağın artık anısı bile olamaz. Artık kemikleşmiş bir iskelettir, kokusu da yoktur, rengi de”.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

çOK GÜZEL BİR YAZI olmuş bu teşekkürler. Şehrin ruhunu içinde yaşayan insanlar şekillendirir birazcık. Ama bence en çok şehir insanın ruh dünyasını şekillendirir. Deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki aynı deneyim 2 farklı şehirde iki farklı duygu yada bakış açışı oluşturur insanda.Sevgiler...

zero dedi ki...

Farklı coğrafyalardaki şehirlerin, toprağın, doğanın insanlara sunduğu bereket bunca farklılık gösterirken mümkün mü şehirlerin insanların üstündeki etkiyi görmezden gelmek? Bazen düşünmüyor değilim, İstanbul gibi bir kaosun içinde değil de, sonsuz bir dinginlik içinde yaşasaydı ruhum, farklı yollara sapar mıydı, tercihleri değişir miydi diye?

Aydan Atlayan Kedi dedi ki...

Evlerin kapısından adım atar atmaz o evin ruhu nasıl kendini hissettirirse kentlerin de ruhu kendini hissettiriyor. Kentlerin içinde yaşan insanlar o kentin hücreleri gibi. Hücreler ne yönde hareket ederse kent ruhunu ona göre şekillendiriyor sanki. Çok güzel bir yazıydı.