Elimde bir kitap. Belli ki yepyeni, çünkü sayfaları yeni yeni kokuyor. İlk sayfasını çevirirken sanki “play” tuşuna basmışım gibi müzik çalarda da bir şarkı, odanın serin havasına kendisini bırakıp kulaklarıma doğru dans ediyor. Duyduğum bu ilk notalardan şarkıyı çıkarmam mümkün değil. Belki de henüz hiç bilmediğim bir şarkı. Yumuşak ama direktifler verircesine basıyor sanki piyanist piyanonun tuşlarına. Dikkatini kendi üzerinde toplamak ister gibi. Bekliyorum. Bir yanım müziğin tatlı/sert devinimleri içinde savrulurken, bir yanımsa kitabın yüzüme yüzüme merak üfüren ilk satırının cezbine kapılmış. "Her kitap akılda kalmak, yeryüzünde iz bırakmak arzusuyla yazılır. Bu hariç.”.
Zaten isminin barındırdığı müthiş metafordan bu denli etkilenmişken, bir de bu çok fazla diyorum kendi kendime. “Bu kitap okunur okunmaz unutulmak için yazıldı” diyor çünkü bir sonraki cümlesinde de. Ben hiçbir kitabı unutmak için okumam ki. Aslında benim unutmak isteyip istemediğim bile önemli değildir o okuma anı gerçekleştikten sonra. Arsız bir çocuk açlığıyla yutuverdiğim kelimelerin vücuduma girdiği andan sonraki kontrolü bende değildir. Vücudumun hangi devinimlerinden geçerek beynime ulaştıklarını ve geçtikleri yerlerde nasıl izler bıraktıklarını bilemem. Öyleyse imkânı yok, ben bu kitabı unutamam. Yazarından şimdiden özür diliyorum.
Bu arada müziğin ritminde bir değişiklik var. Ve evet, ezgiler oldukça tanıdık gelmeye başladı. Az daha beklesem söyleyeceğim şarkının adını, öylesine dilimin ucunda. Evde kalmış bir kızın tüm mağrurluğu ile yazdığı bir manifesto gibi dik başlı ve kendine güvenli çalıyor, kendi dışındaki tüm dünyaya bıyık altından kocaman bir gülümseme atarak: “Evde Kalmış Kızlar Manifestosu”. Hayır, bu şarkının adı değil, ama ben koysaydım adını, böyle derdim sanırım. Bir saniyelik bir yanılsama yaşıyorum, “deja vu” gibi. Sanki o notaları besteleyen de, o satırları yazan da benmişim gibi. O kadar bana aitler sanki.
Ve sonra aniden yön değiştiriveriyor müzik. Bir de bakıyorum ki, müzik dünyasına damgasını vurmuş kadın müzisyenlerin bir kolâjı sanki dinlediğim. Bjork’un içimde çığlıklar koparan sesini duyar gibi oluyorum derken Tori Amos çıkıyor sahneye. Hayattaki dertlerimi hatırlatıyor ve vuruyor çelişkilerimi suratıma suratıma. Sonra Diane Schuur’un dingin sesini duyuyorum, rahatlıyorum, neşe ve coşku doluyor içime, ölümsüzlük dolaşıyor iliklerimde kısa bir an bile olsa.
Müziğin akışına paralel akıyor önümden sayfalar. Virginia Woolf’un o hep uçurumun ucunda olma halini merak ediyor içimdeki bir ben. İncecik bir ipin üstünde sendelemeden başarı ile yürüyüp düz zeminde dengesini kaybeden bir insan… Bütün intihar girişimlerini, üretme sancısından uzak olduğu “iki eser arası dönem”lerde yapmış olması, tesadüf olamayacak kadar onun ruhuna has bir durum. Zelda Fitzgerald’ı okurken müziğin tonundan tutkunun ölümcül notaları dökülüyor. Okşarcasına sevmeyi bilmeyen yırtıcı tutkularım bir yoldaş buluyorlar kendilerine. Ama o yoldaşlarına bile nefes aldıramayacak kadar tutku dolular ve birbirlerini de öldürüyorlar böyle böyle. Matematikteki hesap burada tutmuyor, eksi ile eksinin çarpımı artı etmiyor.
Derken çok sesli bir orkestranın insanı müziğe doyuran ezgileri doluyor kulağıma. Ölü tek bir hücre bile kalmıyor içimde. CD’nin kapağına takılıyor gözüm. Elektrogitar çalan kadının göğsündeki yaka kartında Sinik Entel Hanım yazıyor. Çok tanıdık. Ama sanki bu orkestranın bir parçası değilmiş gibi. Çalış şekli, havası, duruşu, sanki o bütünden çıkan müziğin bir parçası olamayacak kadar sert. Rock’ın ya da punk’ın izlerini arıyor kulaklarım ezgilerde. Bu ellerin başka bir tınıyı üretmesi mümkün değilmiş gibi geliyor.
Hemen önünde ney üfleyen kadın dikkatimi çekiyor birden. Dinginliği yüzüne yansımış; huzurun ‘yüz’ bulmuş hali. Can Derviş Hanım yazıyor kartında. Onu görünce birden içimde bir his beliriyor; sanki onun neyi olmasa, hepsinden çıkan bu etkileyici bütünün böylesi büyük bir uyuma sahip olamayacağını hissediyorum. Her birine nerede yükselip nerede alçalmaları gerektiğini söyleyen bir orkestra şefi gibi, ama marifet, bunu kelimelere dökmeden hissettirebilmiş olmasında. Hepsini kendi yollarına bırakmış, ancak bu hali ile eninde sonunda olmaları gereken noktalara varacaklarını bilircesine.
Piyanonun başında ise Pratik Akıl Hanım. Ona kalsa bütün tınıları bir orgun tek bir tuşuna basarak çıkarmaya çalışacak kadar uyanık ve zeki. Ama bunu yapamadığına göre piyanonun meziyetlerini de sonuna kadar kullanabilecek bir “elinden her iş gelir”. Orkestra üyelerinden biri, es kaza bir tökezleme yaşarsa açığı kimselere hissettirmeyecek denli piyanosuna ve müziğe hâkim.
Anaç Sütlaç Hanım, çocuğunun bünyesini müzikle doldurmanın faydalarını bilen bir annenin farkındalığı ile titretiyor kemanının tellerini. Belli ki mutfağından çıkıp gelmiş; pişirdiği pudinglerin çöreklerin kokusu sinmiş ellerine. Ama burada da mutfağında olduğu kadar rahat, kendinden emin. Çocuğu için faydalı bir şeyler yapıyor olmanın mutluluğu var suratında.
Boyuna yakın bir viyolonseli bacaklarının arasına alarak bedeni ile bütünleştirmiş bir kadın, Saten Şehvet Hanım. Doksan derecelik bir açı ile araladığı bacakları, kırmızı saten tuvaletinin derin yırtmaçları arasından bir kuğu gibi süzülmüş. Seksapelinin, duygularının ve dişiliğinin sonuna kadar farkında, huşu içinde girmiş müziğin içine. O, müziği değil, müzik onu çalar olmuş, notalar üzerinden akarcasına.
Ve finale gelindiğinde bütün çalgılar susuyor ve müthiş bir perküsyon şovuna şahit oluyor benliğim. Müziğe ibadet etmek de bu olsa gerek diyorum kendi kendime. Kendinden geçmişçesine bir hırsla davullara vuran bu kadının adının Hırs Nefs Hanım olduğunu öğrenmek nedense şaşırtmıyor beni. Bundan başka bir isme sahip olması zaten imkânsızdı diyorum. Böylesine bir hâkimiyet ve kendinden eminlikle en iyisi olmanın adı Hırs, isteklerinin ve hedeflerinin bu denli farkında olmanın adı da Nefs olabilirdi ancak.
Belki kitabı okumuş okurlar için çok daha anlamlı bir yazıdır bu. Çünkü kitabı bir solukta okumuş bir insanın üzerinde kalan izler takip edilerek yazılmıştır. Çok sesli bir orkestra müziğinden alınan keyif gibi çok sesli, çok kişilikli, çok müzikli bir serüven gibiydi bu kitap. Elif Şafak’ın otobiyografik özellikler de taşıyan son romanı Siyah Süt, öncelikle adının içinde barındırdığı müthiş metaforla sizi yakalıyor. Ve bir kere yakalandıktan sonra o yolculuğa çıkmak zorunda kalıyorsunuz, eliniz mahkûm. Ama 305 sayfalık bu yolculuk boyunca uğrayacağınız duraklarda karşılaşacağınız, belki de tanıdığınızı sandığınız insanlara dikkatle bakınız. Eminim ellerinde tuttukları aynalarda kendinizi de görmeyi başaracaksınız.
*Bu yazı 05 Ocak 2008 tarihinde Bianet ve www.elifsafak.us sitelerinde de yayınlanmıştır.
5 yorum:
selam iade-i ziyarete geldim.yorumunuz için teşekkür ederim,blogunuzda da çok hoş yazılar varmış.bol vaktim olduğunda hepsini tek tek okuyacağım.sizi takip listeme ekledim.sevgiler
Ellerine sağlık sevgili Zeren!
Ekolojik Pazar için verdiğin habere de çok sevindim. Biliyordum Kadıköy'de bir yerlerde bir pazar kurulacağını ama eski semtimin bende kimbilir ne çok anısı olan sabit pazarında kurulacağını bilmek, hele de sabit olacağını düşünmek çok heyecan verici gerçekten.
Zeren burası çok sıcak bir blog...Yazıların çok güzel, akıcı ve duygulu...takipte olacağım...Sevgiler...
Bir solukta okuduğum kitaplardan biriydi Siyah Süt. Öyle sayfalarını okşaya okşaya, bitmesin diye diye. Kelimeleri içime sindirerek ve asla unutamayacağımı bilerek. Hani diyor ya: "Okur okumaz unutmak için yazıldı." Aslında biliyor ki onu okuyan asla unutamayacak...
Güzel yorumunuza iade ziyaretine geldim, tam ilgimi çekecek bir bloga rastladım...pasta ve kitaplar..
Ben de bu kitabı okumak istiyorum, ama hala okuyamadım :(Hiç bir arkadaşım da almadı ki onlardan ödünç alayım :(
Yorum Gönder